Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Var: Almanya’da Sosyal Demokratlar Diriliyor mu? – Emrah Aslan
Almanya siyasetinde sosyal demokratların son birkaç haftada yarattığı bir deprem yaşanıyor desek, abartmış olmayız. Sadece birkaç hafta öncesine dek Hristiyan Birlik Partileri’nin (CDU/CSU) 8-10 puan, Yeşillerin 3-4 puan gerisinde seyreden SPD, Ağustos ortasından itibaren aradaki farkı kapatmakla kalmadı, sözgelimi 13 Eylül tarihli anketlere göre CDU/CSU’nun yaklaşık 6 puan, Yeşiller’in de yaklaşık 11 puan önüne geçti. Peki 2018’den bu yana süren ve ibreyi yeni CDU/CSU – Yeşiller koalisyonuna çeviren anket sonuçları, ne oldu da son birkaç haftada altüst olup SPD lehine değişmeye başladı ve sosyal demokratlar çok uzun yıllardan sonra iktidarın en güçlü adayı haline geldi? SPD’yi 15 yıl aradan sonra anketlerde ilk sıraya taşıyan faktörlere göz atmakta fayda var.
1- CDU/CSU’nun başbakan adayı tercihi: Zirvedeki partiyi eriten kötü tercihler
Birkaç hafta öncesine dek anketlerde açık ara önde giden CDU/CSU, başbakan adayının Armin Laschet olarak resmileşmesinin ardından önce durgunluğa, ardındansa istikrarlı bir düşüşe geçti. Almanya’nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren-Vestfalya’da başbakanlık görevini yürüten Laschet, halk nezdinde oldukça yüksek bir popülariteye sahip olan Bavyera Başbakanı Markus Söder karşısında CDU delegelerinin desteğini arkasına almış ve Söder’i saf dışı bırakıp Birlik Partileri’nin başbakan adayı olarak ilan edilmişti. Oysa Almanya genelindeki pek çok ankette Söder, Birlik Partileri’nin ortak adayı olarak öne çıkan ve başbakanlık için ismi en çok geçen isimlerden biriydi. Sözgelimi 2020 sonlarında yapılan bir ankete göre Almanya’da halkın %52’si ve CDU/CSU tabanının yaklaşık %73’ü, başbakan adayı olarak Söder’i görmek istediğini belirtiyordu. Pratik becerisi yüksek, pragmatik ve farklı şartlarda esnek çözümler üretebilme kapasitesine sahip bir yeni nesil sosyal muhafazakar siyasetçi olan Söder, CDU-CSU arasındaki iktidar mücadelesine kurban gitti denilebilir. Sempatik ama silik bir isim olan Laschet, Söder’in yarattığı iş bitirici, icraat odaklı ve pozitif enerjiyi yaratmakta yetersiz kaldı.
2- Yeşiller’in kitleselleşmesi önündeki engeller:
1980’lerde Batı Almanya siyasetinde görünür hale gelmeye başlayan Yeşiller’in federal düzeydeki tek iktidar tecrübesi, 1998 – 2005 arasında SPD ile koalisyon ortağı olduğu dönemdi. Bunun dışında yerel düzeyde pek çok eyalette ve kentte yönetime katılan Yeşiller, federal düzeyde SPD’den CDU/CSU’ya ve FDP’ye uzanan bir yelpazede iş birliği kapısını açık tutan bir pragmatizmi benimsemiş bir parti, bu nedenle pek çok farklı koalisyon denkleminde Yeşiller’in ismini görmek mümkün. Yeşiller’in 2021 seçimine dair ilk eksi puanı, sol seçmen nezdinde popüler bir isim olarak görülen ve merkez sağ seçmenin de ılımlı bir gözle baktığı Robert Habeck’in Başbakan adayı olmamasıydı. Daha düşük profilli bir isim olan Baerbock, özellikle dış politika, Avrupa bütünleşmesi, yoksulluk, işsizlik parası, asgari ücret, yeni istihdam alanlarının yaratılması gibi öncelikli konularda sosyal demokratlar ve Hristiyan Birlik Partileri kadar öne çıkamadı. Ekolojik kaygıları öne alan politika önerileriyle öne çıkan Yeşiller’in, büyük koalisyon ortağı olarak ülke sorunlarına yeterince yanıt verip yeremeyeceği konusu, seçmen nezdinde bir soru işareti. Habeck’in kişisel karizması bu kaygıları bertaraf etse de Baerbock bu konuda pek başarılı değil.
3- SPD’de yıllar sonra oluşan kanatlar dengesi
SPD tarihsel olarak bir kanatlar partisi ve partinin hangi politikaları izleyeceğinde kanatlar arasındaki ilişkiler epey belirleyici olur. Gerhard Schröder döneminden beri partinin sağ kanadının baskın olduğunu ve başbakan adaylığı süreçlerinde sağ kanadın belirleyici olduğunu düşünürsek, 2021 seçimi bu anlamda ciddi bir kırılmaya işaret ediyor. 2019 sonunda sürpriz bir şekilde eş genel başkan seçilen partinin sol kanadının temsilcileri Şaşkia Esken ile Norbert Walter-Borjans, adaylık sürecinde partinin sağ kanadına yakın duran Maliye Bakanı Olaf Scholz ile dengeli bir ilişki kurma yoluna giderek kamuoyunda popülaritesi yüksek bir isim olan Scholz’un Başbakan adaylığına destek çıkarken, Scholz de partinin seçim programının hissedilir ölçüde sola kaymasına ikna oldu. Böylece bir yandan SPD’nin en popüler ismi başbakan adayı olurken, öte yandan SPD uzun yıllardan beri ilk kez pek çok soruna net, soldan ve somut çözümler öneren, ikna edici bir seçim programla yanıt verebildi.
4- Başarılı Seçim Programı: Ajanda 2010’dan Kopuş ve Sosyal Devlet – 2025 Konsepti
SPD, 2019 yılında kabul ettiği Sosyal Devlet – 2025 programıyla, partinin Schröder döneminde benimsediği ve “yeni merkez” söylemiyle partiyi belirgin şekilde sosyal demokrasinin sağında konumlandıran Ajanda 2010 çizgisine mesafe aldığını ve 2020’leri daha sosyal ve daha sol bir çizgide yorumlayacağını ilan etti. Ajanda 2010 Programı’nda devleti küçültmekten, iş piyasasını iş bulmayı kolaylaştırmak adına daha esnek hale getirmekten ve sosyal yardımların çalışmayı ve istihdamın genişlemesini teşvik adına azaltılmasından bahseden SPD, Sosyal Devlet – 2025 Programı’nda ise sosyal devleti geliştirmekten, yoksulluğu azaltmaktan, ekonomik adaletsizliği gidermekten ve gençlerin gelecek kaygılarına yanıt vermekten bahsetti. Bununla birlikte SPD’nin önde gelen isimlerinin Ajanda 2010’u tümden reddetmediğini ve “dönemin şartlarında” Ajanda 2010’un başarılı bir yanıt olduğu, fakat bugün yeni bir şeyler söylemek gerektiği noktasında olduğunu anımsatmak gerekiyor. SPD’nin 2021 seçim bildirgesi olan ve partinin sol kanadıyla Scholz’un temsil ettiği merkezci kanadın birlikte hazırladığı “Gelecek Programı” ise, ilkeleri büyük ölçüde Sosyal Devlet – 2025 Programı’na dayanan ve sosyal devletin güçlendirildiği, iklimden dijitalleşmeye dek hemen hiçbir alanı ıskalamayan, Almanya’yı 21.yüzyilin ikinci yarısına hazırlamayı hedefleyen kapsayıcı bir gelecek manifestosu olarak düşünülebilir.
SPD’nin seçim bildirgesinin en vurucu ve sosyal politikaya dikkat çeken cümlelerinden bir tanesi, yurttaşlık parası (Bürgergeld) vurgusuyla, “Bozuk bir çamaşır makinesinin tamiri ya da yeni bir kışlık ceket almak, yurttaşlar için dayanılmaz bir yük olmamalıdır” ifadesi. Seçim bildirgesinde gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğe sıkça dikkat çekilirken, sosyal politikaların güçlendirilmesinin yolunun şirketlerin ve varlıklı kişilerin yüksek şekilde vergilendirilmesinden geçeceği de açıkça vurgulanıyor. Saatlik asgari ücretin 12 Euro’ya çıkarılarak düşük maaşlı işlerde çalışan insanların hayat standartlarının yükseltilmesi ve düşük ücretlerle çalışanları destekleyen sosyal fonların güçlendirilmesi, işsizlik parası ödemesinin kolaylaştırılması ve işsizlik parası alma süresinin uzatılmasıyla işsizlik sürecinin karmaşık bürokratik süreçlerden arındırılması ve işsizlerin daha güçlü finanse edilmesi, alt ve orta sınıf üzerindeki vergi yükünün azaltılarak vergi yükünün üst gelir gruplarında yoğunlaştırılması, “Çocuklar İçin Temel Geçim Güvencesi” ile çocuklara dönük farklı isimlerdeki yardımların tek çatı altında toplanması ve daha etkin hale getirilmesi gibi öneriler, SPD’yi diğer partilerin önüne geçiren hususlar oldu. Öte yandan SPD, iklimin korunmasıyla ilgili özellikle endüstriyel kurumlara dönük hızlı ve yapıcı önlemlerin alınmasını destekleyeceğini vurgulayarak, iklim politikaları alanını Yeşiller’e bırakmaya niyetli olmadığını da göstermiş oldu. SPD, iklim hedeflerine 2045 yılından önce ulaşmayı ve doğayla barışık bir endüstriyel sektörü inşa etme hedefini taşıdığını her fırsatta vurguluyor.
Sonuç Yerine
SPD’nin 2021 seçim programı, partinin Schröder dönemindeki üçüncü yol politikalarını tümden reddetmemekle birlikte neoliberal Ajanda 2010 Programı’na ciddi bir mesafe alınmasını ifade ediyor. Ajanda 2010 reformları ile 1998 – 2005 arası dönemde Almanya’daki sosyal devlet denklemine en büyük darbeyi vurmakla eleştirilen SPD, aradan geçen uzun zaman diliminde bu algıyı değiştirmeyi ve Almanya’da artan emekli yoksulluğuna, genç işsizliğine ve gelir adaletsizliğine karşı sosyal politikayı, varlıklı kesimi yüksek vergilendirmeyi, adil bir gelir dağılımını savunmayı planlıyor. Buradaki soru işareti, SPD’nin Schröder dönemine ve Ajanda 2010’a dair kapsamlı bir özeleştiri vermeksizin bunu yapıp yapamayacağı. Seçim bildirgesindeki hususların ne kadarının hayata geçebileceğini ise SPD’nin hangi partilerle koalisyona gideceği ve koalisyon müzakerelerinde partinin hangi kanadının daha etkin olacağı belirleyecek. Başka bir deyişle partiyi ciddi anlamda sola kaydırdığını düşündüğümüz Sosyal Devlet – 2025 Programı ve seçim bildirgesinin reel hayata ne kadar yansıdığını, SPD’nin 26 Eylül’den sonraki tercihleri ve yönelimleri gösterecek.
Olaf Scholz’un, “Verimli bir piyasamız var ve refahımızın temelinde bu yatıyor” demeciyle, “Bağlı olduğumuz temel kuralları (AB politikaları, vergi politikaları, uluslararası iş birlikleri) sarsmak bizim için maliyetli ve riskli olacaktır” demecini birlikte okumak, Sol Parti’ye kıyasla liberal FDP’ye koalisyon ortaklığı önerme konusunda istekli olacağını gösteriyor. Öte yandan FDP lideri Lindner’in, “SPD birinci olsa bile halkın en az %70’i onlara oy vermemiş olacak” demeci de SPD açısından kolay olmayan bir müzakere sürecinin kapıda olduğuna işaret. Bununla birlikte merkez sağ ve soldaki hiçbir partinin, koalisyon süreçlerine dair keskin ve köprüleri atacak bir pozisyon içerisinde olmadığını anımsatmak gerekiyor.
CDU/CSU’nun yüksek karlı şirketler ve çok kazananlar için getirmek istediği ve yaklaşık maliyeti 30 milyar Euro’yu bulan vergi indirimi planını, “Toplumsal dayanışmamıza zarar veren, ahlaksızca ve gereksizce bir öneri” olarak nitelendirip şiddetle reddeden Scholz’un, vergi indirimleri ve ekonomide liberalleşme konusunda daha CDU/CSU’nun sosyal muhafazakarlığının aksine daha agresif ve neoliberal fikirlere sahip FDP ile nasıl bir zeminde ortaklık kurabileceği, ciddi bir soru işareti.
26 Eylül sonrasında başlayacak koalisyon görüşmeleri, aynı zamanda Almanya’da sosyal demokratlarin sola kayma konusunda ne kadar ciddi ve derinlikli bir pozisyonda olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyacak. Yeni programına ve seçim bildirgesine mesafeli bir koalisyon protokolüne imza atacak bir SPD, gelecekteki değişim ve dönüşüm iddialarının altını doldurmakta epey zorlanacaktır. Bakalım Olaf Scholz, giyinmek üzere olduğu bu ateşten gömleği taşıyabilecek mi?