Demokrasi ve SolEkonomi ve Kamuculuk

Kazanmak İçin Bir Plan (Çeviri: Ömer Ünal)

Saoirse Gowan’ın Jacobin’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayımlanmıştır.

Demokratik sosyalist stratejinin en önemli amacı, kapitalizmden tamamen kopmadan önce iş dünyasının gücünü zayıflatmaktır.

Zafer için plan yapmaya başlamanın zamanı geldi.

Yakın tarihli bir makalede, Mio Tastas Viktorsson ve ben, 1970’lerde İsveç’te her şirketin kârının belirli bir yüzdesinin mülkiyeti kamuya ait olan “ücretli fonlara” transfer edilmesine ve böylece sermayenin mülkiyetinin büyük ölçüde halka aktarılmasına yönelik bir çerçeve oluşturan meşhur Meidner Planını yeniden gözden geçirdik. Planın gözden geçirilmiş bir versiyonunun servet eşitsizliğiyle bugünkü mücadelemize katkı verebileceğini savunduk.

Arkadaşlar ve meslektaşlarla yaptığımız müteakip tartışmalarda üç ana soru ortaya çıktı. Birincisi, böylesine iddialı bir plan İsveç’te nasıl hayal edilebilir hale geldi? İkincisi, bugün böyle bir noktaya nasıl ulaşabiliriz? Ve son olarak, gelecekte benzeri çabaların başarılı olmasını nasıl sağlayabiliriz?
Bu soru dizisi, demokratik sosyalist stratejinin temelini oluşturur. Amacımız kapitalizmden tamamen kopmadan önce iş dünyasının gücünü zayıflatmaksa, stratejimiz konusunda bilinçli olmalı, muhalefetten ders almalı ve tarihi yanlış adımlardan kaçınmalıyız. Sermayenin aşırı gücü olabilir. Ancak emeğin hala paçayı sıyırma olanağı var.

Stockholm Sendromu

Meidner Planı, son derece güçlü bir sosyal demokrat hareketin ve ulusal hükümetlere politikalarını belirleyecek alanı veren esnek bir küresel bir ekonomik düzenin ürünüydü.

1970’lerde, işçi hareketinin siyasi kolu olan İsveç Sosyal Demokratları on yıllardır iktidardaydı. Ücretler, ulusal toplu pazarlık yoluyla belirleniyordu. Yakın zamanda çıkarılan ortak belirleme yasaları, sendikalara işyerinde daha fazla söz hakkı vermişti. On yılın sonunda, İsveçli işçilerin yaklaşık yüzde 80’i sendika üyesiydi.

Zamanın en gelişmiş kapitalist ülkeleri gibi İsveç de sermaye kontrolleri uygulayarak ülkenin döviz kurunu yönetti ve sermayenin kaçabileceği ihtimali üzerine fazla kaygılanmaksızın kendi ekonomi politikasını uyguladı. Kısacası, işçiler, siyasi liderlerden kapitalist bir ekonominin izin verdiği kısıtlamaların ötesine geçmelerini talep edebilecek bir konumdaydılar.

Sosyal Demokratlar; emek ekonomistleri Rudolf Meidner, Anna Hedborg ve Gunnar Fond tarafından geliştirilen Meidner Planı’nı destekler göründüler. Ancak Başbakan Olof Palme ve Maliye Bakanı Kjell-Olof Feldt açıkça olmasa da plana karşı çıktı ve iş dünyasının şiddetli muhalefeti doğrultusunda radikal unsurlarından arındırdı. Planın bir versiyonu 1980’lerde kabul edilirken mevzuat o kadar zayıflatılmıştı ki artık sermaye için gerçek bir tehdit oluşturmuyordu.

İsveç, sosyal demokrasinin hem sosyal bir hareketi hem de ılımlı bir düzeni birlikte kuluçkaya yatırdığı bir ülkeydi ve bu durum planın çöküşü anlamına gelecekti. Nitekim sermaye hiçbir zaman sosyal demokrasinin uzun süre müesses durumda kalmasına izin vermez. İş dünyası toplu halde örgütlendiğinde, yatırım pompasını kesme kozunu oynamalarına dahi gerek kalmadı – Palme gibi liderler çoktan geri adım atmıştı. Bu liderler, küçük adımlarla bile olsa sermayenin temel ayrıcalıklarını elinden almak yerine statükoya bağlı olduklarını kanıtladılar.

Meidner Planını bir başarısızlık olarak tanımlamak bir ölçüde doğrudur. Ancak bu siyasi bir başarısızlıktı – teknik kusurlardan ziyade yetersiz sınıf gücünün kurbanıydı. Yine de demokratik sosyalist programın önemli bir aşamasını –sermayenin kamu mülkiyetine devrini– planlamak için mükemmel bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor. İhtiyacımız olan şey; böyle bir transfere karşı gelişecek kaçınılmaz tepki güçlenip galip gelmeden önce işi bitirmenin uygun bir yolunu bulmaktır.

İşte bu aşamada “Kalecki noktası” devreye giriyor.

Kalecki’nin Döngüsü

Polonyalı ekonomist Michał Kalecki 1943 tarihli ünlü bir makalesinde, siyasi aktörlerin özellikle işsizlik gibi ekonomik koşulların değişimine yanıt olarak politika değişikliğine gitmelerini ifade eden “politik konjonktür döngüsü ” kavramını ortaya koydu.

Bu fenomen hem kısa vadede hem de uzun vadede kendini gösterir. Uzun vadeli bir döngü, ani bir patlama ve çöküşten ziyade, sermaye ve emek arasındaki büyük, kalıcı güç değişimleriyle bağlantılıdır – New Deal’i, neoliberalizmin yükselişini veya İsveç refah devletinin yaratılmasını düşünün. Bu uzun vadeli döngüdeki en emek yanlısı aşama, Peter Frase’in “Kalecki noktası” dediği noktadır – emeğin gücünün kapitalistlerin gücünü tamamen sona erdirmekle tehdit ettiği an.

Kısa vadeli döngülerin zirve ve inişleriyse sınıflar için çıkarlarını ileriye taşıyabilecekleri, ekonomik gerçekler karşısında çözüm olarak emek ya da sermaye yanlısı politika değişiklikleri önerebilecekleri fırsatlar sunar. Örneğin, yüksek işsizlik varsa, ücretleri düşürerek mi yoksa yeni endüstrilere yatırım yaparak mı azaltmalıyız? Düşük işsizlik halinde enflasyonu kontrol altında tutmak için toplu sözleşme anlaşmaları‘na mı, parasal daralma yoluna mı başvurmalıyız?

Şu anda ihtiyacımız olan reformlar, bizi 1970’lerde İsveç işçi hareketinin sistemi zorladığı türden bir krize geri döndüren reformlardır. Bu sefer işleri lehimize çevirmek hiç şüphesiz zor olacaktır. Ancak bizim görevimiz, Kalecki noktasına ulaşıldığında, sermayenin kaçınılmaz direncinin üstesinden gelmek için siyasi, ekonomik ve sosyal kurumlara sahip olduğumuzdan emin olmaktır.

Ridley’nin Planı

Margaret Thatcher’ın zaferiyle sonuçlanan 1977 Britanya seçimlerinden iki yıl önce, Muhafazakar milletvekili Nicholas Ridley, ülkedeki işçi hareketinin gücünü kırmak için bir teklif hazırladı. Bundan üç yıl önce Ulusal Maden İşçileri Sendikası (NUM), Edward Heath’in Muhafazakar hükümetine ezici bir siyasi ve ekonomik yenilgi yaşatmıştı. Heath seçimden önce riskleri ortaya koymuştu: Seçmenlere “İngiltere’yi kim yönetiyor” diye sordu, “sendikalar mı yoksa hükümet mi?” Seçmenler İşçi Partisi’nin yanında yer aldı.

Ridley Planı”, kitlesel özelleştirmeyi mızrak ucu olarak kullanarak, bu sorunun tekrar sorulmasını önlemek için hazırlanmıştı.

İktidara geldikten sonra Thatcher yönetimi elbette NUM’u rahat bırakmayacaktı, ama bunda aceleci davranmadı . İlk döneminin tamamında, madenciler sendikasıyla kesin bir yüzleşmeden kaçındı, 1981’de yirmi maden ocağının kapatılması teklifini geri çevirdi ve 1982’de bir grevi önlemek için yüzde 9,3’lük bir maaş artışını kabul etti.

Bu arada, parasal daralma işsizliğin hızla artmasına neden oldu — Thatcher göreve başlamadan önceki yüzde 5 olan işsizlik grev sırasında yüzde 12’ye yükseldi. Ridley Planı, hükümetin özelleştirme programını kademeli biçimde uygulayabilmesini ve özenle seçilmiş bir çatışmalar yoluyla işçi muhalefetinin kırılmasını hedefledi.

Madenciler 1984’te greve gittiğinde hükümet, Ridley’in “T” planını izleyerek kömür stokladı ve madencilerle dayanışma grevlerine katılanlara karşı grev kırıcılar tezgahladı. Grev, saman alevi parlayıp hızla sönümlenirken hükümetin sabırlı stratejisi meyvesini vermiş oldu.

Grevin ardından asık yüzleriyle işe dönen kederli madencilerin görüntüleri, özelleştirme gündeminin kitlesel endüstriyel işçi eylemleriyle engellenmemesini sağlamak için muhafazakar hükümetin ihtiyaç duyduğu tek şeydi. Kömür nihayetinde özelleştirilecekti – ancak su, gaz, demiryolu, hava yolları, telekom, otobüs, çelik ve sayısız diğer kamuya ait varlıkların tümü satılmadan önce değil.

Basitçe söylemek gerekirse, Thatcher hükümeti kısa vadeli Kalecki döngüsünü kendi lehine kullandı. Yüksek enflasyona cevaben olarak parasalcı politikaları benimsedi. Bu önlemler, daha sonra sendikaların belini kırmak için bir tehdit olarak kullanılacak işsizliği artırdı. Bu bir kez başarıldıktan sonra, hükümet, ulusal varlıkların haraç mezat satılması ve yüksek gelir dilimine uygulanan vergi indirimleri yoluyla (eşitsiz) GSYİH büyümesini teşvik edebildi.

Yapılması gerekenleri aşama aşama belirlemiş, buna karşı gelişecek potansiyel tehditlerle ve organize muhalefetle baş edeceği stratejileri oluşturabilmiş kapsamlı bir plan, İngiliz sağının başarısında büyük rol oynadı. Bizim de tam olarak böyle bir şeye ihtiyacımız var.

Bir Demokratik Sosyalist Plan

2017 İşçi Partisi manifestosu, iddialı bir sol gündemin seçim başarısı getirebileceğini kanıtladı. Manifesto aynı zamanda bir sosyalist hükümetin ilk dönemine rehberlik edecek birçok fikir içeriyor ve kendine has meziyetleriyle radikal bir politika belgesi niteliği taşıyor.

Bizim için en mühim yönü ise İşçi Partisi’nin temsil ettiği solun, sermayenin mülkiyetine ilişkin meseleyle mücadele edecek tüm girişimlerin başarı olanaklarını ciddi ölçüde geliştiren bir politika gündemi oluşturmasıdır. Manifesto – ve ona katkıda bulunan raporlar – ABD bağlamına nelerin uyarlanabileceğini görmek için yakından incelemeye değer.

Kamu Mülkiyeti, Yatırım ve Tedarik

Seçimleri kazanmak için sol politikacılara ihtiyacımız var ve bu politikacıların seçimleri kazanmaya devam edebilmelerini sağlayacak bir siyasete ihtiyacımız var. Bunu yapabilmek için; mal sahibi, yatırımcı ve hizmet sağlayıcı olarak kamu sektörüne olan güveni yeniden tesis etmek gerekiyor.

Corbyn gündeminin en umut verici yönlerinden biri, bu temalara yeniden vurgu yapmasıdır. Yeni nesil ekonomistlerin çalışmalarından faydalanan parti, Mariana Mazzucato’nun “girişimci devlet” olarak adlandırdığı modele uygun bir sanayi stratejisini bütünüyle benimsemiştir. Bu model; araştırma, geliştirme, altyapı, bilim ve teknolojiye stratejik yatırımlar yapan, kârını koruyan ve eylemlerinin başarısını üstlenen yönetime işaret eder.

Burada son derece çekici bir siyasi argüman var: Hükümetimiz, getirilerden adil bir pay almaksızın özel sektöre para vermemeli. ABD federal hükümeti Ar-Ge için büyük bir harcama yapıyor: son on yıldaki eşi görülmemiş kesintilere rağmen bu kalem yılda 150 milyar doların üzerinde. Ne var ki Ar-Ge harcamalarında daha da artışa gidilmeli, Ar-Ge faaliyetlerinin odağı yeniden askeri olmayan alanlara yönelmeli ve gelirleri hisse sahipliği yoluyla korunmalıdır.

İşçi Partisi’nin en üst düzey ekonomik ekibi tarafından hazırlatılan ve onaylanan “Alternatif Mülkiyet Modelleri” raporu, endüstrinin özel sektör tarafından kontrol edilmesine meydan okuyabilecek daha da iddialı bir girişimi temsil ediyor. Kooperatif, belediye ve merkezi hükümet düzeyinde kamu mülkiyetinin muazzam bir şekilde genişletilmesi çağrısında bulunuyor.

Bu, ABD için de kolayca uygulanabilir. Su, elektrik veya ulaşım gibi kamu hizmetlerinin özelleştirildiği durumlarda, bunları -kooperatif, belediye, eyalet ölçeğinde veya federal ölçekte- sosyal mülkiyete iade etmeli ve kamu yatırımıyla kamu yararına demokratik bir şekilde yürütülmesini sağlamalıyız.

Buna bağlı olarak, sosyal programlar evrensel olmalı ve seçmenler arasında popüler olacak şekilde tasarlanmalıdır -ücret, kredi, finansal durum tespiti gibi halkla anlatımı zorlaştıran şart ve karşılıklardan arındırılmış olmalıdır. Metadışılaştırma ve yatırım söz konusu olduğunda, parolamız şu olmalıdır: basit tutun ve başarıları üstlenin. Bu nedenle evrensel çocuk yardımı, evrensel temel gelir, ücretsiz çocuk bakımı, ücretsiz sağlık hizmeti ve ücretsiz eğitim gibi politikalar çok arzu edilir.

Hükümetin kendilerini yüzüstü bıraktığını hisseden işçi sınıfı seçmenleri, onlara çıkarılan maliyeti ortadan kaldırdığımızda var güçleriyle demokratik sosyalizmi denemeye daha istekli olacaklardır. Yoksulluğu hafifletip halkın kendi hayatı üzerinde daha fazla kontrol kazanmasını sağlarken, popüler destek kazanabilen ve meta-dışılaştırılan sosyal demokrat reformlarla gündemimizin geri kalanını gerçekleştirecek zamanı edinebiliriz.

Örgütlü Emeği Canlandırmak

İşçi Partisi manifestosunun gündem maddelerinden biri de sendikalar ve İstihdam Hakları Enstitüsü (IER) ile ortaklık kurarak, emeğin elini güçlendirmeye yönelik bir İş Kanunu Manifestosu’nu hayata geçirmekti. IER’de Ulusal Kalkınma Görevlisi olan Sarah Glenister, İşçi Partisi’nin toplu sözleşmelerin kapsamını genişletmeyi hedefleyen “neoliberal gündemi tersine çevirme” önerilerini şöyle anlatıyor: “Esas amaç; iş hukukunun odağını, işverenlerin hedefleriyle uyumlu olan asgari yasal zeminden, toplu olarak kabul edilmiş yüksek standartlara geri kaydırmak”.

ABD’nin açıkça bu alanda derin reformlara ihtiyacı var. Amaç, ekonominin mülkiyetinde reform yapmaya başlarken ve genel ekonomik yönetişimde rol alabilecek pazarlık birimleri kurarken, sendika yoğunluğunu kısa sürede büyük ölçüde artırmak olmalıdır.

Çalışma Bakanlığı’na, Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu’na ve diğer ilgili federal kurumlara işçi-yanlısı personel atanarak acil iyileştirmeler yapılabilir. Bunun, onlarca yıllık sendika karşıtı propagandasıyla mücadele edecek kapsamlı eğitim çabalarıyla ve mümkün oldukça devlet politikası yoluyla teşvik edilmesi gereken taban örgütlenmesiyle desteklenmesi gerekecektir.

Ardından, cesur yasal değişikliklere giderek emek ortamını iyileştirmemiz gerekecek.

Geniş kapsamlı bir tasarı birkaç unsuru bir araya getirir: İlk olarak, sektörel pazarlık birimleri ve müşterek karar mekanizmaları (Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin izlediği ve Kıta Avrupası’nın çoğunda olduğu gibi) oluşturulmalıdır. Düşük ücret tekliflerini önlemek için bu birimler yasaya göre uygulanan tabanlar oluşturacaktır. Amaç, yalnızca bireysel işyerlerinde veya firmalarda değil, tüm endüstri sektörlerindeki işçiler arasında dayanışmayı teşvik etmek olacaktır. Bu, özellikle toplu endüstriyel eylem durumlarında önemlidir, çünkü bu sektöre bağımlı olan diğer aktörler de sorunun çözülmesi için baskı oluşturur.

Mevzuatın ayrıca kart kaydı uygulaması getirmesi, eyaletlere özgü çalışma hakkı yasalarını kaldırması, ikincil grevlere izin vermesi, 1947 öncesinde uygulanan işverenlerin tarafsız kalması yükümlülüğünü yeniden tesis etmesi (işyerinde sendika karşıtı mesajları yasaklaması) ve genel olarak sendikaların örgütlenme, propaganda yapma ve işçilerin çıkarları doğrultusunda hareket etme haklarına yönelik tüm kısıtlamaları olabildiğince kaldırması gerekecektir.

Bunun iki faydası olacaktır. En belirgin faydası işçilerin sermayeden talepte bulunma konusundaki bağımsız gücünü artırmak olacaktır. Aynı zamanda, radikal bir gündemin faydalı dönütler sağladığını ispatlayarak sendika içinden bize yönelen desteği güçlendirecektir. Sol politikacılar, demokratik sendikalar ve ilerici toplumsal hareketler bir araya geldiğinde, aşağıdan yukarıya her düzeyde radikal bir değişim sağlayabiliriz.

Savaş Oyunları ve Sermaye Kontrolleri

Yukarıda sıralanan kamu sektörü ve işgücü piyasası reformları kapsamlı bir liste değildir, ancak bu reformlar birlikte uygulandığında bizi emeğin güçlendiği, ücretlerin arttığı ve işsizliğin en aza indirildiği bir rotaya yöneltecektir. Başka bir deyişle, zamanı geldiğinde hazır olmamız gereken, Kaleckvari bir krizin rotasına doğru bizi sevk edecektir.

Bu bağlamda, İşçi Partisi liderliğinin bir sermaye grevine yönelik aktif hazırlıkları son derece takdire şayan. Örneğin, Gölge Maliye Bakanı John McDonnell, bir yatırım grevi durumunda halkı harekete geçirmenin gerekliliği konusunda açık konuştu: şirket gücünü savuşturmak için halkın gücüne başvurulacak. İşçi Partisi’nin gençlik kolu, sendika temsilcileri tarafından desteklenen sermaye kontrollerinden ve finans kurumlarının kamulaştırılmasından yana olduğunu bildirdi . Bu tür bir yüzleşmeyi tartışmaya açmak, halkı böyle bir çatışmaya hazırlamak için hayati önem taşımaktadır.

Politik faktörlere tepki olarak yatırım sermayesinin ekonomiden çekilmesi, herhangi bir sosyalist hareketin ve aslında herhangi bir başarılı sosyal-demokrat hareketin karşılaştığı bir gerçektir. Radikal hükümetlerden, seçtikleri politikalardan vazgeçerek “yatırımcı güvenini yeniden kazanmaları” isteniyor. Syriza’nın seçmenlerine hem kemer sıkmayı bırakabileceklerini hem de avro bölgesinde kalabileceklerini söylemesi vahim bir hataydı ve bedelini ağır ödedi. Bir “B planı”nın gerekliliği konusunda dürüst olmalıyız.

Başlangıç için uygulamaya hazır bir sermaye kontrol stratejimiz olmalıdır. Ayrıca, yurtiçinde sermayedarın girişeceği sınırlı veya tam ölçekli yatırım grevlerini kırmak, zor zamanlarda kamu desteğini sürdürmek ve bürokrasiden veya yargıçlardan gelen kurumsal direncin üstesinden gelmek için planlara ihtiyacımız var.

ABD’nin sermaye kontrollerini canlandırma ve yeni bir Bretton Woods sistemi oluşturulmasına öncülük etme hamlesi, dünyadaki birçok hükümet için fayda sağlayacaktır. “Finansal baskı ” siyasi kurtuluşu temsil eder: seçilmiş hükümetlerin dünya ekonomisine katılırken ülkelerini yönetme hakkını yeniden kazanması.

Amerika’nın böyle bir stratejiyi benimsemede özel bir avantajı var. Küresel ekonominin merkezinde olduğu için özel sermayenin yatırımlarını elden çıkarıp ABD ekonomisinden çekilmeyi koordine etmesi zor. 2014 yılında yayınlanan bir IMF çalışma tebliğinde, güçlü kurumlara sahip sağlıklı ekonomilerin hala etkili bir “finansal baskı” uygulayabileceğini ortaya koydu, ancak sermaye çıkışına yönelik “izin verilmeyen her şey yasaktır” ilkesini işletmeyen daha zayıf kontrollerinin başarı olasılığının düşük olduğu konusunda uyardı.

Sermayenin Kontrolünü Ele Almak

Bununla birlikte, sermaye çıkışını engellemek üzere alınacak tedbirlerin kusursuz olması mümkün değildir ve bir dizi diğer politikanın devreye gireceği yer burasıdır: ücretli fonlar, stratejik kamulaştırma ve kamu yatırım mekanizmaları.

Sermaye üzerinde uzun vadeli kamu denetimi oluşturmadan bir sermaye grevini kırmak, krizin kendini tekrarlayacağını garanti eder. Bunun yerine devlet, ekonominin mülkiyetini kamuya devretmek için elindeki araçları kullanmalıdır. Bunu sorumlu bir şekilde ve halkın doğrudan edindiği kazanımları görmesini sağlayarak yapmalıdır. Başarılarını üstlenmeli ve bir sermaye grevi sırasında ekonomik zarara yol açanları, yani sermaye sahiplerini sorumlu tutmalıdır.

Geri çekilme ya da yüzleşme seçimiyle karşı karşıya kalındığında bocalamak yerine, bunu önceden planlamak, bize sermayenin yeniden dağıtımına yönelik kapsamlı bir yaklaşım için destek oluşturma şansı veriyor ve bunun üstesinden gelecek yeterli siyasi ve ekonomik ivmeye sahip olmamızı sağlıyor.
Demokratik sosyalistlerin, sosyal demokratların, ilericilerin tümü ve hatta kendini liberal olarak tanımlayanların önemli bir bölümü neoliberalizmi ve aşırı sağ dalgasını geri püskürtmekten yana. Ancak aynı çıkmazlara düşmekten kaçınmak ve eşitsizlikle gerçekten mücadele etmek için sermayenin gücüyle yüzleşmeliyiz.

Kazanmak için savaş
Servet eşitsizliğine ve sermaye mülkiyetine taarruz etmenin önündeki devasa engelleri kabul etmek önemli. Çoğu zaman, ekonomi bir “Kalecki noktasına” ulaştığında sermaye galip geldi. Ancak gerçekleri kabul etmek, kabul edilebilir politikanın ne olduğuna dair sınırların süresiz olarak sermaye piyasaları tarafından belirlenmesini kabullenmek anlamına gelmemeli.

Statüko hem demokratik değildir hem de ahlaki açıdan iğrençtir. Önümüzdeki on yıl içinde sağlık sigortası olmadığı için 300 bin Amerikalı ölecek. 15 milyon çocuğun yoksulluk sınırının altında yaşaması tiksindirici bir gerçek. Irklar arasındaki servet uçurumu büyüyor. Engelliler ezici bir yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Hepsinden kötüsü ise artan iklim değişikliğinin, şimdiki adaletsizliklerle mücadelemiz bitse bile hayatı daha da zorlaştıracak olması.

Tek uzun vadeli alternatif, ekonomimizin kontrolünü ele geçirmektir – ve bunu mümkün olan en kısa sürede yapmak ahlaki bir zorunluluktur. Gelecek bizim olabilir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu