5 Soru 5 Cevap : Kazdağları ve Yaşananlar I Su ve Vicdan Nöbeti Yürütme Kurulu Üyesi Pınar Bilir – Özgür Hacıoğlu
İda, Homeros’a göre “Bin pınarlı, çok pınarlı, hayvanı ve bitkisi bol olan yerdir.”
İda; tanrıçaların ölümlülere rüşvet teklif ederek iş yaptırdığı ilk yerdir.
Tarihte derin yeri olan, Yunan edebiyatı ve mitolojisine ilham veren Kazdağları diğer adıyla “İda Dağı”. Dünyanın ilk güzellik yarışmasının yapıldığı, binlerce yıldır medeniyetlere ev sahipliği yapan, doğu ve batının ilk büyük savaşının yaşandığı Kazdağları bugün maden faaliyetleri için feda edilmekte ve doğal yaşam yok edilmektedir.
Kazdağları’nda yaşanan bu çevre felaketini, bu felaketi önlemek ve Kazdağları’nın yaşamına devam etmesi için mücadele eden su ve vicdan nöbetini yürütme kurulu üyesi Pınar Bilir ile konuştuk.
Soru 1: Neredeyse 2 yıldır Su ve Vicdan Nöbeti tutuluyor. Bu süreçte binlerce lira ceza yazıldı, polis müdahaleleri yaşandı, nöbet tutanlar hedef gösterildi. Su ve Vicdan Nöbeti’nin ve daha önce deklare ettiğiniz 4 talebinizin son durumu nedir?
Bizler 26 Temmuz 2019’da Su ve Vicdan Nöbeti’ni tutmaya karar verdik. Çatı örgüt olarak Çanakkale Kent Konseyi Çevre Meclisi’ni seçtik, o dönem de görev yapmaktaydım, halen görevim devam etmektedir. Aynı zamanda İda Dayanışma Derneği’nin de yönetim kurulu üyesiyim. İda Dayanışma Derneği 2015 yılında Çanakkale’de kurulmuş olan bir dernek. Başta ekolojik haklar olmak üzere tüm sosyal haklar konusunda mücadele veriyor. 2017 yılında şirket fiili olarak çalışmaya başladığında İda’da mücadelemizi başlatmıştık. Sonrasında süreçte çok hızlı bir ilerleme olunca, bizler de burada nasıl bir eylemlilik yaparız ve şirketi durdururuz diye düşünürken başka bir çıkış yolu gelmedi aklımıza. 26 Temmuz 2019’da Kent Konseyi Çevre Meclisi çatısı altında toplanarak Su ve Vicdan Nöbeti’ni başlatıyoruz dedik. Bu nöbeti başlatırken de iki önemli konu bizim için çok önemliydi: Bir tanesi hem alanda hem de bu eylemlilik faaliyeti içerisinde herhangi bir siyasi parti propagandasının yapılmaması ve siyasi bir partinin adının dahi geçmemesi. İkincisi de kent içerisinde toplanırken kendi örgütlerimizin, derneklerimizin, STK’larımızın görüşlerini toplantıya getirelim ama nöbete başladığımızda ya da alana çıktığımızda bizler sadece “Su ve Vicdan Nöbeti” tutan yurttaşlar olalım demiştik. Nöbetimizi de böyle sürdürdük.
O zaman dört talebimiz vardı; öncelikli olarak Kirazlı’daki sahanın işletiminin ve ağaç kesimlerinin bir an önce durdurulması, buradan şirketin derhal çıkarılması, Kaz Dağları’nda bulunan tüm metalik madencilik projelerinin sonlandırılması ve oradaki tahribatın sorumlusunun yargı önünde buna bir yanıt vermesi gerektiğini söylemiştik. Kesim esnasında 26 Temmuz’da başladığımız nöbetten kısa bir süre sonra 5 Ağustos 2019’da büyük Su ve Vicdan Nöbeti Yürüyüşü yaptık. Çok sayıda milletvekili de bu eylemimize katıldı. On binlerce insan maden sahasına girdi ve herhangi bir tahribat vs. yaşanmadı, çok barışçıl bir eylemdi zaten, başından beri bunu söylüyoruz. Bizim niyetimiz herhangi bir şeye, bir malzemeye dahi zarar vermek değil. Tam tersi yaşamı savunan insanlar olarak yaşamdan yana yer alıyoruz. Barışçıl bir şekilde taleplerimizin ve buradaki madenciliği neden istemediğimizin anlaşmasını istiyoruz dedik. 10-15 bin insanın katıldığı ormanın içindeki bir eylemde hiç kimseye, hiçbir şeye zarar gelmeden bu eylemi bitirmiş olmak bile aslında bir başarı.
Taleplerimizi dile getirmemizin ardından açıkçası sahada işleyiş durdu. Sonrasında ağaç kesimlerinin içlerde, gözle görülmeyecek yerlerde zaman zaman devam ettiği oldu. Alan yürüyüşüne çıkan arkadaşların tespitleri ve video çekimleri sosyal medyada paylaşıldığında onları da durdurdular. Şimdi nereye geldik? Şirketin işletme ruhsatı 13 Ekim’de bitmişti ve bu ruhsat yenilenmedi. Yenilenmemiş ruhsata ait sahanın, bir yılı geçtiği için, Orman Genel Müdürlüğü (OGM)’ne devri gerekiyor Maden Yasası’na göre. İşletme ruhsatı onaylanmadığı ve süre bir yılı geçtiği için de 27 Ekim 2020 tarihinde saha OGM’ye devredildi. Şu an geldiğimiz noktada bu sahanın rehabilitasyonu için yetkililerin ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini, bu süreçte bizim nasıl katkı sunabileceğimize dair bir bekleme süresindeyiz. Ne olacağını görmeye çalışıyoruz.
Soru 2: Kaz Dağları’nın drone ile çekilen bir fotoğrafını gördükten sonra Türkiye’de olaylar daha açığa çıktı ve insanlar burada yapılan bu maden aramasının verdiği zararı somut olarak gördüler. Yapılan bu maden aramasının Kaz Dağları’na ve bölgeye verdiği zararın boyutu nedir?
Bu soruyu duyunca taleplerimizden birinin de bu olduğunu hatırladım. Çünkü ne kadar ağaç kesildiğini sormuştuk. Sorumuza ilk cevap Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan gelmiş ve 13,400 ağaç kesildi denmişti. Oysaki biz bu sorularımızın hepsini şirkete soruyorduk o dönemde, artık kurumlara soruyoruz. Ruhsat alamadığı için şirketin bir muhataplığı kalmadı. Sonrasında TEMA arazi tespiti ve ne kadar ağaç kesilmiş olabileceği üzerine bir çalışma yaptı. Bu çalışma neticesinde 195 bin ağacın kesildiğini açıkladı. Türkiye Ormancılar Derneği’nin tespiti ise 325 binden fazla ağacın belirtilen sahada kesildiği yönünde. Bahsedilen alan 215 hektar, neden bu ağaç sayısı farkları çıkıyor diye sorulduğunda da enine boyuna göre bazı ağaçların “ağaç” olarak sayılmaması söz konusu. Bir yerde fidan diktiklerinde bu fidanların hepsinin ağaç olduğunu söylüyorlar. 1 milyon ağaç diktik diyorlar, oysaki 1 milyon fidanın kaçının yaşayacağı belli değil, birçoğu bakımsızlıktan kuruyup yok oluyor.
Ağaç sayısından öte orada bir orman yapısı var. Oradaki çalı çırpının dahi ekosisteme büyük bir katkısı var. Alan erozyon sahası ve bu çalı çırpılar sayesinde erozyon engelleniyordu, ama şu an orası dımdızlak ve yağış olduğu zaman toprak akıp gidiyor. Üst toprak vardı ancak şu an nerede olduğunu bilinmiyor. Oysa bu üst toprağın Maden ÇED Raporu’na göre bir yerde depolanıyor olması ve 15 yıl sonraki rehabilitasyonda kullanmak üzere bakımının yapılıyor olması gerekiyordu. Bunu sorduğumuzda ise böyle bir toprağın bakımının yapılması ve 15 yıl sonra tekrar serilmesinin imkânsız olduğunu söylemişlerdi. Bizler o zaman bu durumun CED’e aykırı bir işlem olduğunu söyledik, bunun neden hesabının sorulmadığını halen soruyoruz! Bilgi edinme çerçevesinde sorularımıza bunları da ekliyoruz. Çanakkale’de çok yoğun yağışlar olduğunda Sarıçay’dan denize akan toprak örtüsünü görebilirsiniz, denize büyük bir çamur yığını gelmeye başlıyor. Hepsi burada yapılan ağaçsızlaştırma, ormansızlaştırma faaliyetlerinin sonuçları. Börtü böcek vardı şimdi bunların hiçbirisi yok, artık sinek bile yok, kuş yok.
Ancak sonuçta bu duruma tehlikenin neresinden dönersek kârdır, olarak bakıyoruz. Firmanın sahada 2 bin hektar alan için ruhsatı var. Bizim kurtardığımız alansa 215 bin hektar, yani kat ve kat üzerinde bir alanda aynı çalışma yapılacaktı eğer faaliyetleri durduramamış olsak. Elbette ki etkileri var şu an; mesela alanın rehabilite edilebilmesinin mümkün olmadığını söyleyen uzmanlar ya da bunun çok maliyetli olacağını ve bu maliyeti kimsenin karşılamayacağını söyleyenler var. Artık alanın zehirlenmediğini, herhangi bir kimyasalın toprakla buluşmadığını varsayıyoruz. Kendi kendine bırakılırsa, yüzyıllarca sürerse bile, en azından kendini yeniden var edebilme ihtimali var. Ancak o maden açılmış olsaydı, böyle bir ihtimal bile söz konusu olmayacaktı.
Ö: Yellowstone Parkı’nda gerçekleşen doğal dönüşümü anlatan bir video var: Bir çift binlerce ton portakal kabuğunu tahrip edilen alana bırakıyorlar ve yıllar sonra doğal yaşamın tekrardan kendi kendine oluşuyor. Belki bu süreç Kaz Dağları içinde olabilir.
Aynen öyle, orada kaldığımız süre boyunca arkadaşlarımız zaten çok fazla tohum topu atmıştı. Sağına soluna fidanlar dikmeye çalıştık, ancak ne kadarının tuttuğunu ve durup durmadıklarını gidip gözlemleyemiyoruz. İnsanlar eğer rehabilitasyon imkanı olacaksa desteğe hazırlar. Toprak hazırlığı ve etüt çalışmaları yapıldıktan sonra “Biz bu alanı ağaçlandırmaya başlıyoruz” denildiğinde gerçekten herkes oraya gönüllü giderek çalışmaya, fidan götürmeye ve dikmeye çok hazır. Umuyorum ki böyle bir şey yaşanır, Türkiye için açıkçası son yıllarda yaşadığımız en güzel olay olur. Umuyorum ki bunun böyle bir olay olacağı fark edilir ve gerçekleşir.
Soru 3: Türkiye’de birçok protesto ve yöre savunması yapılıyor, fakat çoğunluğu bir süre sonra bitmek zorunda kalıyor ya da iktidar tarafından bastırılıyor. Sizce Su ve Vicdan Nöbeti’nin bu kadar sürdürülebilir olmasının motivasyonu nedir?
Öncelikle siyasi propaganda kısmını bizlerin tolere etmiş olması bizler için avantaj oldu. İkincisi Kent Konseyi çok kabul gören bir yapı, temsiliyet alanı çok geniş ve herkes bu yapının içinde. Belediyenin lojistik destek sağlaması, belediye başkanının burada açıklama yapması ve “Suyuma sahip çıkıyorum” demesiyle eylemin bir parçası olması insanların hem bu duruma hem de katılım sayısına güvenerek gelmesini sağladı. Böyle bir şey beklenmiyordu; bu eylemliliğin birkaç gün süreceği, çok fazla insanın katılmayacağı ve sönümleneceği düşünülüyordu. Nöbetin bu derece büyüyeceğini tahmin etmediler. Diğer eylemlere yapılan müdahalenin gerekçesi de budur. İnsanlar mücadele edersek başarabiliriz, demek ki olabiliyor düşüncesiyle, umutsuzluğun ve çaresizliğinin bizimle kırıldığını gördüler. Nöbetimiz umut ışığı oldu. Biraz da belediyenin, bizlerin, tanınan kimliklerin katılımı belki etkili oldu. Müdahale etmedikleri için de iş büyüdü büyüdü büyüdü. Çok hızlı bir şekilde büyüyünce bu sefer de müdahale etmekten imtina ettiler, çünkü bütün dünyanın gözü bir anda bu alana döndü. Bu çok kısa bir süre içerisinde oldu açıkçası 26 Temmuz’dan 5 Ağustos’a. 18 Ağustos’ta Fazıl Say “Ben konser vermeye geliyorum” dediğinde, o süreç içerisinde de kimse müdahale etmedi. Çünkü bütün dünya kamuoyunu buraya çekmiş olan bir ilan var. Fazıl Say konseri ve yüzbinlerce insanın gelmiş olması buradaki müdahaleyi geri püskürttü. İnsanlar iş büyümesin istediler.
Diğer taraflardaki küçük (yani küçük demeyeyim ama kişi sayısı katılımı olarak az) olan eylemlerin büyümemesi içinse müdahalede bulundular. Küçük ölçekli eylemleri daha da değerli buluyorum ben; Kirazlıyayla’da köylü kadınların direnişinde veya Konya’daki eylemlerde siyaset olmadığı çok açık. Konya’daki insanlara bakarsınız iktidar partisinin oy aldığı bir yer ama insanlar orada planlanan santral için isyan ettiler. Çünkü bunlar bizim direkt yediğimiz ekmek, içtiğimiz su ile ilgili verdiğimiz mücadeleler, herhangi bir siyaset ayrımının olmaması buradan geliyor. Bu alınan kararlar çok merkezi ve tepeden olduğu için yöredeki insanların gerçekten neye ihtiyacı olduğu, ne yaptığı, gittiklerinde ne ile karşılaşacakları bile bilinmiyor. Her biri çok değerli, herkes bir şey öğreniyor bu mücadelelerden, hepimiz birbirimize destek oluyoruz.
Ayrıca her ne kadar görünür bilmiyorum ama çok platform kuruldu. İnsanlar tüm Türkiye’de birbirleriyle ilişki içinde. Pandemi döneminde online toplantılar oluyor, belki normal dönem olsa bu kadar bir araya gelemezdik. Türkiye’nin dört bir yanından böyle toplantılar düzenleniyor ve herkes katılıp kendi mücadele alanını anlatıyor, ne yapabileceğimizi anlatıyoruz açıkçası. Bir akademik eğitim gibi nasıl mücadele edebileceğimizi, ne olduğunu, sürecin nasıl gittiğini… Hepimizin birbirimizi besleyerek aslında süreci zenginleştirdiğimizi düşünüyorum. Ne kadar gerçekte karşılığını buluyor bulmuyor bunu bilemiyorum. Dava açtın diye işletmeler faaliyetlerini durdurmuyorlar, en büyük zaafı burada yaşıyoruz açıkçası direkt yürütmeyi durdurma kararı verilirse, en azından hukuki süreç bitene kadar hiçbir iş yapılmamış olsa bu tahribatlar yaşanmayacak. Şu an her yerde Kirazlıyayla’da işler o kadar sürse, Saroz’da işler bu kadar ilerlese bile buraların davaları halen sürüyor. Hukuki mücadele var, ancak sürecin düzelmesi gerekiyor ve bunlar bize bağlı şeyler değil. Elbet ki merkezden, TBMM’den çıkacak kararlarla ilişkili. Biliyoruz ki bunlar da bir an önce gerçekleşir.
Su havzalarında, ormanlık alanlarda, bazı inançların kutsal gördüğü alanlarda işler yapıyorlar. Burada bir inanç, bir kültür var. Bunlar dünden bugüne olan kültürler değil, yüzyıllardır süren inanışlar, medeniyetlerin kültürü. Oralara da maden vb. yapıyorlar. Geliyorlar tam su havzası ortasında yer açıyorlar. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın sayfasında altın madenlerinin %1’i ormanlık alanlar içinde diyor. Böyle bir şey mümkün mü? Çanakkale’nin %54’ü zaten orman ve TEMA son açıkladığı raporda Çanakkale’de 1634 ruhsat alımı var demişti. Şimdi bunlar nerede olabilir? Elbette ki Biga Yarımadası’ndan başlayıp Edremit’e kadar uzanan dağ silsilesinin üzerinde bu madenler. Orada değilse bizim evimizin altında olması lazım, evimizin altında aramadıklarına göre o dağda, yani %54 orman dediğimiz yerde. Bu da ne demektir her maden sahasının alanı %99 ormanlık alan %1 tarım alanı.
Soru 4: Kaz Dağları’nda arama yapan şirket yöneticisi yakın zamanda verdiği röportajda bu projenin devam edeceğini, kendilerinin madenci olarak çok sabırlı olduklarını ve orada direnen kişilerin söylediklerini çok da dikkate almadıklarını ima etti. Siz bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Su ve Vicdan Nöbeti bileşenleri olarak bu konuda bir çalışmanız var mı?
Bu açıklamadan sonra basından da çok telefon aldık. Aslında sadece Su ve Vicdan Nöbeti Koordinasyonu değil, diğer bileşenler ve Türkiye’den çevre örgütlerinin hepsi açıklamalar yaptılar. Elbette biz şirketin açıklamalarını çok küstahça buluyoruz. Yani hem bizleri, yurttaşları ve devlet kurumlarını hizaya getirecek açıklamalar yapmaya çalıştı. “Hiçbir zaman demedim ki gidin müdahale edin” ifadesiyle bu ülkede tek kralın kendisi ve herkesin ona hizmete hazır olduğunu ima etti. Bunu kendine nasıl vazife görüyorsun? Kendi topuğuna sıktığını düşünüyorum. Sadece bize dair değil, oradaki pek çok kuruma, kolluk kuvvetine hepsine “Size emri ben veririm” der gibi bir açıklama bu. Bence herkes buna dair bir deklarasyon yayınlamalı. Onun açıklamalarını da biz dikkate almıyoruz.
Şirket 27 Ekim’de OGM’ye bu sahayı terk ettiklerinde biz resmi bir cevabı olsun diye CİMER üzerinden bir dilekçe kampanyası yapmıştık. CİMER üzerinden Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından bu sahanın devralındığı ve rehabilitasyon çalışmalarının başlayacağı, bunun içinde etüt çalışmaları vs. yapıldıktan sonra ağaçlandırma çalışmalarının yapılacağı belirtildi. Ancak mesela şirket üç ay neyi bekliyormuş? Bunu da açıklasaymış! Ne vardı da beş ay bekliyormuş, neyi bekliyor? İki yıldır neden iş yapmadı? Elbette ki orada Su ve Vicdan Nöbeti’nin yarattığı toplumsal muhalefetten dolayı iş yapmadı. Yani küçümseyebilir, bundan sonra kendisinin tek bir izne bağlı olduğunu söylüyor. Peki bu izin neden bu kadar süredir verilmedi? Her şey mükemmeldi de neden almadı bu izni ve çalışmaya başlanmadı? Açıkçası bu şirketlerin küstahça tavırları, her zaman kullandığı tehditkâr, her şeyin sahibi biziz ifadeleri.
Bizler çokça söylüyoruz burası bizim su kaynağımız, yaşam kaynağımız. Yapılacak her bir faaliyet sadece oradaki havza ile sınırlı kalmayacak. Burada çok değerli tarım arazileri var Bayramiç, Ezine, Batakovası gibi. Bu havzaların su kaynağı buradan geliyor. Bayramiç’e akan bir Pekmez Deresi var. Pekmez Deresi’nin başlangıç noktası bu havzanın içerisi ki, çalışmalarda önüne set çekip içeride su biriktirmeye çalışıyorlardı. Çanakkale domatesini bir insan herhangi bir yerde yiyorsa bilsin ki bu Çanakkale domatesi ona sağlıklı bir şekilde ulaşmayacak. Bayramiç elması, Bayramiç beyazı vs. bizler bu ürünlere burada coğrafi işaretler alıyoruz. Üniversiteler, ziraat odaları, ticaret odaları çalışma yapıyor ve bu ürünlere coğrafi işaret alıyor. Coğrafi işareti ürünün sadece orada yetiştirilebileceğinden ve özelliğinden dolayı alıyor. Elma her yerde var ama oradaki elmanın bir özelliği var. Bu özellik sadece yetişmesinden kaynaklanmıyor, geçen sudan, havada, topraktan kaynaklanıyor. Coğrafi işaret verilirken iklimlendirmeyi, rüzgarın etkisini bile dikkate alıyorlar ve böyle coğrafi işaret veriyorlar bu ürünlere.
Bu kadar değerli arazilere ve tarımsal, hayvansal, turizm açısından da zengin bir kente kamu yatırımı ve istihdam falan diyorlar. Bunlar çok yanıltmaca ve geçici. Sadece dereyi geçene kadarki süreç için anlattıkları işler. Burada insanlar hiçbir zaman madeni gelir kapısı olarak görüp, öncelikli olarak düşünmeyecekler Zonguldak gibi. Zonguldak’ta insanlar yıllarca madencilik ile uğraşmışlar, Soma’da aynı şekilde ama Çanakkale’de insanlar yıllarca tarım ve hayvancılık ile uğraşmışlar. O nedenle hiçbir şekilde ihtiyacımız yok bunlara. Diğer açıdan da biz de o şirketin açıklamalarını dikkate almıyoruz. Onları artık yok sayıyoruz. Onların ruhsatları yenilenmedi. Bizlere kendi devlet kurumlarımızdan verilen cevaplar bu yönde, bizler de bu cevabın arkasından olacakları, olabilecekleri takip etmeye çalışıyoruz.
Soru 5: Son olarak Türkiye’de az önce söylediğim gibi birçok maden araması, imara açılan alanlar vb. durumlar var. Vatandaşların bu konuda duyarlı olduğuna ve gerekli tepkiyi gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki yeterli değil! Bunlara karşı gerçekten top yekûn bir hareket sergilemek gerekiyor. Burada herkes bu işleri kendi gönlü, yurttaşlık hakkı ve vicdanı ile yapıyor bu mücadeleleri. Hiç kimsenin bir maddi kazancı, bir geliri, bir makam derdi hiçbir şeyi yok. Herkesin oturduğunda, düşündüğünde, bir bardak suyunu içerken ne kadar sağlıklı su içiyorum deme rahatlığı ile oturma arzusu var açıkçası. Umuyorum ki çok daha fazla tepki doğar insanlardan, karşı duruş olur. Kendini ifade etme ortamları olur. Özgür ortamlar olur, tartışılabilir insanlar ve yörelerinden ihtiyaçları olanı neyse ona yönelik yatırımların yapılacağı alanlar umuyorum ki olur. Tabii ki şu an ancak toplumsal karşı çıkışla, birliktelikle olacak işler. Hukuku vesairesi arkadan ve çok sonradan geliyor. Böyle bir muhalefet o güçlerin karşısına çıktığı zaman, en azından bir geri adım atıyorlar. Geri adım atılan süreç içerisinde kendilerinin durumu analiz etme ve düşünme zamanları oluyor diye düşünüyorum.
Bazı durumlar da var, örneğin memurlar gelmekten korkuyorlar, öyle bir mücadele alanında olmak istemiyorlar. Mesela bizim kentimize bakarsanız nüfusun büyük bir kısmı emekli ve memur, küçük bir kısmı da öğrenci. Öğrenciler zaten çok fazla bu işlere gelmek istemiyorlar, kendilerini gelip geçici görüyorlar. Oysaki hiç öyle değil, en azından dört yıl burada yaşayacaklar. Memur çoğunluklu kent olunca, memurlar öyle bir durumda olmak istemiyorlar. Biraz bu kısımları da var, insanların kendini göstermemesinde. Yoksa sosyal medya kampanyaları olduğunda Twitter’da trendtopic oluyorsun milyonlarca tweet atılıyor ama alana çıktığında işte 1000 kişi falan oluyorsun. Bunun sebebi kendi kimliğini deşifre etmeme, güvensizlik ortamından dolayı güvenmeme, işsiz kalma korkusu, çoluğu çocuğu işten atılır korkusu. Bu korkular insanları geride tutuyor. Yoksa birebir konuştuğumuzda birçok kolluk kuvveti görevlisi bize sizleri destekliyoruz, doğru buluyoruz yaptığınız işi dedikleri oluyor. Ben hiç şüphe duymuyorum ve onların samimiyetlerine inanıyorum. Bir şekilde “Devlet ve yetkililer karar vermiş, bundan sonra ben uğraşsam ne olur” tarzı öğrenilmiş çaresizlik duygusu da biraz baskın. Bunları biraz aşmak, cesaret ve umutla sarılmak gerekiyor. Bunları eğer aşabilirsek sanıyorum ki katılım da daha yoğun olacak, mücadelelerin sonuçları da muhtemelen daha hızlı ve yaşamdan yana olacak.