Gençler Neden Sosyalizmi Liberalizmden Daha Çekici Buluyor? – Lea Ypi (Çeviri: Yepisyeni Türkiye)
Gençler neden sosyalizme ilgi duyuyor? Lea Ypi: “Liberalizm, gücü dağıtma ve korkuyu yok etme çabalarında kendi güç yapılarını ve patolojilerini yaratır. Ve bunlar da en az alternatifleri kadar yıkıcıdır”.
“Y kuşağı sosyalizm” diye internette arattığınızda gençlerin neden eski bir fikre, sosyalizme; çekildiğini anlamaya çalışan, şaşkından endişeliye değişen tonlarda yüzlerce makale bulacaksınız. Bu soruya verilebilecek bir cevap, “Aslında ne anlama geldiğini bilmiyorlar” olabilir. Donald Trump’a göre ise cevap “genç ve idealist” olmalarıdır. Ama eğer Karl Marx’ın sözleri geçerliyse sosyalizm gerçekliğin kendisine uyum sağladığı bir ideal değildir. “Mevcut durumu ortadan kaldıracak gerçek harekettir” ve “bu hareketin koşullarını, şu anda hissetmekte olduğumuz ön koşulların gerçekliği yaratacaktır”.
Sosyalizmin neden çekici olduğunu açıklamak için liberalizmin neden çekici olmadığına bakmakta fayda var. Bu kolay bir iş değil. Liberalizm geniş bir çatı ideolojidir. Ve Liberalizm kapitalizmle tam da aynı şey değildir. Kapitalizm bir dizi politik ve ekonomik ilişkidir, liberalizm bir dizi fikirdir. Kapitalizm, liberal teorilerin desteği olmadan kapitalizm olamaz ancak tüm liberal teoriler kapitalizmi desteklemez. John Stuart Mill’den John Rawls’a kadar ilerici liberaller, kapitalizmi eleştirdiler, ve “mülk sahibi demokrasi”, “liberal sosyalizm” gibi alternatif sosyal örgütlenme biçimlerini savundular.
Bu, liberalizmi tuhaf bir konuma sokuyor: liberalizm, kapitalizmle birlikte hareket ettiği ölçüde, tarihsel bir olgudur. Ondan ayrıldığı ya da onu nitelendirdiği ölçüde toplumsal bir idealdir. Liberalizmin temel bir fikri vardır: özgürlük. Ve temel bir vaadi vardır: korkudan azade olmak. İlerici liberaller için soru şudur: Kapitalizmin başarısızlığı liberalizmin başarısızlığı olarak görülmeli mi? Ve eğer liberalizm, içinde yaşadığımız gerçeklikten ziyade bir ideal olarak anlaşılmalıysa kapitalizm, sosyalizm, faşizm, demokrasi, teokrasi, popülizm arasındaki tarihsel karşılaşmalar bir bütün olarak ele alındıklarında, liberal proje ne ölçüde başarısız oldu?
Sosyalizmin neden yükselişte olduğunu açıklamak için kapitalizmin krizine değinmek yeterli değildir. Liberalizmin başarısızlıklarını da bir dizi ideal olarak düşünmeliyiz. Liberalizm korkudan azade olmamızı sağlayamaz çünkü (idealize biçiminde bile) kendi patolojilerini üretir. Bunlar, liberalizmin karşı çıktığı despotizm veya farklılıklara tolerans olmaması korkularından farklı, ancak oldukça yıkıcı patolojilerdir.
Sosyalistler, liberal patolojileri fikirlerin geliştiği maddi koşullarla bağlantılı olarak açıklamaya bayılırlar. Ancak sosyalist eleştiriden önce bile, liberalizmin içindeki kimi keskin akıllar liberalizm projesinin sıkıntılarını görmüştür. Projenin entelektüel kökenleri, 16. ve 17. yüzyılın din savaşlarında, ve üç unsurun birleşimindedir:
- Ahlaki bir antropoloji,
- Bir ekonomi teorisi,
- Bir siyaset teorisi.
Üçü de liberal vizyonerlere, gücün ne olduğuna ve nasıl kullanılması gerektiğine dair farklı bir açıklamayı dile getirmekte yardım etmiştir; ve (gerçekleştirmeyi hala beklediğimiz) bir liberal ütopyaya katkıda bulunmuşlardır. Yine de her üç konuda da, liberalizmin erken dönem eleştirmenleri liberal vaatlerin vaat olmanın ötesine geçmesine engel olan sıkıntılara dikkat çekmiştir.
Liberalizmin antropolojisini ele alalım. Birçok farklı kesim, bireylerin otoritenin boyunduruğundan kurtulmasını onayladı ve yeni bir idealin ortaya çıkışını benimsedi: sivil toplum. Bu ideal, “tatlı ticaret” (Çevirmen notu: “Doux Commerce” konsepti ticaret yapan ulusların yakınlaşması ve barışçıllaşmasına dair Montesqieu ve Smith’in popülerleştirdiği bir fikirdir.) fikrine ve ticaretin maddi refaha genel katkısına dayanıyordu. Ancak yine de 18. yüzyılda yazılan ticari toplum eleştirileri, liberal projenin teşvik ettiği tüm yıkıcı psikolojik eğilimleri görebilmeyi başardı; bencillik, açgözlülük, kıskançlık, güvensizlik, gereksiz ve lüks mallar için rekabet, ambalajın içeriğin önüne geçmesi, etkileme arzusu, dış validasyon ihtiyacı, rekabet, en savunmasız kesimlerin çilelerine karşı kayıtsızlık, sömürücülük… Rousseau’nun gözlemlediği gibi, özel mülkiyetin doğuşu, toplumsal duyguların yerini aldı ve toplumsal eşitsizlikleri tırmandırdı. Diğerlerinin aşırı yoksulluğu pahasına bazılarının aşırı zenginleşmesini sağlayan bir birikim modeline yol açtı.
Şimdi ekonomik teori ile devlet teorisi arasındaki ilişkiyi ele alalım. Liberalizmi ilk eleştirenler bile şunu görebilmekteydi: liberaller ticari toplumu yüceltirler. Ancak aynı zamanda ticaretin işleyişinin devlet garantisi altına alınmasına ihtiyaç duyarlar. Liberaller, Fransız ve Amerikan devrimleri sırasında ortaya konan insan haklarının ve evrensel vatandaşlık idealinin icadıyla böbürlendiler. Ayrıca asiller sınıfı ve kilise gibi otorite yapılarının yıkılmasını kendi başarıları olarak gördüler. Ancak bu evrensel ideal, ticari toplumun talepleri ile devletin talepleri arasındaki çatışma tarafından sürekli tehdit edildi. Bir yandan devlet; özel mülkiyeti ve ticari toplumun işlemesini sağlayan hak ve yükümlülük türlerini güvence altına almak zorundadır. Öte yandan devletin kendine ait çok az geliri vardır, temel işlevlerini piyasaların lütfettiği kadar kaynak ile gerçekleştirir.
Hegel gibi yazarların fark ettiği gibi, devlet, düzeni ve istikrarı korumak için vergilendirmeye ve zenginlerin devlet maliyesine yaptığı katkıya yaslanmak zorundadır. Ancak, eşitsizliğin istikrarı tehdit etmemesini sağlamak için gerekli vergilendirme ve refah önlemlerinin boyutuna bağlı olarak bu, evrensel yurttaş dayanışması idealini yok edecek kadar politik kutuplaşma yaratabilir. Eski sınıf ve statü ayrımları, modern bir biçimde geri döner. İsyan hemen köşebaşındadır. Bu tehditle başa çıkmak için devlet, sorunlarının bir kısmını genellikle küresel anarşi pahasına yerel eşitsizliği düzeltebilen uluslararası kredi ve borç sistemine devreder. Kant’ın gözlemlediği gibi, savaşı sona erdirmek şöyle dursun, bu farklı türden rekabetleri besler; ticari toplum dışa doğru genişleyerek sömürgeciliği ve küresel kaynakların yağmalanmasını teşvik eder. Bu sorunun en keskin gözlemcilerinden biri olan Fichte, küreselleşmeyi tam da bu gerekçelerle reddeder. Ortaya koyduğu “Kapalı ticari devlet” fikri, devletin totaliterliği ile piyasanın totaliterliğini birbirine kırdırmaya yönelik bir çabadır.
Bu, liberalizme özgü üçüncü bir korku kaynağına yol açar. Klasik liberaller devletin rolünü sınırlamaya çalıştılar ancak sivil toplumu herkesin eşit olduğu, kendiliğinden ve doğal, hiyerarşik olmayan bir yapı olarak gördüler. Sivil toplumun bu kutsanışı; Adam Smith, Adam Ferguson ve John Millar da dahil olmak üzere birçok proto-liberal tarafından savunulan “4 aşamalı tarih” teorisinin bir parçasıdır. Smith ve benzerleri için tarih, temelde farklı üretim sistemleri aracılığıyla maddi ilişkilerin tarihidir: avcı-toplayıcının ardından kırsal, derken tarımsal toplum şeklinde giden bu ilerleme en üstün alternatif olan ticari toplum ile zirve yapar.
Sosyalistler genellikle teleolojik ve ilerici tarih teorilerini desteklemekle eleştirilirler, ancak gördüğümüz gibi, bu liberalizmin kendi eseriydi. Bunun dışında, liberal tarih teorileri bir siyaset ütopyasıyla değil, bir piyasa ütopyasıyla son buldu. Sivil toplumun küresel genişlemesinin refah, sınırsız teknolojik gelişme ve maddi gelişme getireceği umudunu beslediler.
Böyle bir umut anlatısı, temel aldığı 4 aşamalı tarih teorisiyle birlikte doğası gereği hiyerarşiktir. Sivil toplumun zaferinde liberal umudun bedeli, alternatif yaşam biçimlerinin (örneğin avcı-toplayıcılık ve tarımsal yaşam) tarihsel gelişimin alt aşamaları olarak hakir görülmesidir. Bu toplumsal örgütlenme biçimlerine bağlı insanlar ilkel, geri ve liberal yeniden eğitime muhtaç vahşiler olarak görülür. Burada da liberalizm, bu benimsediği perspektifle yeni bir tür korku üretmektedir. “Sömürgeleşmek ve imparatorluğun boyunduruğuna girmek” korkusu. Bu, ikincil bir zarar veya liberal normların tutarsız (örneğin, dünyanın bir tarafındaki insanlar için belirli hak ve özgürlükleri savunurken diğerlerini buna layık görmemek) bir uygulaması değildir. Liberalizmin bir misyonu, liberalizmin eksikliğinde sivil toplumun erdemlerini gerçekleştiremeyecek insanlara bu erdemleri dayatmaktır.
Liberaller, sanki kendi idealleriyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi sömürgecilik tarihini sık sık bir kenara atarlar. Ancak ticari toplum ütopyası ile liberalizmin medenileştirme misyonu arasındaki içsel bağlantı olmaksızın Mill ve Tocqueville gibi ilerici (kapitalizme göz yummak zorunda hissetmeyen) liberallerin bile neden barbarları yok etmeye kararlı olduklarını anlayamayız. Bu kararlılığın nedenleri tesadüfi veya rastgele değildir. Liberal ahlakın temel esasının bir parçasıdır. Küresel ticari toplumun ve onunla birlikte gelen yapı ve değerlerin gerçekleştirilmesi için olmazsa olmazlardır. Sömürgeleşme (veya borç bağımlılığı, veya Batılı liberal ülkeler tarafından hegemonize edilen uluslararası kurumlara boyun eğmek, veya “insani müdahale” biçimindeki yeni-sömürgecilik) korkusu liberalizmin talihsiz bir yan ürünü değildir. Liberalizmin, geri kalmış insanları kendi aptallıklarından ve baskılarından kurtaracağını ön gören bir tarih teorisinin sonucudur.
Bütün bu unsurlar, liberal özgürlük anlayışına ve onun iktidarla ilişkisine dair daha genel bir soruya işaret ediyor. Liberaller, devletin, dini otoritelerin ve bireysel özgürlüğü tehdit eden her türlü kolektif örgütlenmenin gücünü sınırlamaya çalışırlar. Ancak, gücü dağıtma çabalarında liberalizm kendi ayırt edici güç yapılarını, kendi korkularını ve kendi tür özgürlüksüzlüklerini yaratır. Liberal iktidar yapıları kişisel olmaktan çok anonimleştirilmiştir, planlı olmaktan çok kendiliğindendir ve onları pekiştiren psikolojik tutumlar, doğrudan saldırganlıktan ziyade bencilliği ve kayıtsızlığı besler.
Ancak bu, liberalizmin yarattığı korkuların, liberalizmin ortadan kaldırmaya çalıştığı korkulardan daha az endişe verici veya daha az yaygın olduğu anlamına gelmez. Gücün dağıldığı, kendinden menkul ve anonim hale geldiği bir ortamda, mücadele etmek daha da zordur. Bu, özgürlüğü önemseyen Y kuşağının neden sadece siyasi ve ekonomik ilişkilerden değil, aynı zamanda ahlaki ideallerden oluşan alternatif bir sisteme yönelim aradığını anlamaya yardımcı olabilir.
Orijinal metin link: https://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/socialism-liberalism/