İfşa’nın Toplumsal İşlevselliği: Bir Suç Örgütü Liderinin Açıklamaları Üzerine Mülahaza Denemesi – Yusuf Can Gökmen
“Hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey yoktan var olmaz.”
Antoine Lovisier
Bugün itibariyle bir haftadır ülkemizin canlı yayınlarda doğum günü kutlanan ‘hayırsever iş adamı (!)’ Sedat Peker’in şahsi YouTube hesabından ard arda yayınladığı, yazıyı yazarken her birinin yaklaşık 2 milyon izlendiği 3 videoyu konuşuyoruz. Peker’in yurtdışına kaçışı ile kendisine yakın iş adamlarına(!) ve evine yapılan polis baskınlarından sonra ‘ödeşmek’ amacıyla yayınladığı videolar, hem içerikleri hem de mekan düzenlemesinde kullanılan dekorlar aracılığıyla vermek istediği sembolik mesajları açısından farklı boyutlarıyla enine boyuna tartışıldı, tartışılmaya devam edecek gibi de görünüyor. Sıradan bir yurttaş olarak manzaraya bakalım: kendi ifadesi ile Türk-İslamcı, Turancı ideallere sahip ve ne yapıyorsa hiçbir çıkar gözetmeksizin kutsallık atfettiği kerameti kendinden munkul soyut bir ‘Devlet’ için yapan şiddete meyilli kırılgan erkeklik egosu ile ‘racon’ kesen erkek bir yurttaş, uzun bir süre içinde yer aldığını söylediği derin devlete ilişkin ‘sır’ları, kıssadan hisselere, menkıbelere, tevatürlere, bir takım dini referanslara atıfla son derece eril bir dille İçişleri Eski Bakanını ve ‘Pelikancılar’ diye adlandırdığı Turkuvaz Medya grubunu hedef alarak bu kişileri ifşa ediyor. Yine kendi ifadesi ile aklını tatile çıkararak giriştiği bu ifşa faaliyetinin motivasyonunu ise sabaha karşı eşi ve kız çocukları evdeyken evine kadın polisler olmaksızın bir uyuşturucu operasyonu düzenlenmesinden alıyor. İfşa ettiği faaliyetler arasında neler yok ki:
Cinayet, uyuşturucu ticareti, mülke el koyma, kayırma, rüşvet, yolsuzluklar, maruz kaldığı ya da devlet görevlilerince, milletvekillerince faili olduğu göz yumulan/azmettirildiği hukuksuzluklar gibi bir sürü irin. Çürümüşlük. İddialar kamuoyunda kah 2. Susurluk vakası ya da Susurluk’u aşan bir gelişme kah Türkiye’nin wikileaks’i olarak adlandırıldı. Baştan belirtmeliyim, Peker’in dile getirdiği iddiaların her biri gerek bu yazının konusu olmadığından gerekse standart bir hukuk devletinde gazeteciliğin ve yargının konusu olduğundan ayrıntılara girmeyeceğim. Fakat belirtmekte fayda var; her şeye rağmen bu ülkede hala korkmadan, çok iyi gazetecilik yapan insanlar var. Bir kısmı konu hakkında konuştular, oldukça iyi yazılar yazdılar. Peker’in açıklamaları vesilesi ile Devlet – Sermaye – Siyaset – Mafya – Uluslararası İlişkiler ile çerçevelenmiş politik ekonomik suç ekonomisi denkleminde oldukça iyi analizler yayınlandı. Bu yazı yazıldığı sırada iddialara ilişkin herhangi bir soruşturma da açılmış değildi.
Bu yazıya ilham veren şey ise kamuoyunun büyük bölümü açısından muteber bir insan olmadığı belli olan Peker’in ‘Derin Devletçiler, Pelikancılar; Bir Tripoda, Bir Kameraya Yenileceksiniz’ başlıklı son videosunda kullandığı iki ifade oldu. Birincisi, Peker’in yaptığı açıklamaları açık toplum gibi, toplumun bağırsaklarının boşatılması gibi ‘temizlik’ türü bir operasyon için yapmadığını, zaten açık, temiz topluma inanmadığını, tek amacı olan ‘ödeşmek’ için yaptığını açıklıkla ifade etmesi. İkincisi ise, Peker’in Pelikancılar olarak ifade ettiği medya grubunun ve iktidar seçkinlerinin Recep Tayyip Erdoğan’ı, abilerini Türk İslam davasına inananlardan çaldıklarını, Erdoğan’a başka bir Türkiye’yi anlatarak onun yanılttıklarını, Erdoğan ile ona inananlar arasına mesafe koyduklarını dile getirerek bu insanları birer mirasyedi olarak tanımlaması. Her iki ifade de tartışmayı hakediyor kanımca. Bu yazı da bu tartışmaya bir giriş mahiyetinde olacak.
Bir organize suç örgütü liderinin çürümüş rejimin muteber kanalizasyonlarındaki taht mücadelesinin yanında son derece kırılgan erkeklik egosuyla yaptığı açıklamalar temiz toplum, hukuk devleti, adalet, şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi talepleri olan bu ülkenin muhalefeti ve demokratları için ne vadediyor? Rejimin sağaltılabilmesi için bir fırsat mı? İktidar eleştirisi için yeni bir kaldıraç mı? Seçimlerde kullanılmak üzere cephaneye eklenecek yeni bir teçhizat mı? Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın Peker’in açıklamaları doğrutusunda yaptıkları medyascope yayınında oldukça sarih biçimde işledikleri gibi (Mutlaka izlenmeli. İzleyenler, yazıda sıklıkla atıf yaptığımı fark edeceklerdir) iktidar mimarisindeki dönüşümün takibi için bir araç mı? Hiçbiri mi yoksa hepsi mi?
Meselenin adını koyalım: Bu sadece bir mafya hesaplaşması olmadığı gibi beklendiği gibi büyük sonuçlara gebe de değildir. Bu olsa olsa iktidar mimarisinde bizim başlangıcından haberdar olmadığımız bir yeniden konumlanma esnasında tasfiye olan/edilen bir aktörün elindeki kozları oynayarak olası yeni dönüşümlere dönük yerini belirleme amaçlı geleceğe yaptığı yatırımdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarla meseleden ayrı tutularak arileştirilmesinin de mantığı buradadır. Bu nokta bahsettiğim ikinci noktayı anlayabilmek için kilit niteliğindedir. Eğer bu tip çıkışlar devletin ya da rejimin temizlenmesi için bir araçsallık taşısaydı, 1987’de yayınlanan MİT raporunda belirtildiği üzere suç örgütleri, radikal ideolojik unsurlar ve güvenlik bürokrasisinin iç içe geçmişliği sorgulanıp gereği yapılarak Susurluk skandalının yaşanması engellenebilirdi. Tekrar ve tekrar belirtmekte fayda var: bu tip yapılanmaların müsebbibi iktidar partisi değildir. Ama iktidar partisi rejim içi süreklilikten de münezzeh değildir.
Otoriterleşme, iktidarın şahsileşmesi arttıkça kılcallarda faaliyet gösterip bir kanser gibi yayılan bu tip simbiyotik ilişkiler güçleniyor. Tekleşen iktidar çürümüşlüğü, yozlaşmayı artıyor. Devletin kurumsal yapısından ziyade farklı toplumsal kategorilere mündemiç insan ürünü ilişkisel doğası düşünüldüğünde bu durumun bir anomali olmadığı görülebilir. Tam da bu yüzden bir muhalefet stratejisi olarak iktidarı denetlenebilir biçimde dağıtmak gerekir. Öte yandan, insanların siyasete katılım mekanizmalarının tıkalı olduğu ya da meşruiyetin yalnızca oy verme ile sınırlandırıldığı toplumlarda iktidarın, bileşenlerini oluşturan küçük gruplar arasındaki güç savaşlarıyla, çatışmalarla şekillendiğini biliyoruz. Dönüşümün habercisi olan bu çatışmalar ya da derin ilişkiler de, Bahadır Özgür’ün sözünü ettiğim yayında dile getirdiği gibi, Türkiye’de hukuk ya da basın işin üzerine gittiği için çözülmemiştir. Kitle-sandık meşruiyetinin kaybı, ekonomik sorunların baş göstermesi, iktidarın zayıflaması ile açığa çıkan paylaşım savaşında dışarıda kalan, tasfiye edilen aktörlerin elindeki dosyaları ortaya saçmasıyla bizler konudan haberdar olmuşuzdur. Sonuçtan yola çıkarak neden sorusunu sormak da demokratlara ve eğer temizlik operasyonunu yapısal olarak gerçekleştirme iddiası varsa muhalefete bu olgunun nasıl ters yüz edilebileceği konusunda başlangıç noktasını verme potansiyeli taşımaktadır.
Kanaatimce başlanması gereken ilk nokta ise, bütüncül bir dönüşüm projeksiyonu ile birlikte muhalefetin ‘Devlet’i bir analiz nesnesi olarak ele alıp çalışması gerekliliğidir. Devletin tüm teşkilat yapısı, işlerliği, ekonomik ilişkileri, sermaye yapısı, imajı vs. gibi kapsamlı bir analizi, hükümet etme iddiasını gösterebilmek adına muhalefet için elzem niteliktedir. Bu mesele devletin farklı kademelerinde bulunmuş eski bürokratların bilgi birikimine/tecrübesine ya da iktidara geldikten sonra el yordamıyla öğrenmeye bırakılamayacak kadar hayati niteliktedir. İzlenimim; devlete, kendisini ele almaksızın seçimleri kazandıktan sonra istenilen politikaların yerine getirilmesini sağlayacak nötr bir aygıt muamelesi yapıldığıdır. Oysa yerel yönetim tecrübeleri göstermiştir ki seçimle aynı partiden alınan bir belediyede bile kurumsal direnç noktaları zaman zaman sistemi kilitleme noktasında getirebilmektedir. Bürokrasinin kendisi çalışılmadan ya da kadro yetiştirmeksizin girişilecek bir hükümet etme pratiği Türkiye örneğinde 20 yılın ardından oldukça aşınmış ve liyakatsizliğe, kayırmacılığa, partizanlığa boca edilmiş yönetici elitleri ile oldukça sancılı sonuçlara gebedir.
Gelelim dikkatimi çeken ikinci noktaya. Peker neden Pelikancılar olarak ifade ettiği medya grubunun ve iktidar seçkinlerinin Recep Tayyip Erdoğan’ı, abilerini Türk İslam davasına inananlardan çaldıklarını, Erdoğan’a başka bir Türkiye’yi anlatarak onun yanılttıklarını, Erdoğan ile ona inananlar arasına mesafe koyduklarını dile getirerek bu insanları birer mirasyedi olarak tanımlamaktadır? Kanımca iki sebepten ötürü:
1) Dışarıda bırakıldığını görmesinin ardından bir kaçış noktası olarak Erdoğan’a ulaşmak isteyip ulaşamadığından dolayı, hezeyanlarla birlikte, engel olduğunu düşündüğü kesimi hedef gösterip aslında Erdoğan’ın dikkatini çekmeye, Erdoğan’a konuşmaya çalışmaktadır.
2) Tüm eylemlerine dönük savunma kalkanı olarak kullandığı ideolojisini Erdoğan’a bağlayarak (aslında Erdoğan’ı ideolojik yelpazede konumlayıp neden hürmet duyduğunu ifade ederek) kendisinin mağdur edildiğini sevenlerine, kamuoyuna anlatmaya dönük bir halkla ilişkiler faaliyeti yürütme amacı taşımaktadır. Bir noktada kendisini Turancılık fikrinin yılmaz savuncusu ve bundan dolayı sistemin politik mağduru ilan ederek siyasi sürgün olduğu imajını inşa etme çabası olduğu da söylenebilir. Böylelikle üzerine atfedilen tüm suç örgütü liderliği suçlamalarından ‘sıyırmak’ isteği göze çarpmaktadır. Tabii böylesi bir girişim, ikamesi olarak sistemce benimsenen aktörlerin meşruiyetlerini de kamuoyu önünde zedelemek amacını da taşıyacaktır haliyle. Peki bu ifade neden önemli?
Mirasyediler söylemi, sahibi kim olursa olsun, alıcısı olarak ciddi bir toplumsallığa sahip, oldukça sade, yalın, güçlü, ‘yerli ve milli’, işlevsel ve kullanışlı bir ifade. 2002 yılında parçalanmış ve deforme olmuş siyasi partiler mecrasında yeni bir umut olarak beliren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neredeyse 20 yıllık iktidarının ardından geldiği noktayı betimlemek için son derece etkili. Mağdur edildiğini düşünen ya da çeşitli gerekçelerle umutlarını kanalize edebilecekleri bir siyasi parti arayışı ile oylarını vermiş ve çeşitli gerekçelerle hala aynı partiyi iktidarda tutan seçmenlere ‘Bakın, bu iktidar ve şürekası öyle semirmiş durumda ve bunu öylesine açık eder halde ki artık 2002’deki parti değil karşınızdaki’ demenin en veciz yollarından birisi. Kabul ediyorum; doğruyu, olanı, olguyu ‘gösterme’ edimi ne kadar çarpıcı olursa olsun her zaman istenilen sonucu vermiyor. Çünkü düşüncelerimiz, algılarımız, fikirlerimiz son derece grift toplumsallıklarımızla bozulmalara, manipülasyonlara oldukça açık durumda. Hayata çarpıtılmış gerçekliklerden bakıyoruz. Yine de haysiyetimizi koruyarak ısrarla tüm farklı stratejilerle birlikte ‘Kral çıplak!’ diyebilmenin erdemini savunmak gerekiyor. Olanı göstermek, ifşa etmek ile insanların fikirlerinin değişmesi arasında doğrusal bir ilişki olmadığını kabul etmekle birlikte (Öyle olsa Twitter’da AKP Çocukları isimli hesap sayesinde çok şeyin değişmiş olması gerekirdi) sebepsiz(!) zenginleşme, iktidardan nemalanma, yolsuzluk, kayırmacılık, eş dost kapitalizmi gibi sayısız yolla semiren iktidar seçkinleri ya da çevresinin nasıl bir çürümüşlüğü, yozlaşmayı temsil ettiğinin de bıkmadan usanmadan halka anlatılması gerektiğini düşünüyorum.
Devlet bu topraklarda çok uzun zamandır kimsesizlerin kimsesi değil. Haksızlıklar, hukuksuzluklar karşısında ses çıkartmayan ve elleriyle inşa ettiği korku rejimi sayesinde devlet, sığınılacak, bizleri koruyan kollayan bir mekanizma değil. Devlet adil de değil. Hiçbir zaman olmadı. Rejim adalet üzerine kurulmadı. Devletimiz açısından bir asr-ı saadet yok. Mücadele, direniş hep olmuştur ve olmaya devam edecektir. Evet belki açık toplum olma idealine giden taşları döşemeyecek bu herkesin(!) bildiği ifşalar silsilesi. Ancak umut edelim ki haysiyetli bir toplum olabilmek için kendimize tuttuğumuz bir ayna vazifesi görsün ‘neşemizi dahi çaldırdığımız’ bu topraklarda. İnanmak ve inanamamak, bilmek ve konduramamak arasında gidip geldiğimiz, akıl sağlıklarımızı sakatlayabilecek saçmalıklar arasından sıyrılsın utanılası gerçeklikler ve bu utançtan doğsun kendimizi, birbirimizi ve hep birlikte hepimizi sağaltacak dayanışma iradesi.
Yusuf Can Gökmen – Serbest Düşünür