Demokrasi ve SolEkonomi ve KamuculukGündemPolitika

Merkezi Soldan İnşa Etmek – Burak Yıldırım

“Makul ve gri” alanların soldan tanımlanması ve seküler milliyetçiler hakkında bir yazı.

I.

AKP’nin merkezi terk etmiş olduğu kabulüne dayanan ve Türkiye’nin aldığı hasarları onarmak için tek çarenin yeni ve makul bir merkez inşa edilmesine dayanan tartışmalar bizim ‘’elit, sakin ve küçük’’ cemiyetimizde uzun zamandır gündemde. Belli kabullere karşı çıkarak, bazı savların çeliştiğini ifade edebiliriz ve lakin bir merkezin inşasının tüm sorunlarımızı çözeceğine dair o kadar da umutlu değilim. Üstelik metodolojik olarak bu merkezin tanımını kim/nasıl yapacak bilmeden ve bu merkezin kimlerle kurulacağına dair bir netlik yokken bu kadar emin ve kesin olabilmeyi de en azından ben açıklayamıyorum. Çünkü bu teze göre bir çağrı yapılacak, çağrıya makul taraflar cevap verecek ve bileşenler hep birlikte bir merkez tanımı yapıp eşik bekçiliği mekanizmasını da etkin bir şekilde çalıştırabilecekler. 6’lı masaya dışarıdan edilmek istenen müdahalenin özeti böyle.

Merkez tartışmalarına bir alternatif sunmadan ve merkezin gerekliliğine dair tartışmalara girmeden teorinin içinde bir geziye çıkma niyetindeyim. 2002 seçimlerinden sonra Türkiye toplumunun verdiği demokratikleşme mücadelesi ile ilgili ‘’nihayet demokratikleşme ve sivilleşme’’ umudu artarken demokratikleşme sürecimiz ‘’öfori’’ nöbetleri hedefinin çok uzağında kaldı. Doğrudan tarihi çarpıtmalar ve kısa süreli hafıza kayıpları üzerinden kurgulanan öfori nöbetlerinden bir medet ummayanları da cümle alem recmetti. Bugün merkezin inşasına yönelik bariyerlerden biri de bu şekilde oluştu.

Sekülerizm tıpkı batılı toplumların tarihi başarılarının temelinde olduğu gibi, ilk kez Türkiye toplumunun sivil iradesinin adı olmaya bu kadar yakınken bir takım haklı endişeler de dillendirilmeye başlandı. Türkiye’nin sekülerizm deneyimi asker-bürokrat kimlikle özdeşleşmiş ve en azından cumhuriyet tarihinin tüm günahları da bu kimliğe yüklenmişti; sekülerizm ve ona atfedilen vesayet günahlarıyla birlikte mi geri dönecekti? Yeni merkezde sekülerlerin bir yeri olmalı mı?

Niyetlerinden şüphe etmediğim ve topluma sunacakları katkılarının bugün görüldüğünden daha fazla olacağına inandığım bazı isimlerin dillendirdiği merkez ve makul tartışmalarının seyirci kazandığı dönemin tam da sekülerizmin iktidara elini uzattığı dönemde ortaya çıkması tesadüf müdür bilmiyorum. Bununla birlikte hukuksuzluk-öfke-rövanş döngüsünün tekrar yaşanmaması adına 2002’de yapılan hatanın/hataların tekrar yapılmaması gerektiği önemli bir gerekçe ve 20 yılın sonunda herkesin hukukun tesisi ile ilgili hemfikir olması umut verici. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Anlatının geri kalanında ise problemler başlıyor.

Merkezin tanımıyla ilgili tartışmaların adı konulmamış bir adresi var ki tüm işaretler yeni bir merkez sağ inşası anlatısını işaret ediyor. Liberal ekonomik politikaları benimsemiş, sosyal ilişkilere AKP kadar müdahil olmayan ama hak arama mücadelelerine de çok fazla ‘’yüz vermeyen’’; toplumun değerleriyle barışık bir merkez sağ. Bu merkez sağ anlatısında herkese yer var; ama şimdilik. 2002’de iktidarı alan söylemin Kürtler ve Aleviler ile ilgili özgürlükçü çıkışlarına tam zıttı olarak tamamen marjinalize edilen milyonlarca Kürt ve Alevi bu merkezin içinde bir türlü kendilerine yer bulamıyorlar. Hatta Alevi olduğu için adaylığı sorgulanan bir siyasetçiyle ilgili tartışmaların başlaması bir insan ömrü için bile çok uzun zaman almadı; bu gerçekliği bir kenara koyduğumuzda Türkiye merkez sağının vaat ettikleri ile sicil kaydını karşılaştıran kimsenin iyimser olmasını da beklemek mümkün değil. Ortada solcuların endişelerini giderecek bir söylem de zaten yok.

Peki böyle bir merkez sağ inşa etmek mümkün mü? Toplumun dönüşüm sürecinin gözden kaçırdıkları giderek daha tehlikeli çıktılar üretirken yaşadığımız gerçekliğe aykırı/inat bir tasarım mümkün mü? Türkiye ve dünya ‘’CHP’nin camileri ahır yaptığı ve İnönü’nün asker kaçağı olduğu’’ hikayelerinin alıcı bulamayacağı bir bağlantı imkanına sahipken ve hızla dönüşürken sekülerizmin yükselişini doğru okumak gerekiyor. Seküler milliyetçi İYİP, seküler Kürtler HDP ve sekülerizmin Türkiye ‘’distribütörü’’ CHP başka sol ve merkez partilerden bağımsız olarak seçmen kitlesinin çoğunluğunu oluştururken bu seçmen gruplarının bütünleşmeleri nereye kadar engellenebilir?

Önümüzdeki 20 yılın tahayyülünde bu seçmen gruplarını geride kalmış çatışma hikayeleriyle parçalı bırakmak ne kadar gerçekçi? Üstelik Millet İttifakı dinamiklerinin asli unsurları olan CHP ve İYİP oldukça başarılı birkaç yıl geçirmişken Kürt sorununun daha ne kadar çözümsüz kalacağını düşünebiliriz? Demografik değişim seçmen kütüğünde seküler ve sol partiler lehine sürerken ve yeni kuşaklarda bu dönüşüm çok daha hızlı gerçekleşirken bir merkez inşası sıkıcı ve sığ ezberlere ne kadar hapsedilebilir? Bugün Z kuşağının önüne tepside sunulan klasik liberalizm hiçbir acıya ilaç olmadığında kim hesap verecek?

Üstelik tüm dünyada radikal sağcılar, ırkçılar, faşist hareketler tam da bu sürecin ürettiği kabızlığın üstüne sağ popülizm söylemlerini yeniden üretirken bu tür bir merkez arayışı tam olarak hangi kitleleri birleştirecek ya da bugün Türkiye’deki tüm seçmenlerin aradığı umudu nasıl yaratacak?

II.

Türk siyasi tarihinin en ayırt edici özelliği hiçbir karar vericinin söylediği-yaptığı-imza attığı ‘’şeylerle’’ ilgili hiçbir hesap verme mekanizmasıyla yüzleşmemesidir. Gerçek anlamda ne bir darbeci ne bir yolsuz siyasetçi ne de doğrudan kendi vatandaşına cebir uygulayan bir yetkili henüz mahkeme karşısında yargılanamamıştır. Bunun verdiği cesaretle, çok değil birkaç yıl önceki öngörülerinin tamamı çöpe giden entelektüel camiamızın saygın isimleri hala üst perdeden Türkiye’nin geleceğini tasarlayabilmektedir.

Türkiye’de kendine solcu diyenlerin sanırım tamamının ‘’sonraki Türkiye’’ için ilk talebi kurumsal, sosyal ve toplumsal adalet mekanizmalarının aşındırılamayacak şekilde tesis edilmesi olacaktır. Bunu mümkün kılmak için birkaç reform paketi yeterli olmayacaktır. Halihazırda hukuki metinlerimizin büyük kısmı oldukça yeterlidir, değişiklik yapılması gereken noktaları hukukçulara bırakmakla birlikte prensipte büyük çoğunluğun uzlaşabileceği ve kısa sürede tamamlanabilecek kanun değişiklikleri orta vadede verimli olacaktır. Türkiye’nin bu konuda aşamadığı temel sorun doğrudan kanunu uygulamakla mükellef olan devletlilerimizle ilgilidir. Çözümü de oldukça barizdir; devleti yeniden tasarlamak, bilakis 3. Cumhuriyet’i kurmak. Özellikle 15 Temmuz sonrası yargıda yapılan ihraçlar, akabinde bu boşlukların doldurulması için yürütülen süreç zaten can çekişen hukuk sistemimizi hepten işlevsiz hale getirmişken artık tercihe bağlı bir tutum da olamayacaktır.

Esasında tüm siyasi partiler/gruplar mevcut hukuk sistemiyle ilgili benzer tespitler yapmaktadırlar. Bunun daha da ötesinde hukuk sistemiyle ilgili çok benzer talepleri dillendirmektedirler. Konuyu somutlaştırma kapsamında ise benzer bir karşılık ve ortaklaşma ise görülebilir değil. Yeni bir şey inşa etmekten bahsedeceğimiz nokta da tam olarak burada başlıyor. Eskinin tüm günahlarıyla hesaplaşabilmek ve helalleşebilmek haricinde bir başlangıç noktası oluşturabilmek mümkün değil.

Hesaplaşma ve helalleşme konusundan bahsederken meselenin yöntemini somutlaştırmak ve asgari bir tarif yapmak oldukça gerekli; neyi/neleri yargılayacağız? Kimle/nasıl helalleşeceğiz? Faillerinin hayatta olmadığı erken dönem hukuksuzluklarının hesabını kim verecek? Siyasal islamcıların suçu hala hayatta olmaları mı? Şüphesiz ki helalleşme ve hesaplaşma sürecini sadece suç-ceza ekseninden kurguladığımızda karşımızdaki tablo belki de milyon kişinin gıyaben/şahsen yargılandığı bir adliye salonu olacaktır. Lakin hesaplaşma ve helalleşme aynı zamanda yeniden tasarlamakla ve paylaşmakla da doğrudan ilgili süreçler olmalıdır. Failin yargılanması ve cezalandırılması başlangıç için önemlidir ancak konunun merkezinde mağduriyetleri telafi etmek olmalıdır. Cumhuriyetin gerisine hiç gitmeden bir gerçeği de kabul etmek gerekiyor, devletimizin tarihi aslında mağdur üretmekten ibarettir. Bu mağduriyetleri gidermek için yol haritasının ikinci kısmına geçmek gerekiyor; adaleti tesis edip bir daha kimsenin güdümüne girmeyeceği bir formatı uygulamaya aldıktan sonra kamuyu paylaşmayı somut olarak konuşmak gerekiyor. Burada ise öncelik milyonlarca insanı adliyelere doldurmaktan önce mağduriyetleri giderme üzerine kurgulanmalıdır.

Aynı coğrafyadan, aynı saç-bıyık traşına ve cinsiyete/yönelime sahip; ahlaki ve akılcı değerleri aynı olup aynı partiye oy veren devleti herkese açmak artık cevapsız bırakılabilecek bir talep değil. Konu sadece birkaç kadın valinin ve Alevi ya da Kürt emniyet müdürünün atanmasıyla çözülebilecek durumda da değildir. Son 20 yıldır bu uğurda çalınan sınav soruları, mülakat usulsüzlükleri, doğrudan torpiller gibi süreçlerle devlet hem yeteneklerinden yoksunlaştırıldı hem de tek tipleştirildi. Bu noktada önümüzde beliren hukuki zorunluluklar da sabittir. Yasadışı şekilde memuriyet alıp tespit edilen herkesin hiçbir istisna gözetmeksizin kamudaki tüm kadrolardan tasfiye edilmeleri hukuki bir zorunluluktur. Mağdurlara yer açılacak başka bir alan da yoktur.

Buradan bir rövanşizm tartışması çıkarılmasına da müsade edilmemelidir. Kamunun idari kısmındaki bu değişimle birlikte kamusal alanın da tüm vatandaşlarca paylaşılması gerekmektedir. Farklı kimliklerin bir arada görünür olmalarının önündeki tüm keyfi uygulamalar da ortadan kaldırılmalıdır. Herhangi bir grubun başka gruplar üzerinde tahakküm kurmasının önünde net ve keskin uygulamaların yerleşmesi ise elzemdir. Kamunun idaresinde de kamusal alanların paylaşımında da sosyalistlere, Kürtlere, Alevilere ve diğer tüm dışlanmış gruplara alan bırakılmalıdır. Bu kimliklere sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları nicelik olarak bir azınlığın ötesinde ağırlığa sahipken artık tüm vatandaşlarımızın ülkenin ortak kurucu unsuru oldukları resmi olarak ilan edilmelidir. AKP karşısındaki muhalif seçmenin de çoğunluğunu oluşturan bu bloğa haklarının teslimi için geç bile kalınmıştır. Cemevinin ibadethane olarak kabul edilmesine yönelik histerilerini bile yenemeyenlerin kendilerini sorgulama vakti gelmiştir.

Hukuku ve kamuyu yeniden tesis ettikten sonra siyaseti de yeniden tasarlamak gerekmektedir. Seçmenlerin, özellikle de genç yaş gruplarındaki bireylerin eski kavgalar ve düşmanlıklar üzerinden şekillenen siyasete olan itibarı kalmamıştır. Kimse tarafı olmadığı kavgaları sürdürme niyetinde değilken 2023 sonrasına dair tahayyüllerin hala ezberlere dayalı olması toplumumuzun geleceğine de herhangi olumlu bir katkı taşımaktan uzaktadır. Hiç ders alınmamış gibi yine gelecek tahayyülünün tamamen sağ eğilimler üzerine kurulması ve tanımlanan merkezin hiçbir noktasında sol fikirlerin yer bulmaması genel bir kabul haline gelmiş durumda. Halbuki siyasetin merkezini sağdan tasarladıkça stabilite de ihtimal dışında kalıyor.

Siyasetin merkezi sağa yakın kaldıkça ekonomik krizler ve siyasi istikrarsızlık kronikleşiyor. Bunun sonucunda da Türkiye dünyanın geri kalanından uzaklaşıyor. 70 yıldır aynı şey deneniyor ve gelinen noktada Türkiye sermaye sahipleri için bile ideal olmaktan uzak; ülkenin en büyük sermaye gruplarının döviz cinsinden de herhangi bir karlılığı kalmadı; üstelik şirketlerin değerleri de döviz cinsinden buharlaştı.

Özgürlüklerin, demokrasinin, uluslararası entegrasyonun ve aydınlanmacılığın kendine daha fazla alan bulabilmesinin tek yolu merkezi sola kaydırmaktır; sağa kaymış bir merkezin bizi getirdiği noktanın iflasına şu anda tanık oluyoruz. Ayrıca Türkiye’nin geçmişiyle ve mirasıyla barışması ve helalleşmesi de yine bu şarta bağlıdır. Histerilerle, mitlerle ve hınçlarla yeniden üretilen çatışmalar Türkiye’yi sürekli bir intikam döngüsüne sokmaktadır.

Tüm bu başlıklarla ilgili uzlaşabilirsek ekonomiyi ve gelir paylaşımını konuşmamız mümkün olacak. 2000’li yılların başında büyük bir devrim gibi lanse edilen güvencesizlik rejiminin zararı çok yönlü oldu. Bireyler gelecekleriyle ilgili daha manipüle edilebilir ve kolayca radikalleşebilir oldular. Meselenin sosyalist-liberal ekseninin dışında insanlığın sürdürülebilir devinimiyle ilgili ortada kocaman bir risk peydah oldu. Bu güvencesizlik anlatısını tamamen reddetmek ve yeni bir çalışma rejimi kurmak gerekiyor. Elbette iş ve gelecek güvencesi de sadece kamunun karşılayacağı bir sorumluluk değil. Bu konudaki rezervleri göz ardı etmeden yeni bir modelin inşası derin ekonomik krizden daha makul sürede uzaklaşmak için stabil bir ekonomi yaratımına da katkı sunacaktır.

Diğer yandan asıl mesele kamu finansmanı ve vergilerle ilgili. Kayıtdışılığa neden olan ve ekonomik açıdan herhangi bir verimi de bulunmayan işletmelerin kaçırmış olduğu vergilerin ücretli çalışanların sırtına binmesi; büyük sermaye gruplarının da vergi borçlarının periyodik olarak silinmesi sürdürülebilir değildir. Orta sınıfı tamamen yok edip tüm toplumu alt gelir grubuna dönüştürseniz bile bu modelde alt gelir grubunun bile sürekli daha az gelire razı olması zorunluluk haline geliyor.

Günümüz Türkiye’sinde ücretli çalışanların büyük kısmı en temel gıda maddelerine erişimde ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Tamamen yağma ve kayırma düzenine geçmiş olan kamu ise zaten erişim sıkıntısı zirve yapmış ücretli çalışanların gelirlerinin büyük kısmını verimlilikten en uzakta değerlendirmektedir. Bu sorunun çözümü kamuyu küçültmekte değil liyakatla yeniden tasarlamaktan ve etkin denetimden geçmektedir. Artık liberal anlatının ana kriterlerinden olan devleti küçültmeyi değil devleti işlevsel hale getirmeyi konuşabilmeliyiz.

III.

Merkezi sadece sağla inşa ettiğinizde kriz anlarında yükselen toplumsal talepler radikal sağcıların çok kolay istismar edebileceği bir alana sebebiyet veriyor. Özellikle yeni seçmen gruplarında ve henüz seçme-seçilme yeterliliğine sahip olmayan gruplar tam da bu tehlikeli yol oldukça popüler hale gelmiş durumda. Hiçbir ihtiyaca cevap vermeyen, bir şey üretmeyen yeni merkez sağ ile bu siyasi-ekonomik-toplumsal krizi aşmak da mümkün değil. Sekülerizmi de sol bir çatı haline getirmeden aksi yola girmek mümkün değil. 

Merkezi sadece sağdan ibaret inşa etme ısrarının varacağı sonuç ise bize başka bir AKP vermek olacak. Öfkeli kitlelerin ilk girişimi belki başarısız olacak. Ancak bir sonraki girişimin nasıl sonuçlar doğuracağına dair öngörüde bulunmak çok da zor değil. Bugün belli platformlar etrafında toplanan ve geçmişte AKP kadroları arasında yer alan isimlerin asıl endişelenmesi gereken mesele de bu olmalı; bu öfkeli kitlelerin sorumlu olarak tanımladıkları temsilcileri adliyelerde yargılamaya niyeti de olmayacak.

Özetle, ekonomik ilişkilerde toplumcu bir reform ve öncesinde de dışarıdan müdahale etmenin mümkün olmadığı yeni bir hukuk sistemi kurgulamak; bunların akabinde de hiçbir bireyin dışlanmadığı ve aidiyet duygusunu tamamlayıcı şekilde devlete tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını dahil etmek solun en temel asgari taleplerindendir. Bu taleplerin temsil edilmediği bir Türkiye’de ekonomik ve siyasi krizler kronikleşir, sığınmacı sorunu çözülmez, terör kamburundan kurtulunamaz ve bir sonraki rövanş hareketi cumhuriyet düzeninin varlığını tamamen ortadan kaldıracak bir tehdit oluşturmaya devam eder.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu