Pornografik Siyaset – Kemal Büyükyüksel
Cocaine belki de Eric Clapton’ın en ünlü parçalarından biridir (aslında JJ Cale’a ait olsa da). Şarkı keyifli ve “cool” bir akışa sahiptir. Sözlerinden çoğu kişi kokainin övüldüğünü sanar, ama aslında sarkastik biçimde insanı ne kadar korkunç bir sarmala soktuğunu anlatır. Şarkının yarattığı his de budur aslında. Çok korkunç bir şeyi alıp bunu grotesk bir şenlik havasında sunarak o pisliği haz veren bir estetiğe çevirebilmek ve o ince çizgide yürüyebilmek. Müzikal kalitesi bir yana, müthiş bir parçadır bana kalırsa bu açıdan da Cocaine. Ancak birçok kişi tarafından da şarkının sözleri yanlış anlaşılmış, amacından saptırılmış ve aktarmak istediği mesaj çarpıtılmıştır.
Peki bugün Türkiye olarak neredeyiz? Sedat Peker’in ifşalarını dinlerken neden Cocaine’i dinleyesim geliyor? Hatta bundan daha da önce, bir arabada “pudra şekeri” hakkındaki ifşa videosundan sonra neden aklıma direkt Cocaine parçası geliyor? Sadece pudra şekerinden ya da Venezuela hikayesinden dolayı değil. O parçada hissettiklerimi hissediyorum bütün bu süreçte. İnsanları izliyorum. Onlar da benzer bir ince çizgide yürüyorlar gibi gözüküyor. Herkes olayın ne kadar kirli olduğunun farkında. Ancak aynı anda da belki de bunlara karşı bir şey yapamayacağımız hissinin yarattığı çaresizlikten dolayı bunu grotesk bir karnaval olarak deneyimliyoruz.
Sarkastik biçimde yaklaşıyoruz olanlara, bir yandan şok olurken ve tepki gösterirken. Peker ise hızlıca Netflix dizilerindeki anti-kahraman figürüne dönüş(türül)üyor. Hakkında şakalar ve “meme”ler üretiliyor, kayıtlarından komik kesitler yayılıyor. Aslında o dizilerde de benzer bir grotesk estetiği görmek mümkün. Karanlık işlere bulaşmış olanları, hatta karanlık işlerin kendilerini cazibeli gösteren, insanın izlerken “yanlış” olduğunu bilmesine ve belki de iğrenmesine rağmen izlemekten zevk aldığı “cool” bir görsel şölen. Bundan öte, 140 Journos videolarında bile aynı duyguyu gözlemlemek mümkün. Her yılı anlatan özet videolarında ülkenin sorunları ve trajedileri bir içerik bombardımanı olarak izleyiciye adrenalin yükselten müzikler eşliğinde veriliyor. Görüntüler o kadar hızlı geçiyor ki resmen insanın zihnine saldırıyor. Rahatsız edici olmasına rağmen izlerken de keyif vermeye devam edebiliyor, kendini izlettiriyor. Haz ve iğrenme arasındaki ince çizgide yürütüyor zihni.
İfşalar, skandallar ve gerçeğin çırılçıplak sunulması. Bu gelişmelere kenetlenmiş bir seyirci kitlesi. Tüm bunların pornografik bir yanı yok mu? Gerçek hayatımızda asla göremeyeceğiz, duyamayacağımız ifşalara tanıklık ederken, gerçeklik tüm “çıplak”lığıyla ortaya sunulurken bunu ekranımızın başından bir film gibi izliyoruz. Her şeyin ne kadar yanlış olduğunu bilsek ve şiddetli tepki göstersek de bunu deneyimlemekten ironik bir biçimde haz da alıyormuşuz gibi geliyor. Özellikle de Peker gibi kamera karşısında Joker gibi hipnotize edici bir performans sergileyebilen, kendini izlettirmeye devam edebilen enteresan bir karakter üzerinden.
Gerçeği tüm aşırılığıyla izliyoruz ve her kademede gerçek biraz daha “çıplak”laşıyor. Ancak burada çıplaklaşan, teşhir edilen şey bir insanın bedeni değil, devletin ve iktidarın ta kendisi. Nasıl normal hayattaki deneyimin ötesini, “aşırısını” pornografi sunuyorsa, siyasetin normalinin doyurmadığı bir eksikliği gideren bir deneyim sunuyor yaşadığımız süreç de. Yıllarca biriken, bilinmesine rağmen ortaya saçılamayanlar, yani aslında tam da cinsellik gibi herkesin bilip de konuşmadığı şeyler bir anda olabildiğince çıplak ve şiddetli şekilde ortaya fırlıyor. Bu süreç ne kadar dehşet verici olsa da insanlar için bir açlığın giderilmesiyle haz veren bir sürece de dönüşüyor. Herkesin bilip kimsenin gerçek hayatta konuşmadığı, konuşamadığı şeylerin bir anda ortaya amatör bir çekimle, bir tripod ve bir kamera ile saçılması, teşhir edilmesi pornografik siyasetin ta kendisi.
Bu aşırı bilgi ve entrika bombardımanı, birbirini takip eden olaylar silsilesi, neredeyse bir sonraki bölümünü beklediğimiz bir Breaking Bad ya da Narcos dizisinde yaşıyormuşuz hissi yaratabiliyor. Ancak bu süreci böyle deneyimleme şeklimizin getirdiği riskler de var. Takip edilen süreç o kadar gerçeküstü hale getiriliyor ki IMDB’de diziymişçesine başlık açılıyor, dünyada 1 numaraya yükseliyor. Kendi kendimize gerçeği bir simülasyona çeviriyoruz, belki de başa çıkabilmek için böyle bir yöntem seçiyoruz. Ancak bu olayları deneyimleme biçimimiz ne kadar bu yöne kayarsa o kadar da edilgen hale geliyoruz. Ve olayı deneyimlemeyi seçtiğimiz biçim, amacı da başka bir yöne saptırma riski taşıyor. Kendi kurguladığımız bir simülasyonun içindeki seyircilere dönüşüyoruz. Belki de yılların getirdiği baskı ortamı ile ataleti o kadar içselleştirdik ki olaylara bir seyirci gözüyle yaklaşmak dışında tepki veremez hale geldik refleks olarak. Ancak bundan öte tüm bu yaşananlardan gizli bir haz duyma ihtimali olayları bir çözüme kavuşturma ve bu şok edici olaylara müdahale etme arzusunu da baskılama riskine sahip. Ve nasıl ki pornografiye fazla maruz kalınca cinsellikte bir özne olmaktan çıkarak, sanal dünyanın aşırılığına alışarak bir seyirciye dönüşüp gerçek hayattaki cinsel pratiklerde tatminsiz hale gelme ve beceriksizleşme riskine sahipsek, aynısı siyaseti deneyimleme biçimimiz için de geçerli. Siyasetin bir öznesi olmaktan uzaklaşıyoruz. Siyasetin özneleri olarak gerçek hayattaki siyasal pratiklerden uzaklaşıyoruz. Kısacası düşünceyi pratiğe dökmekte beceriksizleşiyoruz.
Her yeni gelen videodan sonra insanlar bir araya geldiğinde, kamusal alandaki sohbetlerde, genellikle sanki bir dizinin yeni bir bölümünü izlemişçesine oturup olanları tartışıyor. Olaylara yaklaşım biçimimiz hızlıca magazinsel bir hale dönüşebiliyor. “Şu şöyle demiş”, “o buna böyle cevap vermiş”, “şimdi ne yapacaklar acaba?”. Sürekli başkalarından bahsediliyorken kendimiz hakkında çok az bahsediyoruz. Sanki sinemada ekranın karşısında asla ekrandaki akışı değiştiremeyeceğimiz duygusuyla tamamen pasif bir seyirci haline dönüşmüşüz duygusunu hissetmekten kendimi alıkoymakta güçlük çektiğim çok zaman oluyor. Ancak bu pasif seyirci pozisyonun yarattığı psikolojik hal, siyasette ve toplumda bizlerin bir özne olarak var olmasını ciddi derecede zorlaştırıyor. Sürekli başkalarının yaptıklarının neye sebep olacağını düşünerek, bir değişim umuduyla bekler pozisyonda sıkışıp kalabiliyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi, tüm bu sürecin neredeyse popüler bir dizi serisi gibi deneyimlenmeye başlanması, bu deneyimi yaşayan bizleri de birer dizi izleyicisine dönüştürme riski taşıyor. Ancak, seyirci pozisyonundan çıkmadan büyük kitleleri rahatsız eden bu olaylar silsilesinin politik izdüşümlerinden bir değişim rüzgârı oluşması da pek olası değil. Toplum ve halk olarak biz tüm bu olayların özneleri ve direkt muhatabı olsak da uzun zamandır süren baskı ikliminden dolayı bu kişisel gözüken ama aslında toplumsal olan süreçlerden dışarı itiliyoruz. Ve bu olayları deneyimleme şeklimiz de bizi öznelikten uzaklaştırma riski taşıyor.
Yazdıklarımın herkes için geçerli olmadığının bilincindeyim ve büyük bir genelleme peşinde değilim. Ancak yukarıda da bahsettiğim, siyaseti “pornografik” haliyle deneyimleme arzusu, bu aşırılığın ve bitmeyen teşhirciliğin getirdiği keyif ne kadar cezbedici olsa da insanları bir toplumsal tepkiye ve faaliyete sevk edememe riski taşıyor. “Neler oldu?” sorusundan “Ne yapılabilir?” sorusuna geçemedikçe bu süreç bizi ne kadar heyecanlandırırsa heyecanlandırsın, bir değişim rüzgarının esmesi de her geçen gün zorlaşıyor. Siyaset, toplumdan soyutlanarak kolay kolay dönüşemez. Dönüşse bile toplumun istediği yönde dönüşemez. Zaten halihazırda iktidar odakları içerisinde bir çatışma olarak patlak veren bu olaylar yine iktidar içerisinde halk hiç dahil olmadan çözülebilir. Toplum kendisini olayların birincil öznesi olarak göremediği sürece skandallar ne kadar aşırı olursa olsun siyasette ve toplumda yarattığı yankı, çok kaliteli bir mini-dizinin bir süre boyunca estirdiği popülerlik rüzgârı gibi olabilir. Ancak unutmamak gerekir ki tüm bu yaşanan olaylar, ifşalar ve skandallar ilk olarak bizi ilgilendiriyor ve gerçekler. Hepsi siyasi ve hepsi toplumsal. Bu da bir Netflix dizisi değil. Yaşadığımız toplumsal ve ekonomik ilişkileri, kültürü ve daha birçok şeyi şekillendirdiği için bizimle alakalı.
Bu yazı “Ne yapılabilir?” sorusunu cevaplandırmaktan çok, bu soruyu sormaya başlamanın gerekliliği üzerineydi. Ancak bir başlangıç olarak şu söylenebilir. Eğer gerekliyse, topluma tüm bu olayların bizzat kendilerini ilgilendirdiği bilincini aşılayarak, herkesi az çok toplumsal olarak bir değişim talebi için tepki göstermeye teşvik ederek başlanabilir. Tıpkı 90’lardaki “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” gibi faaliyetlerle. Tüm toplumun az ya da çok tüm bu olanlardan haberdar olabildiğini ve gerekirse en küçük ışık açıp kapatma hareketiyle rahatsız olduğunu ortaya koyması bile bir yankı uyandırma gücüne sahip. Bundan öte, 90’lara göre toplumun elinde sosyal medya gibi toplumsal iletişimi ve bilinci güçlendirebilecek aygıtlar da bulunuyor. Tüm mesele insanların en küçük şekilde bile olsa kitleler halinde bu durumdan rahatsız olduğunu ve buna karşılık nasıl bir alternatif siyaset ve toplum tahayyülü olduğunu ifade edebilmesi. Belki pornografik siyasetin seyircisi olmak kadar haz verici bir şey olmasa da asıl değişimin seyirci değil siyasal özneler olduğumuz gerçeğini hatırlayarak gelebileceğini unutmamakta fayda var. Politik olayları nasıl deneyimlemeyi tercih edersek politik süreç de ona göre işliyor.
Kemal Büyükyüksel – Doktor Adayı, Koç Üniversitesi, Siyaset Bilimi