Liyakatinden Prangalar Eskittim – Kadir Demiryürek
Biz böyle gelmiş böyle gidiyorken, bütün dertlerimize derman olacak mucizevi bir kelimeyi haykırıyorlar her fırsatta. Liyakat diyorlar adına. Bu nasıl bir kelimeyse, hakkında herkes hemfikir. Kimse hikmetinden sual etmiyor.
“Zihninizi hak etme fikrinden arındırın, kazanma fikrinden arındırın, o zaman düşünebilmeye başlayacaksınız.”
Ursula Le Guin, Mülksüzler
Köylerden, kasabalardan, varoşun yapı taşlarını oluşturan geniş ailelerden biri olarak kente gelip yerleştik. Bahçesinde meyve ağaçları, çeşmesi, kapısında köpeği, ahırında süt inekleri, az biraz toprağında yetiştirdiğimiz sebzeleri olan bir gecekondumuz vardı. Köy hayatını kısmen de olsa şehre taşımış, bu sayede kısmen de olsa evimizde hissetmeyi başarmıştık.
Mahallemizde herkes dindardı. Çocuklar yazları Kuran kurslarına götürülür, kadınlar zaman zaman zikir törenlerine, erkeklerse bayram ve teravih namazlarına katılır, Ramazan Ayı’nın büyük sofralarına herkes heyecanla katkı sunmaya çalışırdı.
Namus ve ahlak önemli kavramlardı. Ancak zaman zaman, gecekondu mahallemizde evlerin geçimini sağlayan erkekler, sorumluluklarının verdiği stresle kaçamaklar yapar, pavyona gidip bu stresi biraz olsun omuzlarından atmaya çalışırlardı. Bazıları bu stres atma işinin veriminden öylesine memnun kalırdı ki, metresler edinerek daha güleç bir hayata yelken açmayı tercih ederlerdi. Yılbaşlarında ve de bazı özel gecelerde ise, iki duble içtikten sonra “Allah affetsin” der, üçüncüye geçerlerdi.
Streslerini çeşitli biçimlerde atamayan kocaları tarafından stres atma aracı olarak kullanılan kadınlar, kendilerinde biriken stresi çocuklarından çıkarırlardı. Yemek, temizlik, ütü, çocuk bakımı ve diğer kadınlarla rekabetten arta kalan zamanlarda ise, televizyondan ünlüleri izleyip, kendileri için uzak görünen pırıltılı yaşamları hayal ederek sık sık iç geçirirlerdi.
Seçim zamanı, evin erkeği hangi partiye oy verilmesi gerektiğini buyuruyorsa, evin kadınları da o partiye oy verirdi. Taşranın siyasi düzeni, mahallemizde de sürüyordu yani. Köylerin ve kasabaların çamurlu yollarını geride bırakmak isteyen aileler, asfalt döküp kaloriferli apartmanlar yapacağına inandıkları siyasetçilere oy verirdi.
Mahallede, okuyan sayısı azdı. Çoğunluk bir zanaat öğrenir ya da ticarete atılırdı. Az sayıda çocuk, ailelerinin de anlam veremediği bir başarıyla üniversiteyi kazanırdı. Geriye kalan çocuklar da, bu az sayıdaki başarılı komşu çocukları örnek gösterilerek, dayakla ve çırak olma tehdidiyle dize getirilmeye çalışılırdı.
İşte biz, varoşun çocukları olarak aşağı yukarı böyle büyüdük… Reşit olmaya doğru tekinsiz adımlarla ilerlerken, büyüklerimiz sağ olsunlar, bir kere daha, yaşam tarzlarımızı muhafaza edecek, gecekondularının yerine apartman dairesi dikip, yollarına asfalt serecek bir partiye oy vererek, geleceğimizi kurtarmayı seçtiler.
Biz ise, başarıya giden yolda, korkuyla eğitim aldığımız okul sıralarından çıkıp koşa koşa dershanelere gitmek zorundaydık. Çırak olmamak, fakir kalmamak için… Bu da ailelerimize ek bir masraf olduğundan, başarılı olmamız adına beklentiler artıyordu. Bizler de stresimizi atmak için zaman zaman okuldan kaçıp önceleri atari salonlarına, sonraları da internet kafelere gitmeye başladık. Cahil oldukları yetkili kişilerce ifade edilen ailelerimizle değil, dert ortağı olduğumuz akranlarımızla vakit geçirmeye çalışıyorduk her fırsatta. Bu akranlarımızdan bazıları, iktidarın önce hasretinden gözyaşları döktüğü bir lideri olan, sonra devletin her yerine sızmalarına iktidar tarafından hoşgörüyle müsaade edildiği için ülkeyi ele geçirmeye çalışacak olan bir dini cemaatin dershanesine girip, meslek sahibi oldular. Yani onlar da başarılı olmanın bir ucundan tutmuşlardı. Çanlar biz geride kalan varoş çocukları için çalıyordu.
Hayatı planlara göre atılan adımlarla değil, kaosla, krizlerle şekillenen çocuklar için, başarıya ulaşmak gittikçe zorlaşıyordu. Yine aramızdan, sonradan vites artıran başarılı çocuklar çıksa da, çoğumuzu işçilikten, fakirlikten ve sonunda hiçbiri kalmayana dek geride bırakacağımız hayallerimizin yıkıntıları arasında hayatta kalmaktan ibaret bir yaşam biçimi bekliyordu.
Başımıza gelmekte olanları iş işten geçtikten sonra anlamlandırdık. Meğer büyük bir düzen varmış, o düzende zaten kaçınılmaz olarak çoğumuzun ancak hayatta kalmaktan ibaret bir hayatı olabilirmiş. Zaten düzen, yapısı gereği, herkesin “başarılı” olmasına, yani herkesin iyi eğitim alıp, övünülecek işler yapıp, özenilecek hayatlar yaşamasına uygun değilmiş.
Nitekim başarısız olduk…
Başarısız olduğumuz için ayrıca kendimizden utanıyor, kendimizi suçlu hissediyorduk. Öyle ya, iyi bir çevrede, son derece bilinçli aileler tarafından yetiştirilip, iyi bir eğitim aldığımız söylenemezdi. Ancak başarılı olanlar da tıpkı bizimkiler gibi nice dezavantaja rağmen, azim ve kararlılıkla her zorluğun üstesinden gelmişlerdi (Hangi avantajlara ve şanslara sahip olduklarını ise pek fazla dillendirmeyi tercih etmezlerdi). Böyle olunca da övünmek, gururlanmak en doğal haklarıydı. Çoğunluk –tam da olması gerektiği gibi- başarısız olmuştu, azınlıksa başarılı. Düzenin çarkları her zamanki gibi işlemeye devam edebilirdi.
Bugün artık kapılarını, içlerinde şaibeli olanlar da olsa, başarılı kimselerin tuttuğu bir toplumsal cehennemin dişlileriyiz. Neredeyse tüm günümüzü doldurduğu halde kendimize ait bir yaşam kurmaya yetmeyen kazançları (?) olan işlerde ya da işsiz, dört duvar arasında sürüklenip gidiyoruz. Ve biz böyle gelmiş böyle gidiyorken, bütün dertlerimize derman olacak mucizevi bir kelimeyi haykırıyorlar her fırsatta. Liyakat diyorlar adına. Bu nasıl bir kelimeyse, hakkında herkes hemfikir. Kimse hikmetinden sual etmiyor. Derhal bir liyakat iktidarına ihtiyacımız olduğunu söylüyorlar. Ancak biz varoşun çocukları, böyle bir şeye ihtiyacımız olduğunun belli ki farkında değiliz. Zira bu kelime kulaklarımıza her çalındığında, susuzluğumuzu giderir gibi bir etkisi olduğunu hissetmiyoruz.
Başarısız olmaya yazgılı olanlar olarak, evet, biz de istemiyoruz torpilli doktorlar tarafından muayene edilmeyi, torpilli hâkimler tarafından davalarımızın görülmesini. Bedeller ödeyerek girdiğimiz sınavların sorularının çalınmasını, biz de istemiyoruz. Arkadaşlarımızın üniversitelerinin hapishanelere çevrilmesini, biz de istemiyoruz. Nice zorluğa göğüs gerip başarılı olanların hak ettikleri yerlerde olmalarına karşı çıkacak değiliz. Bir işi, o işi layıkıyla bilenin yapması gerektiğinin farkındayız. Ama tüm bunların ötesinde liyakat, bize hiçbir şey vaat etmiyor. Biz düzenin kendisinden rahatsızız. Düzenin işlerini layıkıyla yapacak olanların, o işlerin başında olması yaramıza merhem olmuyor.
Liyakatsiz liyakatliler!
Bir varoş çocuğu olarak, liyakat vaadinde bulunanlara şüpheyle bakmaktan kendini alamayanlardan biriyim. Acaba kendi içlerinde vaat ettikleri şeye layıkıyla uygun davranıyorlar mı diye. Ve iktidarın liyakatle ilgili bir sorununun olduğundan emin değilim. Karar ve pratiklerine bakınca, içlerinde liyakatli kimseler olsa dahi, bizleri daha aciz hale getirme yönünde adımlar atacaklarını görebiliyorum. Bir devlet görevlisinin rüşvet almasına, çok iyi yetişmiş, görevi adına son derece liyakatli olmasının engel teşkil etmeyeceğini düşünüyorum. Elbette liyakat kavramının kurtarıcılığını savunanlar, liyakatli bir devlet görevlisinin rüşvet de almayacağını, bizden çalmayacağını, bunun da liyakatli olmaya dâhil olduğunu söyleyeceklerdir. Bu da realitede karşılığı olmayan bir liyakat idealizmine götürür bizi. Tıpkı “gerçek liyakat bu değil” demek gibi…
Bu mucizevi kavramın ateşli savunucularının samimiyetini sorgulamayı bir kenara bıraksam, bu sefer de biz kaos tarafından yetiştirilen, hayatı çelişkilerle şekillenen ötekilerin gerçekliğini bırakamıyorum. Onca sancılı süreçlerden geçmeyi ve sonunda “başarısız” olmayı biz istemedik. Başarılı olanların sistemin devamlılığından gayrı, dünyayı ve bu ülkeyi daha yaşanılabilir bir yer haline getirmeye pek de etki etmediklerini düşünmemiz, sırf kıskançlığımızdan değil. Çoğunluğun elenip azınlığın seçildiği, havamızı, suyumuzu her gün daha çok tüketen, bizi her gün daha çok yoksullaştıran bir yapı içinde, liyakatsiz olduğumuz için –üzgünüm ama- kendimizi sorumlu hissedemiyoruz. Suçlu hissetmemiz için sistemin kodları belleğine işlenmiş kişiler otomatik bir programı gerçekleştirir gibi çabalasa da, hissetmiyoruz. Bizden çalınanlarla neler yapabileceğimizin hayalini kurma yetisine hala sahibiz.
Modern zamanın olukları olan gecekondulardan metropollere sürüldük. Düzenin kapılarını tutanlar, bir hengâme içinde, çirkin bir güç mücadelesi içinde her an bize birbirimizi boğazlatıyor. Bu yüzden öfke biriktiriyoruz. Yalnızca, bu öfkeyle ne yapacağımızı bilmiyoruz ama bir gün öğrenebiliriz de. Ve biz ötekilere, liyakat vaat ediliyor… Bu vaadi sahiplenemiyoruz, çünkü biz liyakatsizler ordusuyuz.
Kafka’nın Dava’sındaki Josef K. gibiyiz. Liyakatliler tarafından liyakat iktidarı müjdeleniyor, ama biz bir türlü anlam veremediğimiz biçimde suçlu, yani liyakatsiziz. Oysa adalet lazım bize. Halkın her çocuğunun adilce büyüyebilmesi lazım. Bizden çalınanların geri verilmesi vaadi lazım. Bize neden çoğunluğun liyakatsiz olması gerektiğini anlatabilir misiniz? Bize başarıyı, liyakati değil, özgürce, prangasız yaşamayı vaat edebilir misiniz? Bize, bizi temsil edenlerden layıkıyla hesap soracağımız bir toplumsal düzeni vaat edebilir misiniz? Yoksa liyakatinizden prangalar eskitmeye devam mı edelim?