Restorasyondan Ötesi: Geleceğin Türkiye’si İçin Yeni Bir Ekonomi ve Kalkınma Modeli, “Yeni Kamuculuk”
İVME Hareketi olarak Türkiye’nin karşılaşacağı sorunlara karşı güçlenmesini sağlayacak politika önerilerini sunma ve devam edecek tartışmalara zemin hazırlama sorumluluğu hissetmekteyiz. Bu amaçla İkinci Yüzyıl dergisinde kapsamlı bir ekonomi vizyonu yayımladık.
Türkiye gerilimlerin ve krizlerin böylesine kanıksandığı bir döneme 20 yıl boyunca adım adım örülen bir otoriterleşme ve kurumsal yozlaşma ile ulaştı. Anayasa’nın ve hukukun üstünlüğünün inkarının her gün yeniden pratik edildiği bir ortamda vatandaşlığın hukuki bilinmezlikler karşısında düştüğü durum ise devasa bir kuralsızlıklar bütünü ile tanımlanabilir. Bu kuralsızlıklar içinde yozlaşmış kurumlar tarafından keyfi, öngörülemez, iktidara yakın bir zümreyi beslemeye endekslenmiş, ücretli kesimlerin günbegün daha da büyük bir yoksulluğa itildiği bir siyasi ve ekonomik sistem inşa edildi.
Türkiye’nin yaşadığı siyasi ve ekonomik buhranın üst üste binmesi tabii ki de rastlantı değil. Keyfiyetin hüküm sürdüğü ve öngörülebilirliğin mümkün olmadığı, yolsuzluğun ve kayırmanın norm haline geldiği, her uygulamasıyla zengin ile fakirin arasındaki uçurumun arttığı, yoksulluğun en derin hali yaşatılırken sosyal yardımların sadaka gibi dağıtılarak iktidara minnettarlık devşirdiği yönetim anlayışının ülkemizi ve bizleri bir yıkıma doğru sürüklediği aşikâr.
Bundan öte, insanlık küresel olarak da benzer bir buhranı farklı bölgelerde daha hafif ya da ağır biçimlerde şu anda yaşamakta. Birçok geleneksel ve gelişmekte olan demokraside otoriter ve popülist figürlerin demokratik değerleri zedelediği ve ekonomik eşitsizliklerin sürekli olarak arttığı bir sürecin içinden geçiyoruz. ABD, Fransa, Macaristan, Polonya, Brezilya, Hindistan ve tabii ki Türkiye bu ülkelerden sadece birkaçı. Tüm dünyada bir tıkanma ve geçiş dönemi içindeyiz. Türkiye’nin kendi krizinin bu küresel demokratik ve ekonomik krizle üst üste binmesi bir rastlantı olarak görülmemeli. Türkiye bu krizi en ağır yaşayan örnek ülkelerden biri olarak karşımıza çıksa da halen dünyadaki siyasi ve ekonomik trendin bir parçası. Dünyadaki farklı ülkelerin siyasi ve ekonomik düzenlerini daha sağlam bir yapıya oturtma arayışında olduğu bu dönemde ülkemizin buhranına çözümler ararken bu küresel dinamikleri ve zamanın ruhunu da göz ardı etmemek gerekiyor.
Peki bu buhrandan çıkış nasıl mümkün olabilir? Elbette temel demokratik kurumların inşası ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim anlayışının hem yurttaşlar tarafından hem de elitler (ya da yöneticiler) tarafından kabul görmesi elzem. Ancak bu dönüşüm, mevcut enkazı kaldırmak ve ülkemizin yaşadığı yapısal sorunlara kalıcı çözümler bulup Türkiye tarihinde yeni bir sayfa açmak için yeterli olmama riskine sahip. Türkiye’nin mevcut krizinin derinliği bizatihi bu iktidarla alakalı olmakla birlikte bundan öte son 40 yılın da kaçınılmaz olarak Türkiye’yi getirdiği yerdir. Yaşadığımız sorunlar aktörlerle alakalı olduğu kadar sistemik de bir sorun ve köklerinin 1980 darbesi tarafından inşa edilen siyasal ve ekonomik rejime kadar gittiğinin altını çizmek yerinde olur.
Dönüşümün Tarihi
1980 darbesiyle birlikte, önceki döneme göre siyasal hakların daha kısıtlı olduğu, Türk-İslam sentezine dayalı ve neoliberal doktrinleri temel alan yeni bir rejim inşa edildi. Darbe öncesindeki Keynesyen, kamunun piyasa üzerindeki denetim ve düzenlemesine dayanan ve sendikal hakların güçlü olduğu anlayış terk edilerek finans sektörü ve ticaretin siyaset ile birlikte denetimsiz piyasada yeni ekonomik yapıyı keyfi şekilde inşa ettiği yeni bir düzleme geçildi. Darbe anayasası ile birlikte dönüşen emek rejimi bireyleri ekonomik aktörler karşısında hukuken de yalnız bıraktı ve örgütlenme kapasitesi mütemadiyen eridi. Türkiye’nin politik ekonomi zemininde yaşadığı kayma elbette bütün dünyadaki gelişmelerden bağımsız ilerlemedi. İskandinav sosyal demokrasilerinden Asya ülkelerine kadar küresel tedarik zincirleri, finansal derinleşme, borçlanma ekonomisi, hiper-sömürü gibi yeni olgular üzerinde yükselen ekonomik genişleme ile Ortodoks ekonomi reçeteleri tartışılmaz hale geldi.
Türkiye’de AKP rejiminin takip ettiği radikal özelleştirme politikalarıyla başlayan, kamu harcamalarının sosyal politikaları da kapsayacak şekilde kısılmasını merkezine alan, sermayeye kârlılık açısından alan açarken acı reçeteyi alt ve bilhassa orta sınıflara yükleyen bir model var. 2008 Krizi veya Covid-19 pandemisi sonrasında da gördüğümüz yapısal sorunlar, kitlelerin refahına değil sadece sermaye sahiplerinin gelirlerini artırmaya yönelik olarak tasarlanmış bu kapsayıcı olmayan sistemin tıkanıklığının tezahürü. Demokrasi ve hatta refah pahasına finansallaşmayla öne çıkan bu yapı, Türkiye’nin kendine has, sistem içinde yarı-çevre veya iç çeperde olarak adlandırabileceğimiz konumuyla da ilişkili olarak ahbap-çavuş kapitalizmiyle sonuçlandı. Bu ekonomik yapı kurallı kuralsızlık da diyebileceğimiz şekilde hukukun (bazı) sermaye grupları için enstrüman haline gelmesiyle beraber hâlâ bireye karşı şirketi, refaha karşı finansı, emeğe karşı sermayeyi kayıran nitelikleriyle neoliberalizm aksında ilerliyor. Kısacası Türkiye gibi ülkelerde neoliberalizm, ahbap çavuş kapitalizmini dışlamıyor, hatta bilakis onunla sonuçlanıyor. Bütün bunların sonucu olarak emek örgütsüzleşirken sermaye karşısında yalnız kalan, emeğiyle hayatını kazanan bireyler fakirleşiyor, dolayısıyla da gelir ve servet eşitsizliği derinleşiyor.
Bugün dünya demokrasilerinde ve diğer gelişmekte olan demokrasilerde halkların mevcut siyasal ve ekonomik sistemden dolayı hissettiği huzursuzluk arttı; otoriter ve popülist zihniyetteki hareketler ve liderler güç kazanmaya başladı. Bu dönem sonrasında Türkiye’deki otoriterleşme süreci de hız kazandı ve özellikle Gezi Direnişi’nde iktidarın gösterdiği otoriter tepki ile Türkiye ekonomik ve siyasal olarak geri dönülemez bir çöküşe doğru sürüklenmeye başladı.
Bugünün Konusu
Peki bugün neredeyiz? Türkiye tarihinin en otoriter yönetiminin hâkim olduğu ve en ağır ekonomik çöküşün yaşandığı dönemlerinden birini yaşıyoruz. Şu anda dünyanın da deneyimlediği demokratik ve ekonomik çıkmazı en sert yaşayan ülkelerden biri Türkiye. Var olan ekonomik ve siyasal düzenin doğal sonucu olarak hiçbir rasyonel veya bilimsel anlayışa uymayacak ve ülkeyi gittikçe daha derin bir yoksulluk ve yıkımın içine sürükleyen bir yönetime hapsolmuş durumdayız. Bundan öte, iktidarın ekonomide toplumun genelini hiçbir şekilde öncelemediği, kendi yakın çevresi, yandaş gruplarını ve sermayeyi zenginleştirdiği, zengin ile fakir arasındaki uçurumun sürekli arttığı, orta sınıfın fiilen yok olduğu, ülkenin %75’inden fazlasının asgari ücret civarında bir gelir ile hayatta kalmaya çalıştığı bir sömürü sistemi altında yaşıyoruz.
Mevcut krizden çıkış için temel demokratik ve ekonomik kurumların inşası gerekli olacaktır. Ancak hem sürdürülebilir bir dönüşümün sağlanabilmesi ve hem de kitlelere gerçekten yeni bir düzen sunulabilmesi için bugün dünyada her yerde çöküşte olan son 40 yılın baskın ekonomik anlayışının ötesinde bir ekonomik vizyon sunulması şart. Türkiye’yi ve dünyayı bu noktaya getiren 2000’lerdeki iktisadi anlayışa geri dönmemizin olanaksız olduğu bir durumdayız. Daha adil bir ekonomik düzen kurgulanamadığı sürece en gelişmiş demokrasilerde bile demokratik değerlere olan destek zayıflayabiliyor, demokratik kurumlar gerileyebiliyor ve demokrasiye zarar veren yöneticiler ortaya çıkabiliyor. Demokrasilerin ayakta kalabilmesi için yeni bir ekonomik paradigmaya geçişin de şart olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bundan dolayı Türkiye’de gerçekleşecek herhangi bir demokratikleşme sürecinin kapsamlı bir iktisadi dönüşümle birlikte gerçekleşmesi gerekiyor. Yoksa yine aynı yapısal sorunlarla boğuşarak yeni kurulacak demokratik düzeni tehdit altına sokmamız gayet olası.
Yerine Gelecek Olan Ne Olmalı?
Gelecek dönemde Türkiye’de yeni bir iktisadi anlayışın ihtiyaç olduğunu ortaya koyduktan sonra yazının ilerleyen bölümünde bu anlayışın içeriğini konuşacağız. Bu iktisadi anlayışın temelinin tabii ki de bir önceki dönemde dünyayı ve Türkiye’yi buhrana sürükleyen neoliberal doktrinlerin eleştirisi üzerine kurgulanması gerekiyor. Bu da birincil olarak serbest piyasayı tüm ekonomik ilişkilerin temeline yerleştirerek dokunulmaz ve kutsanmış bir pozisyona koyan, insanlar dahil fiziksel dünyanın tümünün finansallaştırılarak denetlenmeyen piyasa dinamiklerine endekslendiği anlayışı bertaraf etmekle başlayabilir. Piyasanın denetlenemediği bir anlayış en basit haliyle halkın ekonomik süreçlerde söz sahibi olamadığı ve demokratik süreç üzerinden kolektif ekonomik kararlar veremediği bir anlayıştır. Bu da demokratik yapının fiili olarak işlevsiz hale getirilmesi demektir.
Yurttaşların kendi yaşamlarını birebir etkileyen ekonomik dinamikler hakkında söz sahibi olabilmesi demokratik bir düzenin sürdürülebilmesi için de şarttır. Geçmişin “ortodoksi”sine alternatif olarak yeni dönemde halkın demokratik bir siyasi ve devlet yapısı üzerinden ekonomide söz sahibi olabildiği bir sisteme geçilmelidir. Toplum tarafından denetlenen şeffaf bir devletin piyasayı denetleyebilerek kamucu bir ekonomi ve kalkınma anlayışına yönelmesi hem daha demokratik hem de halkın ihtiyaçlarını önceleyebilen bir ekonomik sistemin tesis edilebilmesi için kritik öneme sahip. Demokratik rejim, yurttaşların kendi ihtiyaçlarına ve taleplerine kulak verebilen ve merkezine yurttaşı yani insanı yerleştiren bir sistem olarak kurgulanmadığı sürece niteliğini yitirecektir. Geçerliliğini yitirmiş olan neoliberal iktisadi modele karşılık olarak halkın refahını yükseltmeyi, gelir ve servet eşitsizliklerini gidermeyi, istihdamı arttırmayı, yoksulluğu bitirmeyi, eşit eğitim ve sağlık hizmeti standartlarını geliştirmeyi, daha adil bir emek rejimi ortaya koymayı, çalışan haklarını ve sendikal hakları genişletmeyi, kadın ve erkeğin ekonomiye eşit katılımını sağlamayı, tüm toplumun yararı için uzun vadeli getirileri olacak kalkınma politikalarını uygulamayı, topluma ve doğaya büyük zararlar veren ekoloji ve iklim krizine karşı politikalar üretmeyi, temel sosyal hakların ve hizmetlerin piyasa dinamiklerine mahkum edilmediği bir sosyal güvenlik sistemini inşa etmeyi hedefleyen “Yeni Kamucu” bir anlayışı koymamız gerekiyor. Türkiye’de yeni bir siyasal ve ekonomik düzenin kapısı gerçek bir yapısal dönüşüm ve yeni bir paradigmaya geçiş vaadi sunan bu “Yeni Kamucu” anlayış ile açılabilir. Aşağıda, bu “Yeni Kamucu” anlayışın temel taşları olabilecek ekonomi ve kalkınma politikası önerilerini sunacağız.
Vergilendirmeyi Yeniden Düşünmek
İlk olarak, Türkiye’nin kapsamlı bir vergi reformuna ihtiyacı bulunuyor. Türkiye’de dolaylı vergiler toplanan tüm vergilerin yaklaşık %66’sını oluşturuyor. AB ülkelerinde ise bu ortalama %33 civarında. Bu da vergi yükünün orantısız biçimde KDV ve ÖTV gibi uygulamalar ile geniş kitlelere, yani orta ve alt kesimlere bindirildiğinin bir işareti. Türkiye’nin de AB ülkelerinin ortalamalarına benzer biçimde dolaylı vergilerin toplam vergilerdeki oranının düşürülüp, doğrudan vergilerin oranının arttırılacağı bir vergi sistemine geçmesi şart. ABD’de dahi Başkan Biden’ın yeni ekonomi planı altında kurumlar vergisi %26,5’e çıkarılırken Türkiye’de bu oranın 2021 yılında %25’e ve 2022’de ise %23’e düşürülmesi planlanıyor. Daha adil bir ekonomik düzen için Türkiye’de kurumlar vergisinin kademeli olarak yükseltilmesi ve minimum %30 oranında olacak şekilde hedeflenmesi gerekiyor. Bundan öte, mevcut iktidarın uyguladığı vergi affı politikalarının ivedilikle sonlandırılması ve vergi kaçırmanın önüne geçilmesi için sağlam bir vergi denetleme mekanizmasının devreye girmesi gerekiyor. Günümüz iktidarı altında yolsuzluklara karışmış sermaye gruplarının geçmişe yönelik incelemesi yapılarak elde ettikleri haksız kazançların ortaya çıkarılıp bu grupların geçmiş döneme dönük borçlarının tahsilinin sağlanması, adaleti tesis etmek için önemli bir adım olacaktır. Bunun yanı sıra, kademeli gelir vergisi yaklaşımının güçlendirilerek üst gelir gruplarından alınan vergilerin arttırılması ve orta/alt kesime bindirilen gelir vergisi yükünün azaltılması gelir eşitsizliğini gidermek için gerekli bir adım. Bu vergilerin nasıl yeniden kaynak tahsisine dönük aktarılacağı ise yine Yeni Kamuculuk için hayati bir öneme sahip.
Türkiye’nin gelecekte düşünebileceği bir diğer vergi programı ise servet vergisi. Malvarlığına dayalı bir vergi programı birçok farklı şekilde uygulanabilir. Türkiye’deki mevcut barınma ve konut sorunu göz önünde bulundurulduğunda konut sahipliğine endeksli bir vergi programından elde edilecek kaynaklar kamucu bir anlayış ile sosyal konut inşası projelerine kaynak aktarmak için kullanılabilir. Türkiye’de büyük bir inşaat sektörü bulunmasına rağmen konut üretimi halkın ihtiyaçlarına cevap vermektense inşaat şirketlerinin çıkarlarını öncelemektedir ve konut fiyatlarını günbegün arttırmaktadır. Geniş kesimler bütçeye uygun konutlara erişim sorunu yaşıyor ve bu ihtiyaçlara yönelik konut üretiminde bir arz sıkıntısı mevcut. Konut fiyatları enflasyonu doğrudan etkileyen etmelerin başında geliyor. Barınma maliyetlerinin artışı enflasyonu dramatik olarak yükseltiyor. Öncelikle, konut arzının kısıtlanması küresel tedarik kriziyle de ilgili. Ancak iktidarın sektörle ilgili tasarımı da konut üreticilerinin faaliyet gösteremeyecek noktaya gelmesine sebep oldu.
Konut üretimi ve kentsel dönüşüm (yerinde dönüşüm değil) kent hizmetlerine erişim, nüfusun düzensiz dağılımı, altyapı maliyetlerinin yükselmesi gibi sorunları kalıcı olarak çözmek üzerine yeniden tasarlanmalı. Birden fazla konuta sahip olan bireylerin emlak vergilerinin kademeli olarak yükseltilmesi, 5 milyon TL ve üzeri sigorta değerine sahip konut sahiplerine ekstra lüks vergisi getirilmesi ve bu vergi gelirlerinin konut sahibi olmayan bireylerin ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bütçelendirilmesi kaynak problemini çözme potansiyeline sahip. TOKİ gibi bir kurum çatı girişimci olarak hem kentsel dönüşüm hem de konut üretimindeki planlamayı üstlenip gerektiği noktalarda üretimi taşere ederse kısa vadede konut fiyat artışında ciddi düşüşler sağlanabilir. Üstelik birden fazla konuta sahip olan bireyler, yüksek vergi nedeniyle ellerindeki konutları satışa sunma eğilimi gösterecekleri için çift yönlü olarak konut arzı artacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz vergilerle bireylerin konut talepleri oldukça ucuza kredilendirilebilir hale gelecektir. Bunlara ek olarak, kiralamaya dönük konut kooperatifleri kurularak yukarıda bahsedilen politikalarla ev fiyatları düşse dahi ev alma imkânı olmayan dar gelirli vatandaşların, öğrencilerin, gençlerin piyasa dalgalanmalarına bağlı olmayan maliyet-kira ekseninde desteklenmiş biçimde bütçeye uygun barınma olanağına kavuşturulması mümkündür.
Sosyal Devletin Yeniden İnşası
Piyasa mutlakıyetine dayanmayan bir ekonomik düzenin inşası için gerekli olan bir diğer yapı ise güçlü bir sosyal devlet. OECD ülkeleri arasında kamunun sosyal harcamalara ayırdığı oranın en düşük olduğu ülkelerden biri Türkiye. Kâğıtta sosyal devlet olarak tanımlansa da Türkiye Cumhuriyeti gerçek bir sosyal devlet olarak işlev görmüyor. Aksine, mevcut iktidar sosyal yardımları bir yurttaşlık hakkı olarak değil, adeta bir sadaka dağıtma olarak lanse ediyor. Kendine yakın vakıf, cemaat, tarikat ve sermaye gruplarının halka sağladığı yardımlarla iktidarı için minnettarlık devşiriyor. Bu düzen, vatandaşların temel hizmetlere ve sosyal desteğe erişimlerinin temel bir hak olduğu algısına da zarar vererek hem sosyal devlet anlayışını hem de vatandaş ile devlet arasındaki bağı zedeliyor. Gelecek dönemde toplumcu bir anlayışa dayalı, siyasi çıkarlar tarafından manipüle edilemeyecek ve temel önceliğinin kâr etmek olmadığı sağlam bir sosyal güvenlik ağının inşa edilmesi gerekiyor. Zaten sosyal güvenlik sisteminin kendi kendini sürdürülebilir kılamadığı ve yakın gelecekte iflas gibi bir riskle karşı karşıya kalacağı çeşitli senaryolar mevcut. Bunun dışında Türkiye, OECD ülkeleri arasında yaşlı nüfusunun emeklilik sonrası çalışmak zorunluluğunun en yüksek olduğu ülkelerden bir tanesi. Bu durumda üretkenlik ve sosyal güvenlik sisteminin karşılama oranlarının riskler barındırdığı bir ülkede yoksulluğun ve emeklilik hakkından mahrum olmanın kronik bir problem haline gelmesi ihtimal dahilinde. Bu sosyal güvenlik ağının yoksulluk ve işsizlik gibi konularda insanlara güvence oluşturabilmesi, yüksek kalitede eğitim ve sağlık hizmetlerine tüm yurttaşların eşit erişimini sağlaması gerekiyor.
Bundan öte, Türkiye’deki barınma krizinin derinliğini göz önünde bulundurursak barınmanın anayasal düzeyde temel bir hak olarak tanınmasının zamanı da geldi. Türkiye’de öğrencileri cemaat ve tarikatlara mahkûm eden bu barınma krizi, kamucu bir yurt sisteminin güçlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Gençlerin dini grupların baskısı altında kalmadan özgürce eğitim hayatlarına devam edebileceği bir kamucu anlayış, seküler değerlerin de güçlenmesine hizmet edecektir. Devletin sosyal harcamalar için üreteceği kaynak, iktidarın kendi çevresindeki vakıflara, cemaatlere ve sermaye gruplarına haksızca dağıttığı kaynakların kesilmesiyle karşılanabilir.
Üretim ve Mülkiyet İlişkilerini Yeniden Düşünmek
Kısa dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin bütünüyle değişip değişemeyeceği belirsiz olsa da daha adil, demokratik ve eşitlikçi bir düzen için mevcut neoliberal model üzerine kurgulanmış şirket yapılarının ve emek-sermaye ilişkisinin yeni dönemde dönüşmesi gerekiyor. Bu da sadece hissedarların çıkarlarını tanımak durumunda kaldığı şirket yapılarının birçok farklı paydaşın çıkarlarını gözetebilen bir üretim sürecine yönelmesinden geçiyor. Sadece hissedarların çıkarlarına göre şekillenen bir sistem kısa dönem kazançlara endekslenmiş demektir. Lakin bu kısa dönemdeki kazançlara odaklanma durumu, toplumun ve ulusal ekonominin ihtiyaçlarına cevap verememe riskine sahiptir.
Uzun vadede refahın arttığı ve kalkınmanın sürdürülebildiği bir sistemin ayakta kalabilmesi için sadece kısa dönem çıkarları önceleyen bir ekonomik modelin ötesine geçmemiz gerekiyor. Bunun sağlanabilmesi için üretim sürecinde rolü olan değişik grupların bu süreci belirleme kabiliyetinin arttırılması gerekiyor. Bunun bir yöntemi devletin stratejik sektörlerde firmalarla ortaklığını güçlendirmesi ve toplumun uzun dönem çıkarlarına göre üretim stratejileri geliştirilmesini sağlayabilmesinden geçiyor. Bir diğer önemli atılım da şirketlerde ‘çalışan fonlarının’ kurulması ve çalışanların çalıştıkları firmalara hissedar olabilmeleri (Örn: Başlangıç olarak çalışan maaşlarından kesintiyle oluşan bir birikim sayesinde kurulacak bir çalışan fonu). Böylelikle şirketler üretim süreçlerinde yer almayan aktörlerin çıkarlarını öncelemektense bu süreçte aktif rol alan grupların çıkarlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalacaktır. Devlet, yeni firmaların kuruluşunda çalışan fonları oluşturanlara ve mevcut şirketlerin yapılarını dönüştürenlere teşvikler sunabilir. Çalışan fonları zamanla büyüyerek şirket hisselerinin gitgide daha büyük bir kısmına sahip olduğu bir süreç teşvik edilirse hem çalışanların hem yerel halkın hem de ulusal ekonominin lehine kararlar verilmesi ihtimalini arttıracaktır. Bu da hem yerel ekonominin güçlenmesine hem de ulusal ekonomik eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunacaktır.
Çalışan fonlarının ötesinde, gelecek dönemde kooperatif modelini güçlendirmeye ve işyeri demokrasisi kavramını toplumda ve ekonomide yaygınlaştırmaya çalışan kamucu bir anlayış, çalışanların işyerlerindeki karar alma mekanizmalarında yer almalarını sağlayarak toplumun geniş çıkarlarına uygun bir ekonomik yapı inşa edilmesine katkıda bulunabilir. Çalışanların işyerlerinde söz sahibi olmasıyla birlikte üretim sürecinde rol alan farklı paydaşların çıkarları daha iyi dengelenebilecektir. Böylelikle geniş kesimlerin ihtiyaçlarına uygun bir ekonomik düzen kurgulanabilir. Devlet, kooperatiflerin ve işyeri demokrasisi modeline göre kurgulanan firmaların çoğalması için teşviklerde bulunabilir ve kamu bankalarından kolektif girişimci gruplarına avantajlı fiyatlardan kredi sunabilir. Çalışanların işyerlerinin ortak hissedarları olmaları üretim sonucunda elde edilecek kazancın da daha adil bölüşülmesini sağlayarak toplumdaki gelir eşitsizliğini azaltma işlevi görecektir. Çalışanların kendi yöneticilerini atayıp denetleyebildiği işyeri modelleri ekonomik verimliliğe aykırı olmak zorunda değildir. Hatta birçok ülkede böyle şirketler nitelikli ve yüksek verimlilikle üretimine devam edip kazanç sağlayabilmektedir. Çalışanların da karar almasıyla yerel halkın çıkarlarını önceleyebilen bir ekonomik anlayışın güçlenmesi sağlanabilir. Böylelikle küçük bir zümrenin aldığı kararlar ile büyük bir il ya da ilçede istihdam olanakları keyfi biçimde kaybolmayacaktır. Bunun belki de en başarılı örneklerinden biri İspanya’daki en büyük holdinglerden biri olan “Mondragon Corporation”dır. Piyasa sistemi içerisinde işleyebilen ve işyerinde gelirlerin daha adil dağıtılmasını sağlayabilecek, çalışanların da karar süreçlerine dahil olarak işyerleri ile bağlarını güçlendirerek motivasyonlarını arttıracak bu alternatif işyeri yönetim yapıları gelecek dönem için Türkiye’ye de büyük fırsatlar sunmaktadır.
Yeni dönemde çalışanların daha adil gelirler elde edebilmesi için sendikal faaliyetlerin baskı altında kalmadan pratiğe dökülebileceği ve devletin sendikalaşma ve grev hakkını korumayı garanti ettiği demokratik bir yasal yapı kurgulanmak zorunda. Çalışanların özgürce pazarlık masasına oturamadığı bir ekonomik yapıda eşitsizliklerin günbegün artması kaçınılmaz hale geliyor. Çalışan haklarının bu kadar baskılanması işyerlerinin de iyice denetlenemez hale gelmesine ve gittikçe daha fazla işçi cinayetine sebep oluyor. Toplumun ezici çoğunluğunun ücretli çalışanlar olduğunu göz önünde bulundurulursa, çalışanların çağdaş ve demokratik toplumlardakine uygun düzeyde haklara sahip olamaması daha adil, eşit ve demokratik bir toplumun oluşmasını da engelleyecektir. Bu da birçok farklı siyasal ve toplumsal sorunu beraberinde getirerek demokratik düzene olan inancı zayıflatıp rejimin altını oyabilecek dinamiklerin güçlenmesine sebep olma riskine sahip.
Arz ve Talep Dengesinde Dönüşüm
Gelecek dönemde Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümünde tedarik zincirlerinin nasıl kurgulanacağının önemli bir rolü olacaktır. An itibariyle dünya küresel bir tedarik zinciri krizi yaşamakta. Şirketlerin kısa dönemde hissedarlara büyük getiriler sağlaması amacına göre kurgulanmış bir model, küresel düzeyde oluşturduğu tedarik zincirlerini verimliliği ve kârlılığı en yüksek düzeyde tutacak şekilde tasarlarken en küçük şoka karşı çökebilecek bir sistem de yarattı. Son dönemde ABD’de Başkan Biden küresel tedarik zincirlerine bu kadar bağımlı bir ekonomik düzenin şoklara karşı yarattığı riske karşılık olarak iç pazardaki tedarik zinciri yapılarını güçlendirme kararı aldı. Böylelikle şoklara karşı daha dirençli ve dışa bağımlılığı daha az olan, ulusal ekonominin daha güçlü olduğu bir ekonomik modele ağırlık verecek bir sürece yöneldi. Küresel risklere karşı Türkiye de benzer şekilde ulusal ekonomiyi daha bağımsız ve dirençli hale getirebilmek için tedarik zinciri yapısını gözden geçirerek iç pazarındaki tedarik zinciri ağını güçlendirmek için adımlar atmalı. İç pazarın güçlendirilmesi halkın da gelir düzeyine olumlu bir etki yapma fırsatına sahip. Burada dikkat edilmesi gereken konulardan bir tanesi de küresel finansman gücüne sahip olan şirketlerin aynı seviyede farklı ülkelerde elde ettikleri risk pozisyonlarını artırıyor olması. Bununla birlikte de sonuç olarak gelirlerini ve vergi istisnalarına dönük elde ettikleri avantajların üzerinden daha derin finansallaşmalar ile elde edilen kar yöntemlerinin karşılığı olmayan finansal pozisyonlar yarattığıdır. Bu derin finansallaşmanın yeni bir 2008 Finansal Krizi (CDO Krizleri) ile sonuçlanması muhtemel.
Kalkınmanın Demokratikleştirilmesi
Gelecek dönemde Türkiye’nin yeni bir kalkınma vizyonuna da ihtiyacı var. Bu kalkınma vizyonu yine kamucu bir perspektiften kurgulandığı zaman ülkenin ve toplumun uzun vadeli çıkarlarına daha çok hizmet edebilme potansiyeline sahip. İlk yapılması gereken, Türkiye’nin yeniden bir planlama ajansı yaratması ve doğa ile barışık kalkınma ve refah politikalarını kamu eliyle geliştirebilmesi. Bu sürecin demokratik işleyebilmesi için yapılan planların tamamen şeffaf biçimde topluma sunulması ve toplumun da gerekli gördüğünde istediği konularda devlete hesap sorabileceği özgürlük ortamının oluşturulması şart. Bunun yanı sıra kamucu kalkınma politikaları konusunda vatandaşların ve toplulukların şikayetlerini ve önerilerini sunabileceği bir kurumsal mekanizmanın inşa edilmesi demokratik bir devlet anlayışının hâkim olabilmesi açısından önemli bir atılım olacaktır.
Toplumun stratejik öneme sahip olduğunu düşündüğü kilit sektörlerde kamunun oynadığı rolün artması, ulusal ekonominin daha dayanıklı hale gelmesini sağlayabilir. Covid-19 salgını ve iklim ve ekoloji krizi gösterdi ki, küresel bir kriz anında belli stratejik sektörlerde dışa ve hatta piyasa dinamiklerine olan bağımlılık azaltılmadığı sürece toplumsal krizlerin ortaya çıkması gittikçe daha olası hale geliyor. Önümüzdeki dönemde ekoloji ve iklim krizinin gittikçe ağırlaşacağı göz önünde bulundurulursa, Türkiye’nin daha dayanıklı bir ekonomik düzen kurgulaması için stratejik sektörleri dışa bağımlılıktan ve piyasa dinamiklerinden olabildiğince kurtarabilmesi toplumsal çıkarlar için büyük önem arz ediyor.
Geçmiş dönemde şaibeli ihalelerle yapılan altyapı projelerinin kamulaştırılması önerisi halk tarafından da büyük bir destek topladı. Bu gerçekliği göz önünde bulundurarak, “beşli çete” olarak adlandırılan grupların kamu ihaleleriyle giriştiği projelerde gerçekleştirdikleri hukuksuzların incelenmesi gerekmektedir. Bu noktada hukuk sisteminin baştan tasarlanması da büyük öneme sahip. Özellikle Sayıştay’ın yeniden yapılandırılması ve bağımsızlaştırılması gerekiyor. Sayıştay özelinde yapılacak yeniden yapılandırmanın bir kapsamı da denetlemelerin yerelleştirilmesinden geçiyor. Merkezde bulunan bir Sayıştay yerine yerelleşmiş denetim sistemleri hem Beşli Çete’nin hem de başkalarının hukuksuzluklarını ortaya çıkarmakta önemli bir rol oynayabilir. Bu hukuksuzlukların oranı derecesinde bir cezalandırma üzerinden birçok projenin kamulaştırılması mümkündür. Böylelikle hem halka yüklenen bedelleri azaltacaktır hem de kilit altyapılar toplumsal yarara göre yönetilebilecek bir kamusal yapıya entegre edilebilecektir.
Yeni bir kamucu kalkınma sürecinin başlangıcında Türkiye’ye ekonomik açıdan yüksek getirisi olacak stratejik sektörlerin belirlenmesi ve katma değeri yüksek üretim yapabilecek şekilde bu sektörlerin geliştirilmesi gerek. Türkiye’nin kısa vadede geri dönüş sağlayabileceği birkaç sektör önerisi verecek olursak; tarım, turizm, yazılım ve medikal (cihaz, ilaç vb.) olabilir. Bu sektörlerin baştan aşağıya yeniden tasarlanmaları gerekmektedir. Türkiye’nin endüstriyel ve hizmet alt yapısı bu sektörlerin gelişimi; istihdam ve katma değer üretimi için en uygun sektörlerdir. Gelecek dönemde katma değeri yüksek tarım üretimini güçlendirecek atılımlar Türkiye’nin ticari kapasitesini geliştirmekle kalmayacak, yıllardır ülkemizin tarımdaki dışa bağımlılığını azaltacaktır. Katma değeri yüksek tarım üretimi birçok farklı kesimin bu sektöre yönelmesiyle ülke içerisinde daha dengeli bir nüfus dağılımına da katkıda bulunabilir.
Türkiye’nin turizm sektöründe dünyanın geri kalanına göre doğal bir avantajı bulunmasına rağmen bu potansiyel yeterince değerlendirilmemektedir. Turizm sektörünün dengeli bir planlama ile doğru getiri oranlarını yakalayacak bir model ile yığın & sürümden kazanç ile turistleri ağırlamak yerine yavaş şehir örneğinde olduğu gibi orantılı şekilde yeniden tasarlanması ve standartlarının iyileştirilmesi Türkiye’ye kısa dönemde büyük ekonomik kazançlar sağlama potansiyeline sahiptir.
Yazılım sektörü Türkiye’deki yeni nesillerin işgücü potansiyelinin aktarılabileceği önemli bir alan. Tüm dünyanın gittikçe dijitalleşmesiyle birlikte yeni nesiller de dijital dünya ile daha derin ilişkiler kurarak yetişmektedir. Bu yeni gelişen dinamiklerin dijital sektörde değerlendirilmesi yeni nesiller için istihdam olanakları sağlamakla birlikte Türkiye’nin de dijital sektörlerde rekabet kapasitesini arttırma potansiyeline sahiptir. Yazılım sektöründeki atılımların sadece dünyaya yeni bir ucuz iş gücü grubu yaratmakla sınırlı kalmaması da önemli. Yazılım sektöründe de inovasyona ve katma değeri yüksek üretime dayalı bir yapı kurgulanmalı. Bunun için gerekli eğitim altyapısı oluşturulmalı. Yazılım sektörünün geliştirilmesi için sanayi gibi diğer sektörlere göre daha az altyapıya ihtiyacının olması da bu alanda hızlı atılımlar yapma avantajı sağlamaktadır. Burada yaratılacak kamu kapasitesi dijital sektöre dönük sermaye birikimi ile oluşabilecek muhtemel asimetrileri giderebilecek bir unsur olabilir.
Türkiye’nin sağlık sektörü de küresel anlamda öncü olmakla birlikte daha da geliştirilerek dünyada lider bir konuma gelebilir. Türkiye’nin ilaç ve medikal sanayii ve sağlık hizmetleri gelecek dönemde Türkiye’ye yüksek getiriler sağlamak için kilit öneme sahip. Özellikle katma değeri yüksek medikal cihazların üretimine yapılacak yatırımlar ve bu sektörün daha inovatif bir yapıya kavuşturulması, Türkiye’nin ihracat potansiyelini kuvvetlendirebilir. Bu anlamda Türkiye’nin makro dengelerde yaşadığı krizlerde öne çıkan kırılganlıklarına bağlı oluşan risklerden birisi de önlenmiş olacaktır.
Önerdiğimiz bu dört stratejik sektörün ötesinde Türkiye’nin tüm dünyayla birlikte karşılaştığı acil bir sorun daha var: ekoloji ve iklim krizi. Gelecek dönemde Türkiye’nin kalkınma stratejisi içerisinde yeşil dönüşümün ve kalkınmanın bir rolü olmak zorunda. Bu atılımlar sadece ekoloji ve iklim krizine karşı daha dirençli bir ülke ve ekonomi inşa etme potansiyeliyle sınırlı değil. Yeşil dönüşümü merkeze koyan bir kalkınma stratejisi büyük altyapı yenileme projeleri ve istihdam olanakları demek. Bundan öte, yeşil enerjiye yapılan yatırımlar hem yeni teknolojilerin üretilmesini hem yeni iş kollarının oluşmasını hem geniş kesimlerin yeni beceriler elde etmesini hem de enerji ihtiyacında dışa bağımlılığı azaltmasını sağlayacaktır. Türkiye enerjide dışa bağımlı bir ülke. Yani Türkiye’nin yeşil ve yenilenebilir enerjiye yönelmesi aynı anda dışa bağımlılığı da azaltmasını sağlayacaktır. Ulusal ekonomik bağımsızlığın güçlendirilmesinde yenilenebilir enerji kilit bir role sahiptir. Uzun vadede enerjide dışa bağımlı olmayan bir Türkiye’nin üzerinden büyük bir harcama yükü kalkacak. Bu hem topluma büyük bir ekonomik refah sağlayacaktır hem de cari açık riskini ciddi derecede azaltacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde gelecek dönemde yeşil kalkınma vizyonu Türkiye için topluma yeni bir ekonomik hikâye sunma potansiyeline sahip. Yeşil dönüşümün kaçınılmaz bir süreç olduğu da göz önünde bulundurulursa, bu vizyona dayalı bir kalkınma planının vaadi topluma da yeni bir ekonomik anlayışa dayalı yeni bir toplumsal proje sunma imkanına sahip.
Bağımsız Bir Merkez Bankası’nın Yeni Hedefleri
Yeni bir paradigmaya geçişte merkez bankasının ekonomideki ve finans dünyasındaki rolünü de yeniden düşünmekte fayda var. Son 40 yıldır merkez bankaları genel olarak fiyat istikrarını amaçlayan dar bir politika vizyonunu hedefledi. Karşılaşılan her krizde merkez bankalarının bu dar hedefler çerçevesinde politikalar geliştirmesi, krizlerin faturalarının orta ve alt sınıflara tekrar tekrar yüklenmesine sebep oldu. Bunun en önemli örnekleri AB ülkelerinde kemer sıkma politikalarına karşı (anti-austerity) özellikle son 10 yılda Avrupa halkları tarafından gösterilen tepkilerden anlaşılabilir. Merkez bankalarının özerk kurumlar olarak kalması, hedeflerinin gözden geçirilmesine engel değildir. Neoliberal paradigmaların ışığında kurgulanmış dar bir hedefe odaklanan merkez bankalarının yerini, yeni dönemde toplumun refahını önceleyebilen daha dengeli ve geniş hedefleri olan özerk merkez bankaları alabilir. Yasal düzenlemelerle merkez bankasının hedeflerinin ve misyonun revize edilmesi gayet mümkün. Bu yeni hedefler sadece fiyat istikrarını değil, toplumun geniş kesimlerinin refahını geliştirmeyi ve eşitsizlikleri tetikleyecek süreçleri engellemeyi sağlayacak para politikalarına da odaklanabilir. Sorun merkez bankalarının bağımsızlığı değil, hangi hedefler çerçevesinde bağımsız şekilde hareket ettikleridir. Türkiye için ideal para politikası hedefinin ne olduğu politik ve toplumsal tartışmadan muaf tutulan bir tabu olarak bırakılamaz.
Yeni Kamuculuk
Toplumun yeniden yaratıcı, şeffaf ve demokratik özelliklerinin devreye sokularak kamucu anlayışı ele almamız elzem bir seçenek önümüzde duruyor. Kaynaklarımızın süreklileşen krizler, ekoloji ve iklim krizi gibi yeni riskler ile hiç olmadığı kadar kısıtlı hale geleceği bir döneme giriyoruz. Burada önemli olan unsurlardan bir tanesi bütün toplumun yaşamını ele alırken hayatın temel olgularına dair geliştireceği bir bilinci refah artırıcı bir şekilde geliştirmemiz gerekliliği. Yani gelişen bütün eşitsizlikleri telafi ederken toplumun kendisini demokratik bir kalkınma ve gelişme hamlesinin ana aktörü yapmak elimizde. Yukarıdaki bahsettiğimiz bütün dışsallıkları aşabilmek için “yatırımlar” adına süreklilik haline gelmiş “istisnalar, imtiyazlar” ile üstü kapalı siyasallaşmış bir ekonomik hukuk düzeninin yerini eşitlerin hukuku ve demokrasisi almalıdır. Örnek olarak kamunun finansman gücü olan varlıklarını Varlık Fonu gibi uygulamalarla siyasi ajandanın aracı yapmak yerine refahı yeniden oluşturabilecek kaynak tahsisi için yaklaşmakta olan krizleri ve riskleri giderici faaliyetlere yönlendirmemiz gerekiyor.
Türkiye de dünya da çalkantılı bir siyasi ve ekonomik süreçten geçiyor. Eskinin öldüğü ancak yeninin doğamadığı sancılı bir süreç içerisindeyiz. Türkiye’deki mevcut iktidarın da artık yeniyi doğuramayacağı aşikâr. Ancak bugün Türkiye’de karşılaştığımız yıkımın cevabı da geçmişe dönmek olamaz. Küresel ekonomik ve siyasi düzen son 20 yıl içerisinde radikal biçimde değişti. Batı demokrasileri de daha sağlam ve adil bir ekonomik düzenin arayışı içerisinde. Ekonomik eşitsizlikler çoğu ülkede ana akım bir tartışma haline gelmiş durumda. Yine aynı şekilde bu ülkelerin demokratik rejimleri de birçok anti-demokratik hareket ve aktör tarafından tehdit altında. Demokrasinin de ekonomik düzenin de yeni vaatler sunması gereken küresel bir dönemden geçtiğimiz bugünlerde Türkiye’nin doğru atılımları gerçekleştirerek dünyaya bir örnek olma potansiyeli bile bulunuyor. Ancak bunun için geçmişe dönük bir “restorasyon” değil, ileriye dönük yeni bir ekonomik projeye ihtiyacımız bulunuyor. Sadece yeni bir ekonomik vizyonla birlikte yeni bir toplumsal anlaşmanın sağlanması mümkün olacaktır. Bu yeni ekonomik vizyon geçmişin başarısızlıklarından ders alarak eşitsizlikleri ve yoksulluğu gidermeyi hedefleyen, tüm ekonomik dinamiklerin mutlak biçimde piyasaya endekslenmediği toplumcu bir anlayıştan geçiyor. Daha adil, eşitlikçi, kamucu ve katılımcı bu modeli kısaca “Yeni Kamuculuk” olarak tanımlayabiliriz.
İkinci Yüzyıl dergisinde kapsamlı bir ekonomi vizyonu yayımladık.