Laiklik

Türkiye’nin Kangreni: Cemaat ve Tarikat Pençesinde Laiklik Savaşı – Nil Hanedan

Toplumlar, bedelini kanıyla ödeyerek elde ettiği kazanımları ne yaşarlarsa yaşasınlar bir daha bırakmazlar. Bedelinin kanla ödendiği bir ilke, bir kavram, bir değer hangi nesil gelirse gelsin bir daha kaybedilmez, kaybedilmesi teklif dahi edilemez. Söz gelimi vatanseverlik ve bağımsızlık, bu ülkenin uğruna istiklal mücadelesi verdiği ilke/kavram ve değerdir. İşbu toplumumuzda hangi ideoloji, parti, din, tarikat, akım, sınıfa giderseniz gidin hepsinin nadir ortak paydalarından biri vatanseverlik, vatanperverlik, bağımsızlık ve istiklaldir. Bu kazanımlar, toplumun en fazla sınandığı zaaflarının sonucudur. Yani biz toplum olarak en fazla bağımsızlığımızı kaybetmenin korku ve kaygısıyla yaşadık, sürekli bununla sınandık, 16. yüzyıldan itibaren bağımsızlık ve istiklal mücadelesi uğruna kan ter gözyaşı döktük, bazen başardık sanıp rehavete kapıldık bazen de her şey bitti sanıp kaybedecek bir şeyimizin yokluğuyla cepheye atıldık. Velhasıl bizim ülkemizde bağımsızlık ve vatanseverlik, hiçbir kurum ve kuruluş tarafından tartışılamaz, tartışılması tartışmaya bile açılamaz. 

Bu girişi bir de Fransa özelinde ele alalım. Asırlarca din ve devlet işlerinin arasında sıkışıp kalan, bu iki kurum arasında toplumun sürekli bir savaş alanı olduğu Fransa! Kilise ve Bilim, Demokrasi ve Otokrasi, Özgürlük ve Despotluk, Bireysellik ve Hegemonya….  Bu dikotomik kavramlara bakınca Fransa’nın insanlık tarihine kanıyla bedel ödeyerek kazıdığı ihtilal ne uğruna yapılmış olabilir? Evet, toplumumuzdaki insanların tarihi ve toplumsal arka planına bakmadan, tamamen duygusal reaksiyonlarla karşı çıktığı Laiklik, Sekülerlik! Fransa din ve devlet arasında kan revan içinde geçirdiği sancılı asırların sonunda Laikliği ve Sekülerliği doğurdu. Nasıl bizim sancımız bağımsızlık ve istiklal uğruna olduysa Fransa’nın sancısı da laiklik ve sekülerlik uğruna oldu. Bugün Fransa’da laiklik ve sekülerlik, hiçbir kurum ve kuruluş tarafından tartışılamaz, tartışılması tartışmaya bile açılamaz. 

Modernite sonrası toplumlarda İstiklal Harbi gibi, Fransız İhtilali gibi tankla tüfekle (hard power)  savaş olmaz; kurumlar arası iktidar ilişkileri ve bireyler arası çıkar savaşlarının başını çektiği sosyopsikolojik bir harp (soft power) olur. Dolayısıyla bugün, doğrudan cepheye inilmediği için bizler, toplum olarak hangi ilkenin hangi değerin bedelini ödemekte olduğumuzu anlamıyoruz. Anlatalım vesselam. 

Karşılaştırmalı bir girişten sonra yazının sebebi telifine gelelim; bu ülke iki asırdır düpedüz laiklik ve sekülerlik sancısı çekiyor. Toplum, din ve devlet arasında tıpkı Fransa’daki gibi cephe haline düşürülmüş ve her geçen gün kan kaybetmeye devam ediyor. Gelen her siyasi iktidar sekülerlik ve laiklik mücadelesinde kendi metodunu, kendi amacını, kendi ajandasını ağır toplumsal bilançolara rağmen uyguluyor. Evet sağı solu fark etmedi maalesef, dürüst olalım, her siyasi iktidar sekülerlik ve laiklik mücadelesinde, -iyi ve rasyonel bir niyete sahip olsa da- uyguladığı yanlış metotlarla topluma sürekli kan kaybettirmeye devam ediyor. Bugün Enes Kara’nın intiharı, bu toplumsal kayıplardan sadece biridir. Görüldüğü gibi cephede cereyan etmezse bile ilkeler ve değerler kan ve canla elde ediliyor. Hatta 15 Temmuz’da cereyan eden FETÖ darbesini ve o darbede hayatını kaybeden yüzlerce vatandaşımızı da bu minvalde değerlendirebiliriz. O gün de kan kaybedildi, bugün de… Şimdi bu intiharın ve 15 Temmuz’da hayatını kaybedenlerin neden sekülerlik ve laiklik sancımızın bir bedeli olduğunu cemaat, tarikat, siyasi partilerin tutumları ve kamusallık üzerinden ele alalım. 

Bu ülkede din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından daha büyük bir sorun var, o da “neyin din işi neyin devlet işi olduğunu bilmemektir!” Gerçek şu ki; tarihin hiçbir döneminde toplumun tamamından dini çıkarıp atmak mümkün değildir. Zira yazılı tarih, bireyin ve toplumun kutsalla kurduğu ilişkiyle başlar, onunla devam eder ve etmektedir de. Şu hâlde kabul etmemiz gereken gerçek; kutsalı, toplumdan tam anlamıyla çıkarıp atamayız fakat nerede ve ne şekilde rol oynayacağını sosyo-siyasi politikalarla belirleyebiliriz. Bunu belirlemek için en temelde bilmemiz gereken husus; kamusal sınırlar nedir? Din nerede ve ne şekilde istihdam edildiğinde kamusal sınır ihlalinde bulunmaz? Kamusal akıl, nerde ve ne şekilde eylem ve söylemde bulunduğunda dinin sınırını ihlal etmez? Birey, kendi hayat bütünlüğünde nerede ve ne şekilde kutsalla ilişki kurabilir, nerede ve ne şekilde kuramaz? Bu soruların çok geniş kapsamlı cevapları var, tek bir yazıda tamamına yer vermek imkânsız olduğundan biz projeksiyonu tek bir parametreye yönlendireceğiz; cemaatler, tarikatlar ve kamusal alanda iktidar alanı oluşturdukları üniversiteler! 

Cumhuriyet sonrası laikleşme ve sekülerleşme politikaları cemaat ve tarikat yapılanmalarını ortadan kaldırmadı, yukarda değindiğimiz gibi hiçbir şekilde insanlık tarihinden ve toplumdan tam anlamıyla kutsalı çekemeyeceğimizin hazin bir örnek dönemini yaşadık. Kamuda, devlet tarafından “alanı ve sınırı tanımlanmayan” din, yer altına inerek orada palazlandı. Günün sonunda siyasi bir boşluk bularak tekrar gün yüzüne çıktığında, gene “alanı ve sınırı tanımlanmadığı” için her kuruma, her şekilde nüfuz etmeye başladı. FETÖ bunu en kallavi ve sistematik şekilde yapanlardandır. FETÖ dışında kamuda iktidar oluşturan diğer dini yapılanmalara bakalım; 

Risale-i Nur Cemaati kendi içinde yedi kola ayrılır. (Ben bu yazıda literal bir aktarım yapmayacağım için detaylandırmıyorum, dileyene kaynak metin tavsiye ederiz) Her kolu, her bakımdan kamusal alanda varlık göstermektedir. En önemsedikleri kanal eğitimdir. FETÖ’nün bu şemsiye altından ayrılmasının sebebi; politik talepleriydi. FETÖ amacını politik iktidar olmaya evriltirken eğitimi bir araç haline getirmişti. Bu da beraberinde yolsuzlukları, amaca giden yolda her şeyi mübah kılan omurgasızlıkları getirmişti. Şemsiyenin diğer kolları bu şekilde devam etmedi, amaçları; eğitim vasıtasıyla kamudaki kurum ve kuruluşlara dinibütün insan yetiştirmektir. Bu uğurda yurt yapılanmaları, sistematik örgütlenmeler, dershane faaliyetleri, finansal destek vs. akla gelen her kanaldan kamuya nüfuz etmeye devam ettiler. Anladığım kadarıyla Enes Kara, mektubunda bu cemaatin Meşveret ya da Yeni Asya kolunun idame ettirdiği bir yurttan bahsediyor. Yurt işleyişleri FETÖ’den farksızdır, aralarındaki tek fark; Risale-i Nur cemaatleri Said Nursi risaleleri okuturken, Gülen cemaati Fethullah Gülen’in kitaplarını ve yayınlarını okutur, dinletirdi. Bunun dışında yurt içindeki her işleyiş neredeyse aynıdır. FETÖ kadar büyük bir sermayeleri olmasa da Türkiye’deki cemaatlerle kıyaslayınca en zengin ve güçlü ekonomik ve sosyal sermeyaye sahip oldukları söylenebilir. 

Süleymancılar olarak tanınan cemaat, organizasyon itibarıyla Gülen cemaatine benzer bir frekansa sahiptir. Yerel ve evrensel çok sayıda öğrenci yurduna, kamu kurum ve kuruluşlarında aktif görev yapan müntesiplere sahip olan cemaat, kamuda birçok alanda kuvvetli bir örgütlenmeye sahiptir. Sermaye var, örgütlenme var, din tandanslı ideoloji var, kolektivizmi sağlayan nevi şahsına münhasır ritüeller var. Neredeyse FETÖ’nün toplumdaki tezahürlerinden biri. Kamuda FETÖ’den sonra en güçlü öğrenci havuzuna sahip yapılanmadır. 

İskenderpaşa cemaati toplumda etkisi hiç sönümlenmeden, tuhaf bir şekilde pek de kimseyi rahatsız etmeden kendi rutininde hem ticaret, hem eğitim, hem kamusal kurum ve kuruluşlarda varlık göstermeye yıllardır devam etmekte. Bu cemaatin FETÖ ve Süleymancılardan şöyle kaliteli bir farkı var; FETÖ ve Süleymancılar öğrencileri kendi çizgilerinde sabit tutup denetlemek üzere yapılanmışlardır. Söz gelimi dünyanın her yerinde yurtları bellidir, ritüelleri bellidir, o yurttan çıkacak öğrenci üç aşağı beş yukarı bellidir. İskenderpaşa ise böyle bir merkeziyetçi yapıyla hareket etmiyor, öğrencilerin kendi tercihini finanse ediyor daha çok. Elbette genel bir merkezi karakter var ancak çoğulcu bir yapıyı bünyesinde istihdam edebilecek kadar özgürlükçü de aynı zamanda. Bunu cemaatin kurucu isimlerinin ticaret menşe’li gelişen kamuyla rasyonel ilişkilenmelerine bağlıyorum. Hülasa İskenderpaşalı bir öğrenciyi kamuda görünce pek tanımazsınız, ritüellerini kamusal alanda icra etmez, cemaatiyle kamusal alanda pek kimliklenmez, cemaatin ileri gelenleri kamusal alanda pek eylem ve söylemde bulunmaz. Bununla beraber evrensel beklentiler doğrultusunda öğrenci yetiştirmeye ve finanse etmeye devam eder. Yoğun bir şekilde varlık gösterdikleri spesifik bir kamusal alan yoktur. Her alanda biraz biraz vardır İskenderpaşa. Kamuya dini varlığını en az dayatan ve Türkiye’nin sekülerleşme hikayesine en az zarar veren cemaattir diyebiliriz. Bu arada bilmeyenler için; tarikattır, tasavvufi bir arka plana sahiptir, bu da pek bilinmez. FETÖ gibi, Süleymancılar gibi türedi bir yapılanma zannedilir, değildir. Tasavvufi köklere sahiptir. Diğer tarikatlara ve kamusal varlıklarına gelecek olursak; 

Nakşibendi Tarikatı, yapısı itibarıyla kamusal kurum ve kuruluşlarla sistematik bir ilişki içine girmedi. Çok sayıda kola sahip olan mezkûr tarikatın Menzil kolunu ele alalım; 10 yıl öncesine kadar kadınların okumasına karşı olan Menzil, ülkenin seküler dönüşümüne engel olamadığını ve kadınların üniversite eğitimine rağbet gösterdiğini görünce öğrenci istihdam etmek üzere ev, yurt türevi girişimlerle öğrencileri finanse etmeye başladı. Bu girişim tabii ki kaybettiği genç popülasyonu maddi minnetle geri kazanmak içindi. Finanse edilen öğrenciler menzille olan bağlılıklarını sürdürdüler. Menzil tarikatı, okuma yazma ve kamusal alanda kadın-erkek fark etmez, bireylerin görünürlüğüne karşı olumsuz pozisyonunu değiştirdi diyebiliriz. Bu açıdan sekülerleşen cemaatler arasında sayılabilir. Kendi ritüellerini ve sohbet meclislerini devam ettiriyor, kuvvetli bir sermayeye ve popülasyona sahip, radikal bir dini yapılanma adı altına değerlendirebiliriz. Tüm bunların yanında eğitim alanında radikal bir söyleme sahip olmaması, Sekülerleşen Türkiye’nin bir başarısıdır. Menzil, tabiri caizse “aman çocuğum kim okursa okusun, zikrinize ve tövbenize devam edin yeter” cephesine çekilmiştir. Sermayeyi büyük oranda ticaret alanında çevirmektedirler. Eğitim alanında sistematik bir örgütlenmeye sahip olduğu söylenemez.

İsmailağa cemaatine gelelim; burada seküler Türkiye için gerçek bir trajedi devam ediyor. Cumhuriyet eğitimine karşı zerre pozisyon değiştirmeyen İsmailağa, bugün hala okul okunmasına karşı çıkmaktadır. Sahip olduğu sermayenin çok büyük bir kısmını, okula alternatif olarak kurguladığı yatılı kuran kurslarını finanse etmek için kullanmaktadır. Periferdeki mahalle sohbetlerinde ikna ettiği kadınların çocuklarını daha 3-5 yaşlarındayken sübyan kurslarına almakta, çocukların okul çağı geldiğinde de “ben okuldaki eğitimin aynısını veririm, ilimde çok ilerledi alıp çocuğun ahiretini karartmayın, çocuğunu hafız da ederim” tarzında bir duruşa devam etmektedir. Bizler medyada ve kamuda okula başlayan ve cemaatler tarafından sönümlenen gençleri görüyoruz fakat burada varlığından haberdar bile olmadığımız, okul eğitimini hiç almamış yüzlerce çocuktan bahsediyoruz. İsmailağa yurtlarının sayısı çok fazla ve kurs eğitimi alan talebenin, açık öğretimden bile okul okunmasına müsaade edilmiyor, yapabilen bunu gizli kapaklı yapabiliyor. Burada yetişen çocuklar, kamusal bir kaygı güdülerek büyümüyor. Tek meslekleri din eğitimidir, kız öğrenciler yine aynı kurslarda din eğitimi vermek üzere, oğlan talebeler de esnaflığa ve ticarete atılmak üzere yetiştirilir. Birçok açıdan ülkedeki en radikal dini yapılanma olduğu söylenebilir. 

Ülke çapında çok sayıda tarikat ve cemaatten bahsedebiliriz ama açıkçası yazıyı bunları anlatmak için yazmıyorum. Öne çıkan cemaatlere yer verdim, şimdi kendi perspektifimden bu cemaatlerin teşkil ettikleri sosyolojik risklere dair yazmak istiyorum. 

Enes’in intiharından sonra toplum ve siyasi kutuplar bin parçaya bölündü. Ne şiş yansın ne kebap düsturuyla insanlar durulması gereken net pozisyonu yine ve yeniden ıskalıyor. Türkiye, girişte de yazdığım gibi çok uzun süredir sekülerleşme ve laiklik savaşı vermektedir. Toplum olarak bu bedeli ödüyor olmamız aynı zamanda şu anlama geliyor; Türkiye laikliği kaçınılmaz bir şekilde öğrenecek, çok kan dökecek, çok ağır bedeller ödeyecek belki ama bizim toplum olarak gittiğimiz yol bu olacak! Şayet rasyonel bir ortak söylemde buluşabiliyor olsaydık; ne Enes intihar edecekti ne de şu an ülkenin neresinde ne yaşadığını asla bilmediğimiz binlerce gencimizin hayatından ve umudundan kaygılanacaktık. 

Sekülerleşme, dinin toplumsal hayattaki görünürlüğünün azalmasıdır. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Cemaat ve tarikatlar kamusal alanda varlık iddiasına devam ettiği sürece; Türkiye’nin sekülerleşme serüvenini akamete uğratmakta, yetiştirdiği insan gücüyle de dini, devletin her işine dahil edecek kamusal aktörler yaratmaktadır. Cemaatlerin, öğrencilere istihdam sağlama adına yaptıkları her girişim, sekülerleşen toplum karşısında alınmış bir defanstır. Kesinlikle kamusal alanda hiçbir cemaat ve tarikat faaliyetine alan açılmamalıdır. Zira dinle kurdukları münferit ilişki ekseninde oluşturdukları cemaat ajandaları, günün birinde kamuda güç elde ettiğinde kaçınılmaz bir şekilde asabiyete (kolektivite içinde birlik-beraberlik) ve kendisi dışındakine yönelik bir zulme dönüşmektedir. Toplumu cemaatlerden, cemaatleri de birbirinden korumak adına devlet, kamunun iktidarını tek başına alamadığı takdirde daha çok 15 Temmuz görecek, daha çok şehit verecektir. 

Cemaatlerin kamudan ihraç edilmesi, dinin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Yazının başında “bu ülkede din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından daha büyük bir sorun var, o da “neyin din işi neyin devlet işi olduğunun bilmemesidir” demiştim. Kamuda meydana gelen her şey devletin planı ve denetimi altında olmalıdır. Kamuda örgütlenmesi gereken tek aygıt; hiçbir ideoloji, din, öğreti tarafından yoğrulmamış, manipüle ve finanse edilmemiş, rasyonel eylem ve söylemlerle hareket etmesi gereken bağımsız devlet aygıtıdır. Öğrenci yetiştirmek kamusal bir eylemdir; kamuda meydana gelir, kamunun sirkülasyonu için finanse edilir, kamusallığı amaçlayarak gerçekleşir. Bu sebeple öğrenci yetiştirmek kelimenin tam anlamıyla devletin işidir, aksi iddia edilemez, iddia edilmesi teklif dahi edilemez. Cemaatlerin kamudan ihraç edilmesi, dinin topyekûn ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Din, haddizatında kim ne yaparsa yapsın ortadan kalkacak bir şey değildir! İnsanlık tarihi bunun en büyük örneğidir. Romantik ve holigan bir kaygıyla dinin kamudan çekilmesi karşısında etekleri tutuşan her dindarın karşısında, politik bilanço ne olursa olsun dik bir şekilde durulmalıdır. Bu duran kişilerin başörtülü kadınları ikna odalarına almaları anlamına gelmez(!) Herhangi bir birey, kamuda dini bir iddia ve eylemde bulunmadığı sürece, inandığı değerleri istediği şekilde özel hayatında istihdam etmeye devam edebilir. Seküler politikaları topluma hâkim kılacak siyasi otorite, bu güvenceyi her bakımdan her vatandaşına vermelidir. 

Bu ülkenin sağı da solu da; sekülerleşmeyi, laikliği, neyin din işi neyin devlet işi olduğunu maalesef ki anlamadı, anlamamakta da ısrar ediyor. Yazının sahibi olarak bu kadar devletçi bir frekansa sahip değilim. Hala sekülerliğin ve laikliğin konuşulduğu ülkemiz için progresif bir ajanda sunmak hayalperestlik gibi geliyor açıkçası. 

Yazıda kayda değen her yapılanmayla yakınen tanışmış, tüm bu yollardan geçerken Enes’in intihara gittiği yolun defaatle yakınından geçmiş biri olarak; yazıyı Enes’in ve onun gibi akıbeti içimi parçalayan sayısız gencimize ithaf ediyorum. Bu kadar arkaik bir tartışmayı bugün hala yapmamızda emeği geçen tüm siyasi yapılanmalara da lanet ediyorum. Bu noktada omurgalı bir duruş, kararlı bir politika belirleyecek siyasi kanalın en kısa zamanda oluşmasını umarak yazıyı okuyan herkese teşekkür ediyorum. 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu