Haklı ile Güçlü Arasında Kalmış Bir Ülke: Ukrayna – Kemal Büyükyüksel
Süreç daha sağlıklı yürüseydi belki tüm tarafların uzlaşabileceği bir çözüm bulunabilirdi. Ancak, maalesef bugün içinde bulunduğumuz durum ile Ukrayna halkının endişeleri de teyit edilmiş oldu.
Başlarken direkt söylemeliyim ki bu yazı NATO’nun geçmişte dahil olduğu şiddet olaylarını veya Ukrayna işgaline giden süreçte oynadığı rolü bir kenara koyuyor. Bunun yerine önümüzde duran akut sorunla ilgili gözlemler yapmak amacıyla yazıldı.
Putin, egemen ve bağımsız bir ülke olan Ukrayna’yı bir ülke olarak tanımayı reddediyor. Ukrayna halkının gerçek bir ulus olmadığını iddia ediyor. Demokratik olarak seçilmiş bir iktidarı ve Ukrayna Başkanı Zelensky’i gayrimeşru ilan ediyor. Sonra da Ukrayna’yı işgal ediyor. Nereden yaklaşılırsa yaklaşılsın bu apaçık bir suçtur. İşgal ve savaşın tarihsel suçundan öte, Putin bizatihi savaş suçları da işlemekten çekinmeyen bir işgal süreci yürütüyor gibi gözüküyor (tabii bu konuda daha net bir hükmü uluslararası kuruluşlar verecektir). Tüm bu gerçekliğin sorgulanacak bir yanı olmadığı gibi ABD’nin Irak’ı işgali ve orada işlediği savaş suçları Rusya’nın işgalini mazur görmek için bir sebep olamaz. İki yanlış bir doğru yapmaz. Tam tersine o gün de ABD’nin emperyalist işgalinin karşısında durmuş olanların bugün yapabileceği en doğru şey yine başka bir emperyalist saikle – bu sefer Rusya tarafından – yapılmış işgale amasız fakatsız karşı durmaktır.
Ukrayna asgari demokratik sürecin işletildiği ve bu süreç sonunda iktidarın belirlendiği, yani iktidarın meşruiyetini bizzat halk tarafından aldığı egemen bir ülkedir. Evet, Ukrayna demokrasisi kusurludur. Yolsuzluk yaygındır. Ancak her şeye rağmen halkın meşruiyeti üzerine kurulu asgari bir demokratik düzen ve buna bağlı süreçler işletilmektedir. İşte tam da bu basit gerçeklikten Ukrayna’nın Batı’ya ve NATO’ya yanaşması meselesini incelemekte fayda var. Bunu önermek indirgemecilik olarak görülebilir ancak yine de sebepleri ne olursa olsun basit bir gerçekle karşı karşıyayız: Ukrayna halkının ezici bir çoğunluğu AB’ye katılmak istiyor ve bu orandan daha az olsa da yine ciddi bir kısmı Ukrayna’nın NATO üyeliğini destekliyor.
Verilere baktığımızda durumu biraz daha net tespit etmek de mümkün hale geliyor (bu verilerin yaklaşık ölçümler olduğunu da hatırlatmalı). Yapılan anketlerde Ukrayna halkının Ukrayna’nın AB üyeliğine olan desteği 2020’nin ortalarında %55 civarındayken 2022 başına gelindiğinde %70 civarına kadar yükselmiş. Yine NATO üyeliğine olan destek %45’lerden %60 oranına çıkmış. Bu salt gerçekliği göz önünde bulundurduğumuzda Ukrayna halkının az çok neyi istediğini görmek mümkün. Hatta şunu bile söylemek mümkün: Bölgedeki gerilim arttıkça Ukrayna halkının NATO üyeliğine desteği geçmişte %50’yi aşamazken bugün %60’ları geçmiş. Gerilimin tırmanması Ukrayna halkının güvenlik için daha büyük bir şemsiye altına sığınma arzusunu arttırmış. Gallup’ın 2008-2016 arası yaptığı kamuoyu anketlerinde Ukrayna halkının NATO konusundaki değişen tavrı göze çarpıyor. 2008 yılında Ukrayna halkının çoğunluğu NATO’yu bir tehdit olarak görürken özellikle Euromaidan olayları ve Rusya’nın Kırım’ı ilhakı sonrası ilişki tersine dönmeye başlıyor. Yani Ukrayna bir günde buraya gelmedi. Hatta bu gerilim önlenebilseydi çoğunluk halen NATO üyeliğini tercih etmekten yana da olmayabilirdi.
AB veya NATO üyeliğine desteğin bu denli artmasının başka sebepleri olduğunu belirtenler de olabilir. Ancak bu yine de salt gerçekliği değiştirmiyor. Bu açıdan bakıldığında tüm ahlaki kaygılardan öte Ukrayna halkının ciddi bir kısmının gayet pragmatik bir biçimde tam yanındaki Rusya tehdidine karşı bir güvenlik arayışı içinde olduğunu söylemek mümkün. Burada da tabii ki en büyük doğal aday NATO (ve belki bir nebzeye kadar da AB). Rusya’nın saldırganlığı karşısında köşeye sıkışmış hisseden bir halkın güvenlik arayışını garipsememek gerekir. Bunu söylemek de ne NATO’yu masum bir örgüte çevirmek ne de NATO’nun bir romantikleştirilmesini içermek zorunda. Bir askeri ittifak olan NATO’nun üye ülkeleri içerisindeki ve dışarısındaki geçmiş olumsuz faaliyetleri de ampirik incelemelerle sabitlenmiştir.
Nitekim Ukrayna halkının verdiği doğal tepkiyi ve pragmatik refleksi Rusya’nın saldırgan politikaları karşısında Finlandiya ve İsveç halkı da vermeye başladı ve daha önce istemedikleri NATO üyeliğini arzular hale geldiler.
Tabii burada şu soruyu soranlar olabilir: Peki Rusya’nın bu saldırgan politikaları tercih etmesi sebepsiz yere mi ortaya çıktı? Dediğim gibi, bu başka bir tartışma. ABD’nin dış politikasında izlediği strateji ve bunun hatalı olabilecek yanlarını belirtenlerin söylediğinde haklılık payı olsa dahi bu önümüzdeki salt gerçeği değiştirmiyor: Rusya bir ülkenin egemenliğini reddederek topyekûn bir işgale girişti. İşgale giriştiği Ukrayna’nın halkı da AB ve NATO üyeliğine sıcak bakıyor. Otokratik bir rejimin himayesine girmektense Batı ülkeleri ve AB ile kaderini ortaklaştırmayı tercih eder hale geldi. Demokrasiden vazgeçmek istemiyor. Rusya gibi bir rejimden çok AB ülkeleri gibi bir rejime sahip olmayı tercih ediyor. Sürecin hangi sebeplerle buraya geldiği tartışması değerli ve gerekli olsa da Ukrayna halkının iradesini görmezden gelmek için bir mazeret olarak kullanılamaz, çünkü bu direkt olarak demokratik irade fikrini karşımıza almaya yol açar. Ve bu kapı açılırsa eminim ki birçok kişi bu yolun iyi bir yere gitmeyeceğinde hemfikir olacaktır.
Yani Ukrayna halkının haklılığı sabittir ve bakidir. Bu haklılık Ukrayna’daki Neo-Nazi grupların varlığı yüzünden Ukrayna halkının elinden alınamaz. Bu gruplar devletin ve güvenlik güçlerinin belli kademelerinde yer alsa dahi bu Neo-Nazi kimliği 40 milyonluk bir ülkeye genellenemez. Tıpkı Rusya’daki aşırı milliyetçi grupların tüm ülkeye genellenemeyeceği gibi…Hatta daha da net bir örnekle, Türkiye’de aşırı milliyetçi grupların devlet ve güvenlik güçleri içerisinde nüfuzunun olması hiçbir şekilde Türkiye’ye karşı bir işgali de meşru hale getiremez. Bu argümanın sakatlığı umarım bu örnek üzerinden daha net anlaşılıyordur.
Yine aynı şekilde Ukrayna devletinin Rus azınlığa karşı yürüttüğü baskıcı politikalar da Ukrayna’nın haklılığını değiştirmez. Donetsk ve Luhansk bölgelerinde yaşanan ihlaller ve baskı politikaları da tüm ulusun Rusya işgali karşısında haklılığını elimine edemez. Bu gerçekler de tartışılmalıdır. Nitekim AB’ye katılmak isteyen bir ülkenin azınlıklara uyguladığı baskıcı politikalar demokratik standart açısından da büyük bir sorunsal oluşturacaktır. Bundan öte Ukrayna’daki aşırı milliyetçi veya Neo-Nazi grupların geçmişte karıştığı şiddet olaylarının ve işlediği suçların incelenip ortaya çıkarılması ve suçluların cezalandırılması da evrensel insan hakları bağlamında adaletin sağlanması için gereklidir ve asla örtbas edilemez. Nitekim körü körüne böyle grupları güçlendirecek ve meşrulaştıracak bir yola girilmesi gelecekte de Avrupa toplumları içerisinde yaşayan farklı azınlıklar için de bir risk teşkil edebilir. Nasıl ki radikal İslamcı grupların zamanında teşvik edilip silahlandırılması ters teperek hazin sonuçlara yol açmışsa, benzer bir sürecin de Neo-Naziler üzerinden işletilmemesi konusunda çok dikkatli olmak gerekir. Bu unsurların güç kazanması ve potansiyel olarak işleyebilecekleri suçlar Ukrayna’nın haklılığına da zarar verme riskine sahiptir. Ancak son kertede yine de tüm bunlar Ukrayna halkının demokratik iradesini askıya alamaz, Ukrayna’nın ve halkının Rusya’nın topyekûn işgali karşısındaki haklılığını elinden alamaz.
Tüm bunlar Ukrayna’nın güvenlik endişesinin NATO’nun iyi ya da kötü olması üzerinden değerlendirilmesi tartışmasına indirgenmemeli. Açıkçası ideal bir dünyada ve düzlemde askeri ittifakların gerekli olmasını da kimsenin arzulayacağını düşünmek istemem. Bu sadece militarist bir ruhun coşkusuyla açıklanabilecek bir tavır olurdu. Ukrayna’nın güvenlik için NATO’ya sarılmak istemesini NATO’yu idealize etmeden, romantikleştirmeden hatta NATO’ya karşı eleştirel bir çizgide kalarak bile anlamlandırmak gayet mümkün. Rusya’nın saldırganca bir tutum izlemeyeceği hakkında emin olan bir Ukrayna belki NATO’ya yönelme ihtiyacı duymak zorunda kalmayabilirdi. Süreç daha sağlıklı yürüseydi belki tüm tarafların uzlaşabileceği bir çözüm bulunabilirdi. Ancak, maalesef bugün içinde bulunduğumuz durum ile Ukrayna halkının endişeleri de teyit edilmiş oldu.
Belki süreç farklı yürüseydi Rusya’nın böyle bir saldırgan tavır içerisine girmeyeceği koşullar oluşturabilirdi. Bunu kestirmek zor. Çünkü genellikle başvurulabilen ve süreç hakkında sorumluluğun çoğunu Batı dünyasında bulan yaklaşımın Rusya’nın son yıllarda ne kadar milliyetçi-şövenist ve emperyal bir yaklaşım içinde olduğu gerçeğini de göz ardı etmesi riski var. Bundan öte, Putin’in rejiminin muhaliflerini öldürten ağır derecede baskıcı otoriter bir polis devleti olduğu gerçeğini kimse bir kenara koyamaz. Karşımızdaki rejim zaten dış politikasından bağımsız olarak içeride de halkına karşı şiddet uygulamaktan çekinmeyen, tüm demokratik değerleri alaşağı etmiş, istediğinde ülkesinde terör estirebilen bir rejim. Yani iç politikasındaki tavrıyla dış politikası arasında paralellikleri çizmek o kadar zor değil. ABD ve Batı da mutlak güç sahibi değiller. Ve bu ülkelere ebedi bir tanrısal muktedirlik atfetmek, dünya arenasındaki diğer aktörlerin kendi iradeleri ve hedefleri olan özerk güçler olduğu gerçeğini yok sayma riskine sahip. Ve artık Rusya’nın da bu dünyada bu güçlerden bağımsız olarak özerk bir güç teşkil ettiği bir dünyada yaşadığımızı görmemiz gerekiyor. Dünyadaki en baskın güçlerin başında halen ABD gelse de geçmişin tek kutuplu devrinin devam ettiği iddiası çok şüpheli. Bu varsayım üzerinden hareket etmek bizi yanlış çıkarımlar yapmaya itebilir.
Bu da bizi yazının ikinci noktasına getiriyor. Ukrayna’nın haklılığından öte bir başka tartışma daha önümüzdeki krizi anlamlandırmak için önem teşkil ediyor: Güç. Siyaset maalesef sadece haklılık üzerine inşa edilen bir şey değildir. Siyaset güç ile de alakalıdır. Siyasi çatışmaların sınırını da çoğu zaman sadece ahlakilik değil güç belirler. Erdem, ahlak ve ilkelerden ne kadar çok bahsedersek bahsedelim bu değerleri ayakta tutacak destekleyici güç olmadığı sürece kazanan taraf olmak da mümkün olmayabilir.
Bugün Rusya ve Ukrayna arasında açık biçimde haklı olan taraf Ukrayna iken yine açık biçimde güçlü olan taraf ise Rusya. Ukrayna halkının güçlü direnişi takdire şayan olsa bile salt gerçekliği göz önünde bulundurduğumuzda Rusya’nın daha güçlü bir devlet olduğunu kabul etmek gerekiyor. Lakin Ukrayna’nın bir şansı yalnız olmaması. Rusya’nın işgali dünyanın ezici bir çoğunluğunun ve NATO’nun Ukrayna’nın arkasında durmasına sebebiyet verdi.
Ukrayna’ya destek veren ülkeler çatışmaya askeri anlamda dahil olmasalar bile Ukrayna karşısında daha güçlü olan Rusya’ya farklı yollarla güç uygulamaya başladılar. Rusya’ya uygulanan muazzam yaptırımlar Rus ekonomisini ağır biçimde sakatlayarak askeri olmasa da gayet kayda değer bir etkide bulundu. Burada da Rusya’nın askeri gücüne karşı Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, bir başka güç pratiği olarak karşımıza çıkıyor. Son kertede, dünyanın bir araya gelerek Rusya’ya böyle bir darbe vurması, tüm ahlaki söylemlerden çok daha önemli bir güç göstergesi.
Rusya’ya uygulanan ağır yaptırımlar Rusya’yı dize getirebilir mi bunu şu anda bilmek zor. Ancak çok ağır bir darbe vurduğu kesin. Lakin tartışmayı güç bağlamından devam ettirirsek Rusya’nın da sergileyebileceği gücün tamamını daha sergilemediğini söylemek mümkün. Yapılabilecekler hakkında verilen göz dağları o kadar ileri gidiyor ki nükleer savaştan bile bahsedilir hale gelindi.
Birçok kişi Rusya’nın nükleer savaş ile göz dağı vermesini bir blöf olarak okuyor olabilir. Ancak aklı başında hiç kimsenin, bu ihtimalin sadece bir blöf olabileceği varsayımına göre hareket etmemesi gerekir. Bu senaryonun gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olması bile korkunç bir ihtimaldir; çünkü sonu bellidir: Ya nükleer felaket ya da bir Üçüncü Dünya Savaşı. İşte tam da bu ihtimalin gerçekliği bizi ahlaki tartışmalardan, Ukrayna’nın haklılığından öte bir yere taşımak zorunda da bırakıyor.
Karşımızda tamamen haksız bir işgale girişmiş olan ancak nükleer bir savaşı tetikleyecek güce sahip de olan yapılabileceklerinin sınırının ne olabileceği kestirilemeyen Rusya gibi bir ülke var. Bu, meseleyi Ukrayna’nın da ötesine taşıyarak dünyanın kaderiyle alakalı hale getiriyor. Ukrayna tam da bu iki gerçekliğin arasına sıkışmış bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Haklı ile güçlü arasında sıkışıp kalmış halde. Ukrayna’nın tüm haklılığı, hepimizin tüm ahlaki olarak net duruşu, karşı karşıya kaldığımız felaket senaryosundan dolayı mutlak değerini yitiriyor. Bu öyle bir kriz ki sadece haklı ve erdemli olduğunu direterek kör bir cesaret ile ısrarla durduğumuz yerde durmaya devam ederek tüm dünyayı yangın yerine çevirme riskine dahi sahibiz. Ve bunu söylemek bir zayıflık olarak gözükebilir ancak ahlaktan arındırılmış bir biçimde karşımıza çıkan karanlık gerçeklik bu. Ukrayna halkının iradesi tüm dünyanın güç dengelerini bir anda etkileyecek kadar da güçlü değil.
Peki bu can sıkıcı gerçeklikle yüz yüze kalmamız ne ifade ediyor? Pesimizme ve sinizme gömülerek mücadelenin bir anlamı olmadığı, güce karşı boyun eğilmesi ve mücadeleden vazgeçilmesi gerektiğini göstermiyor. Ancak Ukrayna’nın ve dünyanın yaşadığı krizin çözümü için bir yanda kimin haklı olduğunu hatırlayarak bir yanda da reelpolitik perspektifi yitirmeyerek güç ilişkilerini kâle alan bir yaklaşıma gerek var. Biz ne kadar Ukrayna’nın haklı olduğunu söylesek de erdemlilik okyanusundaki tüm su tanelerine sahip olsak da ahlaki üstünlükten ayrı olarak güç kavramını ve bunun oluşturduğu gerçekliği alaşağı edemeyiz. Ve Putin rejimi içeriden ya elitlerin ya da halkın harekete geçmesiyle devrilmediği sürece veya yaptırımlar ve Ukrayna’nın verdiği mücadele karşısında geri çekilmeyi tercih etmediği sürece de güç ve reelpolitik gerçekliğini göz ardı etmemiz mümkün değil.
Belki Putin gerçekten hiçbir şekilde geri adım atmayacak ve hatta savaşı başka yerlere genişletecek kadar irrasyonel bir haldedir. Zaten bunun tespitinin net bir şekilde yapılacağı bir noktaya gelirsek, tek yapabileceğimiz hep birlikte bu saldırılara karşı mücadele etmek olacaktır. Ancak diplomatik bir çözümün ihtimali kaldığı sürece birincil öncelik silahları susturup bu diplomasi masasını kurmak olmak zorundadır. Rusya’nın işgaline karşı Ukrayna’ya sağlanan desteğin yanında bir diploması masasını hararetle zorlamak için çaba sarf etmemek sadece bu şiddeti daha da tırmandırma riskine sahip. ABD’nin, Batı’nın ve dünya kamuoyunun Ukrayna mücadelesine destek olması ve halkına moral vermesi bir barış inşa etme çabasıyla bir araya gelmediği sürece Ukrayna’yı sadece sürekli bir savaş haline sıkıştırmaya yol açabilir. Kimsenin de Ukrayna’dan yeni bir Afganistan yaratmak istediğine inanmak istemem (Hillary Clinton güncel bir röportajında büyük bir gaf yaparak bunu ima etmiş olsa bile). Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, bir noktadan sonra şiddet öyle bir noktaya tırmanır ki, kimin haklı veya haksız olduğunun bir önemi kalmaz ve her yer sessiz mezarlarla dolar. Bundan daha da korkuncu, yarın bu süreç durdurulamazsa kendimizi nükleer serpintilerin içinde bulmayacağımızın da bir garantisinin olmadığı bir noktadayız.
Tüm bunlar sağlanabilecek bir çözümün hiçbir tarafın maksimalist yaklaşımıyla mümkün olamayacağını ortaya koymalı. Ukrayna halkının tüm haklılığı doğru olsa bile mevcut konjonktür ve “güç” kavramının gerçekliği ulaşılabilecek elle tutulur bir çözümün belki de Ukrayna halkının tüm taleplerinin gerçekleşmemesine sebep olabilir. Kendini zorla dayatan güç gerçekliği tartışmanın sadece demokratik irade kapsamında ele alınmasını mümkün kılamayabilir. Ancak eğer böyle bir çözüme ulaşılacaksa bile, bu zaten “en doğru” çözüm olduğu için değil tüm olasılıklar arasında felaketi önleyebilecek makul uzlaşı olduğu için tercih edilecektir. Bu çözümün sağlanabilmesi hem Ukrayna’da hem de tüm dünyada bugün tahmin edemeyeceğimiz boyutta bir insanlık trajedisinin yaşanmasını engellemek için bir gereklilik olarak kendini dayatıyor. Daha önce de belirttiğim gibi, siyaseti sadece haklılık değil güç de belirliyor. Ve meseleye bu tarafından bakmayı reddetmek herhangi bir gerçekçi ve makul çözümün sağlanabilmesini de zorlaştırma riskine sahip. Neyin doğru ve neyin yanlış olduğundan öte, kimin neye gücünün yettiğini sormadan gerçekliğin durum tespitini yapmak ve barışı inşa etmek mümkün değil. Böyle bir uzlaşının neye benzeyebileceği hakkında farklı önerileri tartışan birçok siyasetçi, düşünür, akademisyen ve uzman da var. Bunlara bir örnek Robert H. Wade’in yeni yayınladığı “Ukrayna Krizi İçin Bir ‘Diplomatik Çözüm’” yazısı olabilir. Wade, bu makalesinde tane tane durum tespiti yaparak nasıl bir uzlaşmaya varılabileceği hakkında önerilerini sunuyor. Ve bu tarz, Wade ile de sınırlı olmayan farklı perspektifleri dinlemekte yarar var.
Bu söylenilenlerin hiçbiri ilkeleri veya ahlakı değersizleştirmez. Zaten Ukrayna halkı ve lideri, işgale karşı olan duruşu ve mücadelesi ile erdemlerini ve cesaretlerini kanıtlamışlardır. Ama bundan öte olarak küresel bir insanlık felaketinin önlenmesi için makul bir barışın inşa edilmesi de bir o kadar ilkelerle ve erdemlerle alakalı bir çabadır. Savaşın heyecanına kapılmayarak herhangi bir histeri altında efsunlanmadan en hızlı şekilde makul bir barışın sağlanabilmesi yaşamı önceleyen herkesin birincil hedefi olmalı. İşte tüm bunlardan dolayı ahlaki üstünlüğümüzü tekrar tekrar ortaya koyacak bir haklılık yarışı performansıyla birbirimizi hırpalamayı bir kenara koyup barışı inşa etmek için bir araya gelmemiz ve barışın siyasetini inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum. Haklılık ve erdemlilik denizinde boğulmanın getirdiği cesaretle umarım birden kendimizi nükleer serpintilerin içinde bulmayız.
Kaynak: https://www.globalpolicyjournal.com/blog/01/03/2022/diplomatic-solution-ukraine-crisis