DünyaEkoloji ve İklimPolitikaYaşam Tarzı

Jean-Luc Mélenchon: Kısa Vadecilik Diktatörlüğüne Son Verme Zamanı – Çeviri: Yusuf Can


Fransız solcu lider Jean-Luc Mélenchon, yazısında, iklim değişikliğiyle mücadele için piyasaya temelli teşviklere değil, uzun vadeli planlamaya ihtiyacımız olduğunu savunuyor.

Jean-Luc Mélenchon’u Jacobin’deki yazısının Türkçe çevirisidir.

Siyaset felsefesinden hoşlanmıyorsanız, bu yazıyı atlayabilirsiniz. Önemli değil. Yok eğer hoşlanıyorsanız, hazırlanın, başlıyoruz.

Çoğumuzun bildiği gibi, iklim değişikliği mevcut siyasi atmosferdeki diyaloglara hâkim durumda. Ancak birçok insan, iklim değişikliğinin etkilerini alışılagelmiş şekliyle düşünüyor; doğanın uzun ve düzenli döngülerinin ve buna ek olarak insan faaliyetlerinin sebep olduğu günlerde olduğu gibi. Ancak yüzleştiğimiz problem bir iklimden diğerine geçişten çok daha fazlası. Süreç o şekilde işlemeyecek. Her şey değişiyor- değişimin kendisi bile. Artık tamamen yeni bir duruma, kalıcı ve “yapısal” bir belirsizliğe, yani olayların gidişatının doğasına bağlı bir sürecin içine girmiş bulunuyoruz.

Okuyucularıma güvence vereyim: Zamanın doğası üzerine uzun uzun tartışmayacağım. Zaten L’Ère du peupleadlı kitabımda politik bir bakış açısıyla bu konudaki fikirlerimi belirttim. Sadece genel fikri aktaracağım: zaman, içinde geliştiği toplumsal evrenin bir özelliğidir. O halde, dominant zamanlar ve domine edilen zamanlar vardır. Bu düşünce biçiminde, ekolojik planlama, günümüzün kapitalist toplumunu yöneten kısa vadecilik diktatörlüğünden çekip aldığımız ‘uzun zamanın’ yeniden kazanılmasıdır. Ekolojik planlama yoluyla “uzun zamanın kolektif mülkiyeti”nden bahsettim. Bu fikri de piyasanın kısa vadeci yapısının ve “tam zamanında” piyasa toplumunun her birimize kendini dayatmasıyla ortaya çıkan ‘zamanın özel mülkiyetinin’ karşısına bir antitez olarak koyuyorum. Bu kadarını söyledikten sonra olayları belirttiğim şekilde görmenin kendisinin, içinde bulunduğumuz belirsizlik çağında karşılaştığı zorluklara dönüyorum.

Kaybedilen Kesinlikler

Uzun zamanın kolektif mülkiyetini almak ve bunu toplumun ritminde bir öncelik haline getirmek, insan faaliyetinin döngülerini doğanınkilerle uyumlu hale getirmeyi mümkün kılar. Yeşil Kural kapsamındaki ana hedef budur. Dahası, Yeşil Kural bunu kısaca şöyle ifade eder: “Doğadan yenileyebileceğinden fazlasını almayın.” Bu durumda, üretim döngüsü, doğanın kendisinden alınanı yenilemesi için gereken belirli zamansallık (süre) ile uyumludur. Bütün bunlar tek bir temel koşula bağlıdır: öngörülebilirlik. Ve bunun da bir ön koşulu var: neden ve sonuç arasında stabil bir ilişki olması şartı.

Somut gerçeklikte, bu ilişki genellikle doğrudan ve otomatik görünür. Ancak biz farkında olmasak da bu bir kesinlik değil, olsa olsa bir ‘yüksek ihtimali’ işaret eder. Eğer, A nedeni, vakaların yüzde 90’ında B etkisine karşılık geliyorsa, bunu bir kesinlik olarak görmek mümkün olabiliyor. Ama biz farkında olmasak da tam olarak kesin değil. Bu yüzde 10’luk belirsizlik (her ne kadar zayıf da olsa) materyal evrenin bir özelliği. Bunu aşmak pek mümkün değil. Öte yandan, iklim değişikliği, güçlü (yüzde 90’lık) neden-sonuç zincirini kırar- örneğin, mevsimler artık yağmur, rüzgar veya sıcaklık gibi konularda alışılagelmiş etkileri üretmediğinde. “Örneğin” dememin iyi bir sebebi var.

Böylece, gerçekler ve düzenli olaylar arasındaki bağlantıları gözlemlemeye dayanan geleneksel bilgilerin çoğu tepetaklak oldu. Bu düzenli olayların işleyişleri, yıldız veya güneş konumlarıyla denk düşmeleri sayesinde fark edildiler, anlaşıldılar ve bir birikim haline gelerek yayıldılar. Sirius yıldızının yükselişi, Nil’in taşmasına denk düştü. Nitekim çiçeklerin açması ve hayvan mevsimleri gibi her türlü doğa olayı ve hatta her türlü sosyal ve politik olay, Nil seli ile denk düştü. Örneğin, taşkınlar sebebiyle oluşan yeni zemin yüzeylerinin ölçülmesinden sonra vergilerin yeniden belirlenmesi. Ya da su seviyelerindeki yükselme sayesinde büyük yapı taşı nehir taşımacılığının ve bu taşları kullanan şantiyelerin yeniden başlaması. Bu bağlamda doğal, dini, siyasi ve ekonomik zamansallıkların öngörülebilirliği ve uyumu çok yükseldi. Belki de eski Mısır uygarlığının dönemlerinin her birinin bu kadar uzun sürmesinin nedeni budur. Sanki hayatın temel koşullarının istikrarı, bir tür durdurulamaz metronommuş gibi.

Benzer şekilde, kutuplar ve ekvator arasındaki deniz suyunun dolaşımı, binlerce yıl boyunca iklimsel ve dolayısıyla tarımsal ve sosyal olayların döngüsünü belirledi. Kutuplardaki buzulların erimesi ve tropiklerin giderek daha fazla ısınması, yıldızların konumu ve yağmur, güzel hava, toprağı sürme zamanı ya da meyve toplama zamanı gibi temel olayların arasındaki nedensellik ilişkisini gevşetti. Geçen Nisan ayında Titicaca Gölü’nde tanıştığım Fransız ve Bolivyalı araştırmacılarla yaptığım tartışmalar bana bu durumu öğretti. Bu tartışmalar, aynı zamanda, beni halihazırda çok uzun zamandır yaptığım kişisel bir sorgulamaya da götürdüler.

Kaos

1991’de yayınlanan ilk kitabım (À la conquête du chaos), seyri doğrusal olmayan, yani düzenli bir şekilde ilerlemeyen ya da başka bir deyişle, etkileri nedenleriyle orantılı olmayan fenomenleri ele aldı. Bu tür bir fenomen genellikle Madrid’de kanatlarını çırpan ve Tokyo’da bir kasırgayı tetikleyen bir kelebeğin örneği ile açıklanır. Ama bu tanımın dahiyane sadeliğine rağmen çok garip olduğunu biliyorum. Ben kişisel olarak, sürücüsü yaban arısı tarafından sokulan, düz bir yolda sabit hızla giden bir araç tanımını tercih ederim. Tek ve küçücük bir faktör araya girer ve tüm sistem farklı bir yola sapar. Bu değişim de yeni rotada düzinelerce öngörülemeyen olaya sebebiyet verir. Bu az bulunan bir fenomen değil, gerçek hayatta olağanüstü yaygın bir fenomendir. Dinamik bir sistem açısından, bu tek kelimeyle özetlenebilir: çatallanma. İşbu bağlamda, nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkilerde büyük bir belirsizlik vardır.

Bu durumun bir başka sonucunu da belirtmek gerekir. İklim değişikliği asırlık bağlantıları zayıflatırken geleneksel bilgi sorgulanırsa, meydan okunan tek bilgi bu olmaz. İklim gibi küresel bir sistemin unsurları arasındaki operasyonel ilişkiler hakkındaki bilimsel bilgi, aynı zamanda, hiç de lineer olmayan ve çatallanmaya tabi olan dinamiklerle de ilgilidir. İklim, yarı kararlı bir küresel sistemdir- yani, dengenin kırılgan sınırındadır. Yörüngesinden saparsa, farklı bir genel duruma doğru kayar. Ancak bu yeni koşulun kendisi, evrimleşme biçiminde daha da istikrarsız olabilir. Belirsizlik, öngörülemeyen zaman dilimlerinde ve biçimlerde hüküm sürer. Siyasetin zamanı ve işleyişine ek olarak, planlamanın içeriği tamamen farklı bir biçime bürünür. Siyaset ve planlama, spesifik, aşılması mümkün olmayan bir belirsizlik tarafından yönetilirler. Bu belirsizlik, neler olduğunu anlamak için araçlarımıza veya akıl yürütmemize bel bağlayamaz. Şahsına münhasır olayların karakterine bağlıdır. Bolivya’dayken Le Journal du Dimanche‘de bu belirsizlik hakkında bir makale yazdım. Gezegen ekolojistleri tarafından tartışılmadığı için üzgünüm (sayılarının çok olduğunu göz önünde bulundurursak).

Bu konuya geri dönüyorum çünkü bu farkındalık önümüzdeki sürecin nasıl yönetileceğine dair düşüncenin yenilenmesine yol açmalı. Pandemi, içinde yaşadığımız ekonomik sistem gibi entegre bir küresel sistemin, küçük ve tesadüfi bir neden (bir virüs – hayvanlardan insanlara geçen hastalıkların halihazırda var olan ekonomik nedenleri böyle bir olayın meydana gelme olasılığını büyük ölçüde artırmasına rağmen) tamamen yeni bir yörüngeye girebileceğini gösteriyor. Bu çatallanmanın tam sonuçları henüz net değil. Ve bu gerçekliğin gelecekteki dünya sistemini tekrar etkileyeceğinden emin olabiliriz. Şimdilik, en azından kısmi bir ders çıkardığımı söyleyebilirim.

Plan

Planlama; inşaat, üretim ve tüketimin maddi süreçlerini devreye sokar. Tek başına yeterli olamaz, çünkü süreç içinde iklim değişikliğinin öngörülemeyen doğrudan veya dolaylı sonuçlarından etkilenecektir. Bu nedenle, düşünüm biçimimizi yeniden düzenlememiz ve acilen tüm insanların bir plana- spesifik ayrıntılarına değil, planın tamamına – katılımı olmadan ‘şeylerin yönetiminin’ hiçbir değerinin olmadığını anlamamız gerekli. Uzun süren teknokratlar ve bürokrasiler dönemi, bizi sanki esas olan her zaman ölçülebilir olanmış gibi, siyaseti ölçülere veya rakamlara indirgemeye alıştırdı.

Miktarlar teknokratların alanıdır. Ancak bunların üretimi, nakliyesi ve dağıtımı belirsizliğe karşı oldukça savunmasızdır. O halde, en verimli ve gerçekçi çabanın, ‘şeylerin yönetiminden’ çok, insanların yönetimine odaklanması gerektiğini söylemenin zamanı geldi. Başka bir deyişle, harekete geçirilmiş bir toplum, sayısız öngörülemeyen olayın meydana gelmesine karşı en sürdürülebilir ve etkili tepkidir. Bunun bilinçli, bilgili ve kendiliğinden dayanışma içinde gerçekleşen köklü bir seferberlik olabilmesi için öncelikle doğru koşulların hazırlanması gerekiyor.

Benim için siyasi tartışma, bu koşullarla ilgili bir meseledir- her şeyden önce, toplumda güveni, karşılıklı saygıyı baltalayan, bazı insanlara “her koyun kendi bacağından asılır” yanılsamasını aşılayan eşitsizliklerin düzeyini azaltmak. “Her insan kendisi için” düşüncesi, insanın kendi kullanımı için edindiği nesnelerin sahibi olduğunu varsayar: tankerler, jeneratörler, mal stokları. Ancak gerçekte, tüm bunlar üretim ve lojistik zincirlerine bağlıdır – bu zincirlerin iklim değişikliğinin sebep olduğu olaylar tarafından bozulan ilk ağlar olacağı kesin. Bu anlamda, böyle bir seçenek riskli ve büyük ölçüde yanıltıcıdır. Bununla birlikte, “Her insan kendisi için” düşüncesinin savunucularının toplumun en disiplinsiz unsurlar olma ve kolektif eylemin kısıtlamalarına karşı güce başvurma ihtimali en yüksek gruptur. Başka bir deyişle, bu düşünceye sahip insanlar çözümün değil, sorunun bir parçası olarak görülmelidirler.

Öte yandan, nüfusun bir bütün olarak teknik nitelikleri yükseltilmelidir. Niteliklerin yükselmesi, düzenlenmesi gerekenlerin yıkım ve yeniden yapılanması ile başa çıkmak için çok sayıda kaynak personelinin sağlanmasını mümkün kılar. Bu durum tüm sosyal ortamlar için geçerli. İstenen değişim, mesleklerin nihayet pratik bilimler olarak anlaşılmasını sağlamak adına kamusal mesleki eğitim yapılarının geniş kapsamlı bir şekilde yeniden düzenlenmesini gerektirir. Bana öyle geliyor ki, nüfusun kendiliğinden örgütlenme kapasitesini artırmak için bu gerekli.

Son olarak, ‘kitlesel bir koşulsuz karşılıklı yardımlaşma eğitimini’ teşvik eden güçlü insan dayanışması araçlarına ihtiyacımız olacak. Bu amaçla, tüm gençleri ekolojik ve sivil güvenlik müdahale oluşumlarına dahil etme kampanyalarına ihtiyaç var. Ayrıca burada sanatsal ve kültürel üretimin ve sporun katkılarını da dahil etmemiz gerekiyor. Çünkü sanat, kültür ve spor, insanın inşası ve dayanışması için gereken temel vektörlerden bazıları. Böylece insanlar arasında ve insan ile doğa arasında kurulması gereken uyum, ekolojik imtihanda ve oluşturduğu tehlikelerde somutlaşır, vücut bulur. Ve bu, insanların daha fazla insanlaşmasına bağlı.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu