DünyaGündemPolitika

Avrupa’yı Kurtarmak -Ozan Şahin

” Avrupa Birliği kendi kurumsal yapılarına, toplum bakış açısına, güvenlik yorumuna sızmış, kılcallarında yer almış ve kökleşmeye başlamış neoliberalizmden kurtulmak zorunda. AB bu alternatifi sadece kendi geleceği için değil aynı zamanda Avrupa’nın aydınlanma mirasının parçalarını taşıyan ve bugün benzer sorunlarla boğuşan başka ülkelerdeki hareketler için bir merkez oluşturmak amacıyla da yapmalıdır.”

Son zamanlarda gerçekleşmeye devam eden kaçak göçler esnasında İspanya, İtalya, Malta ve Yunanistan’da yaşanan trajedilerle gördüğümüz ve Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan sonra etkilerini daha ciddi göreceğimiz bir gerçekle yüzleşmek zorundayız. Avrupa Birliği’nin fikirsel ve fiziki sınırları daralıyor, tıpkı CERN’deki bilim insanlarının evrenin sonu hakkındaki teorileri gibi, daralmayı durduramaz ve alternatifini inşa edemezsek çöküş hızlanacak ve son kaçınılmaz olacak.

Peki Avrupa Birliği’nin fikirsel sınırlarının hikayesi nedir ve Avrupa Birliği’nin devamlılığı hem Türkiye hem de dünyanın yeniden kutuplara hızla ayrılmış olduğu şu günlerde neden önem taşımaktadır?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın batısını elinde tutan müttefik güçler belirli bir zaman sonra işgal ettikleri bölgelerden çekilip Alman Federal Cumhuriyeti’nin önünü açtı. Bu çekilmeden en çok etkilenen ülke kuşkusuz Fransa oldu. Fransa, Almanya’nın müttefik güçlerce işgal edildiği dönemlerde yeniden inşa etmekte olduğu gücünü Alman topraklarından besleme fırsatı buldu. Bu toprakların sağladıkları, Yeni Fransa’nın başı olan Charles De Gaulle’ün radikal ekonomik kalkınma planlarına destek çıktı. De Gaulle, bu ekonomik kalkınma programının başına Jean Monnet’yi getirdi. Monnet iki dünya savaşı geçirilmesine rağmen Avrupa’ya güveniyordu. Üstelik bunu savaşın devam ettiği ve Fransa’nın işgal altında olduğu 1943 Ağustos’unda tuttuğu günlük notlarından da görebiliriz.

Monnet’nin o dönemlerde ifade ettiği fikrin temelinde Avrupa’nın bir iç savaş yaşadığını ve bu iç savaş ortamının bir daha yaşanmamasının tek yolunun Avrupa’nın birbirine entegre olmasından geçtiğini belirtti. Bu düşünce savaştan sonraki dönemde de epey popüler olacaktı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı birlikte hareket eden topluluklarda Birleşik Avrupa fikri de epey yaygınlaşmıştı. Birleşik Avrupa üzerine yapılan en meşhur çıkışların başında da Churchill’in “Avrupa Birleşik Devletleri” şeklinde ifade ettiği Zürich konuşması sayılabilir.

Bu dönemde Churchill’in Avrupa Entegrasyonu projesi aslında hem İngiltere’nin sonraki yıllarda özellikle Thatcher ile zirve yapan tutumunun ilk işareti olurken hem de Anglo-Sakson bakış açısı ile Avrupa federalistlerinin bakış açısı arasındaki farkı da ortaya koydu. Yine de bu tartışma ilk meyvesini verdi. 1949 yılında resmen kurulan Avrupa Konseyi, Churchill ve diğer federasyon karşıtlarının istemediği noktadan oldukça uzaktı. Bir federatif yapıdan ziyade ideallerini ve fikirlerini birlik içinde tartışmak isteyen insanlar topluluğunun başlangıcıydı.

Fransa’nın önderliğinde başladığını kabul edeceğimiz sürecin mimarlarından biri olan Monnet için Avrupa Konseyi tam istenilen pozisyon değildi. O daha pragmatist ve ekonomik bir arayış içindeydi. Bu dönemde Monnet’nin istediği ortam Avrupa’nın gerçekliğinden oldukça uzaktı. Hem çok yıkıcı bir savaştan çıkılmıştı hem de Soğuk Savaş başlamıştı, Sovyetler kapıdaydı.

AB Tarihi’nin farklı aşamalarında farklı ideolojik gruplar katkı sürecinden çekildi. Bunun ilk kurbanı ise Avrupa’daki komünist partilerdi. Aslında oy oranları savaş sonrasındaki dönemde yüksek olsa da Berlin Ablukası işleri tamamen değiştirdi. Komünist ideolojinin ve onun örgütlerinin denklemden çıkması, aynı dönemde başlayan Avrupalı devletlerin güvenlik kaygılarının çözümünü ABD’den yana aramasına zemin hazırladı. Avrupa solunun ağırlıklı olarak komünist ideolojideki yapılarla örgütlenmesi ve denklemden solun komünizm ile birlikte hızlıca çıkması, Marshall planlarının ve NATO’nun AB’nin güvenlik siyasetinde etkin bir rol kazanması ile aynı döneme rastladı. Avrupalıların yıllar önce Amerika’ya götürdükleri fikirler gibi yeni dönem kapitalist metodolojisi de bahsedilen güvenlik sorunundan faydalanarak bu sefer Avrupa’ya getirdi. Kurumsallaşması yıllar alacaktı fakat Avrupa Konseyi’nin tavrı da çok destekleyici olacaktı.

Fransa bu dönemlerde kendini hala Avrupa merkezli kurgulamaya çalışsa da Soğuk Savaş’ın başlaması ile ortaya çıkan güvenlik krizi ve bunun Anglo-Sakson dünyaya göre çözümlenmesi Avrupa Konseyi’nin de duruşunu da Soğuk Savaş döneminde bünyesinde gerçekleştirilecek belirlemeye başladı. Yine de Monnet aklındaki fikirden uzaklaşmadı. Savaş sonrasında Fransa’yı besleyen Alman-Ruhr bölgesi hala kritik önemdeydi ve oradaki kömür yatakları Fransa için hayati önemdeydi. Monnet’nin planının Almanya’nın ekonomik rehabilitasyonu ile aynı anda gerçekleşmesi de tam zamanında oldu. İşte AB’nin temel taşlarından olan Avrupa Konseyi ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun temelleri de böyle bir hikâye ile atılmış oldu.

Türkiye’ye gelirsek; selefimiz olarak kabul edebileceğimiz ülkeler dahil olmak üzere hiçbir zaman Avrupa’nın ne bir parçası olmayı başarabildik ne de kendimizi Avrupa’dan tamamen soyutlayabildik fakat bugün Türkiye’nin sivil-muhalif deneyiminin, özellikle 20 yıllık AKP iktidarı sırasında gösterdiği ve deneyimlediği pratikler sayesinde, Avrupa’nın geleceği için önemli bir alternatif arayışına referans noktası olacağına inanıyorum. Bu inancımı besleyen en önemli gerçek ise çok uzun zamandır Avrupa Birliği’nin çekirdek çevresini işgal etmeye başlayan radikal otoriter akımların (Rusya, Libya, Mısır, Türkiye, Macaristan, Polonya, Belarus) sadece Türkiye’de, ilk defa seçimle gideceği ihtimalinin bu kadar yüksek, bu kadar gerçekçi olmasından kaynaklanıyor. Daha önümüzde elbette uzun bir mücadele süreci var. Bunu reddetmiyorum fakat deneyimin şu anki halinin bile “evet” ve “hayır” denecek kararları ile Avrupa’nın geleceği için önemli olduğuna inanmakta ısrar ediyorum. Özellikle de Avrupa Birliği’nin üzerine kurulduğu temellerden güvenlik noktasında daha ağır basan Avrupa Konseyi – NATO ilişkisinin günümüzde ciddi sıkıntılarla boğuştuğu görülürken.

Avrupa’nın meşhur gazetelerinden Le Monde’un Mayıs 1954’teki ilk başyazısında kurucu Hubert Beuve-Méry, Avrupa Birliği’nin ve Monnet’nin de benzer zamanlarda duyurmaya çalıştığı ortak misyonu olan bir gerçekliğe atıfta bulundu. Yazısında “Uluslararası ilişkilerin barışçıl gelişimi için çalışmalıyız ve bu durumda her şey bu görevdeki bir gazetenin doğal evi olarak Paris’i ve doğal dili olarak Fransızcayı işaret ediyor” diye belirtti. Bu, ilk okunduğunda milliyetçi, vatansever ve muhafazakâr vurguların göze çarpacağı yazı bence çok daha farklı bir gerçekliği bize gösteriyor. Küreselleşmeden kaynaklanan çatışmaların arttığı dönemde önemli bir noktada duruyor. Çünkü bu nokta tıpkı günümüzden 70 küsur yıl öncesinde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun varmak istediği noktaya sol bir bakış açısı ile gelecek güvenlik bakış açısını yansıtıyor aslında.

Türkiye’nin bugün yeniden kutuplaşan dünyada hükümetinin kişisel menfaatlerinden dolayı eğiliminin yeni Doğu Bloku’na doğru olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şangay İş Birliği Örgütü ile verdiği fotoğraf da bunun ispatı niteliğindedir. Fakat Türkiye’nin bu kutuplaşmada yeri yoktur ve olamaz. Neoliberal küreselleşmenin bir sonucu olan mevcut durum Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren sorunlar arasında olmasına rağmen doğrudan dahil olması gereken sorunlar arasında değildir. Çünkü Türkiye, neoliberal kurgunun kurucu aktörü değil ilk kurbanları arasındadır. Tıpkı Avrupa Birliği gibi.

Anglo-Sakson dünyanın kurguladığı ve kurumsallaştırdığı bir sistemin son sarsıntılarını geçirdiği bir dönemdeyiz. Ve bu dönem, bu ideoloji, çevresinde kendi menfaatlerine ters düşmeyecek şekilde kurguladığı radikaller çemberini artık kendi merkezlerinden biri olan Avrupa’nın çekirdeğine de taşımış durumda. Avrupa Birliği kendi kurumsal yapılarına, toplum bakış açısına, güvenlik yorumuna sızmış, kılcallarında yer almış ve kökleşmeye başlamış neoliberalizmden kurtulmak zorunda. AB bu alternatifi sadece kendi geleceği için değil aynı zamanda Avrupa’nın aydınlanma mirasının parçalarını taşıyan ve bugün benzer sorunlarla boğuşan başka ülkelerdeki hareketler için bir merkez oluşturmak amacıyla da yapmalıdır.

Avrupa’nın yeri doldurulamayacağına inandığım bu mirasının gücü ile dünyaya siyaseti, basit ikili karşıtlıklardan daha karmaşık bir şeye dayandırmanın ne anlama geldiğini gösterebilme fırsatına da sahip olacağız. Bununla birlikte de iki kutbun radikallerinin gerçekleştirdiği bütün insanlık suçlarına karşı bir duruş sergilerken anlamsız etiketlenmelerin kurbanı olmayacağız. Yeni bir dünyayı bu güçle inşa edebileceğiz.

Türkiye’nin buna ihtiyacı var.

Avrupa’nın buna ihtiyacı var.

Dünyanın her birimize ihtiyacı var.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu