Emek Düşmanları – Kadir Demiryürek
Topluma bir ceset hükmediyor -‘Ücretli iş’in cesedi. Dünyanın dört bir yanındaki bütün güçler, bu hükümdarlığı savunmak için birleşmişler: Papa ve Dünya Bankası, Tony Blair ve Jörg Haider, sendikalar ve işverenler, Alman çevrecileri ve Fransız sosyalistleri. Hepsinin anladığı tek slogan: İş, iş, iş!
“Emek en yüce değerdir.” Bu söze ne zaman rastlasam kendimi çıkışsız biçimde değersiz hissederim. Hislerimi dışavursam “emektar” toplumumdan aforoz edilirim. Bu tehlikeye karşın devrimci de olamam. Çünkü devrimciliğin onsuz olunmaz şartı, emeğin yüce bir değer sayılmasıdır. Böylelikle ezenle ezilenin, sömürenle sömürülenin on yıllardır süren çatışmasının sürekliliğinin teminatı, tarafların, emeğin en yüce değer olduğu konusunda uzlaşmasıdır. Uzlaşmaya karşı olanların bu kutsal savaşta ve onun şanlı tarihinde yeri yoktur.
Biz ötekiler, “emeksiz” bir yaşamı arzulayanlarız. Şimdilerde prekarya denilen bir toplamın içinde, kör karanlıkta seyir halindeyiz. Türkiye’nin işçileri ve işsizleri olarak, hep daha kötü koşullarda emeğimizi talep edenlerle hep daha iyi koşullarda emek vermemiz gerektiğini savunanların mücadelesinin sonuçlarını, zihinlerimizde ve bedenlerimizde deneyimlerken, iki grubun da emek vermemiz konusunda ihtilaf yaşamamasını son derece ilginç buluyoruz.
Çalışma ve çalışmama koşullarının yaşamaya izin vermeyecek boyutlara ulaştığı ülkemizde, politikacılar her gün işsizliğe vurgu yapıyor. İdeal olarak konulan, işsizliğin %0 olduğu bir düzenin hüküm sürmesi. Öyle ki işsizliğin ne kadar kötü bir durum olduğu konusunda herkes mutabık. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, yeter ki herkes çalışsın. “Çalışmak kadar güzel bir şey var mı?” “İnsan ekmeğinin peşinde olmalı!” E(k)mek mücadelesi en kutsal mücadele olarak görülüyor. Bu görüş Siyasal İslam’ın, Liberalizm’in, Sol’un ve de geleneğin anlatılarıyla destekleniyor. Tembellik, boş zaman ve hiçbir şey yapmama talebi, bir tür ahlaksızlık, bir tür zayıflık, hastalık ve hatta tehlikeli bir eğilim olarak kodlanıyor.
Emek, hiçbir şekilde, insanların doğayı dönüştürüp birbirleriyle etkileşim içine girmesiyle aynı şey değildir. İnsanlar, var oldukları sürece evler inşa edecek; kıyafet, yemek ve bir sürü başka şey daha üretecekler. Çocuk yetiştirecek; kitap yazacak; tartışacak; bahçe kuracak ve müzik yapacaklar. Bu, açıklamaya gerek olmayan apaçık bir gerçek. Gelgelelim, içeriğine bakmaksızın, katılımcıların ihtiyaç ve arzularını dikkate almaksızın, kendi içinde insan faaliyetinin –salt “emek gücü sarfiyatı”nın– toplumsal ilişkileri yöneten soyut bir ilke konumuna çıkarılması, hiç de apaçık bir gerçek değildir.
Sol’da şöyle bir yanılgı var: sanılıyor ki insanın ayırt edici özelliğinin alet yapabilmesi (homo faber) olduğunu söylemek, zorunlu olarak, alet yaparken “emek” ortaya koyduğunu söylemeyi getiriyor. İşçi hareketi için emek en doğal, en temel kavram olarak kabul ediliyor. Oysa hayvan kemiklerinden alet yapan insanın bu yapma faaliyeti ile modern zamanlarda iş gücü piyasasında emeğini satma işi aynı değil. Emek, insanın doğal yaşam atılımının (elan vital) sonucunda gerçekleştirdiği bir etkinlik değil, modern zamanın “piyasa”sında faaliyetlerin kapitalist bir biçimlenmesi. Sarf edilen –kafa ya da kol- gücünün satılabilir haline “emek” deniliyor.
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, “emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır” önermesine karşı çıkıyor:
“…insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olan doğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir ki, onun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yanlış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pek iyi temellere sahiptir; çünkü, salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.
Marx’ın sözlerinden hareketle, insanın doğaya yabancılaşarak ona hükmetmesini sağlayan, zenginliğin –ve dolayısıyla sömürünün kaynağı olan emek, burjuva tarafından yüceltilir ki, emeğin maddi koşullarının sahiplerince sömürü düzeni devam ettirilebilsin. Anlaşılıyor ki üretim araçlarının sahipleri için emek, sahiden de en yüce değerdir.
İşçinin işçi olmasını sağlayan şey de emektir. Kapitalizmde insanın değeri, emeğinin iş gücü piyasasında paraya tahvil edilebilirliği ile ölçülür. Kapitalizmde insan, emeğidir. Emeğini satarak hayatta kalan “emekçi”, emeğe indirgenerek bir bakıma metalaşır ki burada insan piyasada ve piyasa toplumunda kendine kaçınılmaz olarak yabancılaşır. O halde işçinin işçi olmaktan, emekçi olmaktan kurtulması, kurtuluş mücadelesi için ise emek kavramını Nietzscheci anlamda değerden düşürmesi gerekir. Oysa solcuların tam da kapitalizmin arzu ettiği biçimde emeği yücelttiğini, ona kapitalizm tarafından zincire vurulmuş bir tür “kendinde iyi” anlamı yüklediğini görüyoruz. Böylelikle kurtulunması gereken şey beslenerek, devrimsel süreç kendi altını oymuş oluyor.
Türkiye’de emeğin tüm kesimler tarafından yüceltilmesi, bugün artık en çok nefes almak için bir çıkış arayan çocukları ve gençleri avlıyor. Hizmet sektörünün çarklarında sıkışanlar, iş cinayetiyle intiharın arasında bir Limbus’ta “yaşıyor”. Distopyanın kimsesizleri olan çocuklar ve gençler, çok ağır çalışma koşulları ya da daha ağır işsizlik koşulları içinde çaresizce bir çıkış arıyorlar. Ancak yüzlerini Sol’a çevirdiklerinde, onlara şu vaat ediliyor: merak etmeyin, devrimden sonra emeğiniz kapitalizmin boyunduruğundan kurtulacak ve bol bol, rahat rahat, özgürce emek verecek, çalışmanın kutsallığını, arada kan emici burjuvalar olmadan vecd ile yaşayabileceksiniz!
Hala hayal kurabilenleri tatmin etmekten uzak vaatlerle birlikte, son umut da onlara karanlığın tonlarından başka bir şey sunmayınca, her koşulun esarete çıktığı bir esaretin içinde gençler, ölümü tercih ediyor. Bu çıkışsızlıkta nice Furkan Celep’ler yitip gidiyor.
Çalışmanın (emek, alın teri, iş gücü, arbeit) her kesim tarafından bunca yüceltilmesi karşısında kendi alternatiflerini üreten gençler, dijital evrende dünyalar kurma yoluna gidiyor. Burada emeğin emek olmaktan mümkün olduğunca çıkarılmış halini icra ederek bazıları iyi kazançlar elde ediyor. Ancak çoğu gencin çabası, imkânları dâhilinde sonuçsuz kalıyor. Yine de kendilerini ifade etmek, dertleşmek adına buralarda birbirlerini buluyorlar. Pandemide iyiden iyiye yok sayılan, ev adı verilen hücrelere sıkışan hayatlarını, hücrelerarası bir ağ ile genişletmeye çalışıyorlar. İşin daha kötü yanıysa, boğucu kırılganlığa savrulmuş ruh halleri, akıllarını popülist siyasetçiler tarafından kolayca çelinecek duruma sokuyor. Daha iyi bir yaşam vaadine çöldeki bir vaha gibi koşuyorlar. Liberal jargonu iyi kullanan kurnaz kamuoyu sözcüleri, burada kendilerine önemli kazançlar sağlıyor.
Kurdukları dünyaları güvenli değil: sık sık istilaya uğruyor. Türkiye hemen her alanda gericiliğe teslim olurken, bu gerilemeye salık veren önceki nesillerin hışmı gençlerin üzerinden eksik olmuyor. Tembel olmakla, zora gelememekle, emek olmadan yemek istemekle suçlanıyorlar. Yargıç görevi üstlenen önceki nesiller, ne kadar çalışkan olduklarını, yaşadıkları talihsizliklere rağmen nasıl da büyük bir dirençle çalışmaya devam ettiklerini övünerek anlatmayı ihmal etmiyorlar. Gençler, ezilenler tarafından da eziliyor.
Ne olursa olsun, hayat hangi engeli çıkarırsa çıkarsın emek sarf ederek toplum içinde bir yere gelmek (?) bir tür erdem sayılıyor. Özellikle piyasanın tahakkümünde olan siyasette, akademide, bilimde ve sanatta “başarı” öyküleri biz başarısızların kafalarına vurulmak üzere her daim hazır tutuluyor. Emek sarfına karşın başarı elde edememişler ise, ne olursa olsun emek vermeye devam etmenin gerekliliği konusunda iman dolu bir tavır sergiliyorlar.
Nasıl oluyor da herkesin bunca emek verdiği bir ülke şimdi bir çöküş ve çürüme içinde? Nasıl oluyor da emeğe bunca tapılan bir ülkede, tıpkı kapitalizmin öteki coğrafyalarında olduğu gibi, emeksizler (işsizler) ordusu gittikçe ve zorunlu olarak büyümekte? Herkesin daha çok, daha çok emek vaaz ettiği bir toplumun buyruğunu yerine getirmek istesek bile satamıyoruz emeğimizi.
Öyleyse biz ötekiler devrimi, kapitalizmin piyasa toplumunda fiyatımızı belirleme ölçütü olan emeği ortadan kaldırmak için arzuluyoruz. Ekmek, alın teri gibi ahlaki kılıflarla yaşamlarımız üzerinden yapılan tacirliği reddediyoruz. Her yaşam atılımımız karşısında, yetersizliğimizi etimize kazırcasına belleğimize nakşeden, kendileriyle aramızdaki emek farkını vurgulama zevkine karşı koyamayanların nasihatlerine karnımız tok. Biz o nasihatperest emek müminlerinin cehenneminde yaşadığımızı gayet iyi biliyoruz. Yaşama duyduğumuz açlığı gidermeyi, yaşama dair öğrenmeyi istediğimizde, emek hiyerarşisinin dışında, -emek müminleri çok öfkelenecek ama- hiç emek harcamadan elde edebiliyoruz bir şeyleri. Sonsuz emekler sonucunda elde edilmiş “başarı” hikâyelerinden tiksinti duyuyoruz.
Emeğe düşmanız. Çünkü kapitalizme sahiden düşmanız. Ölüyoruz ama kalabalıklaşıyoruz da. Yeni emek düşmanlarını yaşamın kıyısında bekliyoruz.
Kadir Demiryürek