Demokrasi ve SolLaiklikToplum ve SiyasetToplumsal Adalet

Demos’tan Krates’i Esirgemek – Giray Çavdar

Siyasi değişim cumhurbaşkanının değişmesinden daha fazla bir şey ifade edecekse burada tarihi ve çevremizi anlama şeklimizin de değişmesi gerektiğini kabul etmeliyiz.

Demokrasi kelimesi Türkçe’ye Fransızca “démocratie” kelimesinden geçmiştir. “Démocratie” ise Antik Yunanca “dêmos” (halk) ve krátēs (egemen) yapılarının birleşimi olan “dêmoskrátēs” kelimesinden türemiştir. Demokrasi siyasi bir teori olarak halk kitlesinin yönetimde aktif rol alması üzerinden kendini meşrulaştıran sistemler için kullanılan bir tabirdir.

Tarih boyunca Demos’un yönetime katılımını aktif bir şekilde engellemek amacıyla karşısına çıkmış çeşitli sistemler bulunmuştur. Sparta ve Osmanlı’daki gibi krallar, Venedik’deki gibi aristokratik oligarklar ve Pinochet gibi diktatörler her daim halkın kendilerinin yönetiminde rol almaması için ortaya çıkan figürlerdir. 

Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile beraber Batı bloğundaki ağırlıklı söylem artık tarihin sonunun geldiğiydi. Liberal demokrasi artık insanlığın en üstün ideolojisi olduğunu kanıtlamıştı. Geriye kalan tek şey beyaz renkli olamayan insanlara barışçıl insanlık değerlerini silah yoluyla dayatmaktı.

Batı uygarlığının dünya fethinde yolunda gitmeyen bir şeyler olacak ki günün sonunda karşısındaki uluslar, belki de tarihin geri dönmesi gibi, siyaset sahnesine çıktı, sıradan halkın refah seviyesi düştü ve sisteme olan güven azaldı. Bu da Avrupa’daki demokrasi ne kadar demosa dayanıyor sorununu karşımıza çıkardı. 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da kartlar yeniden dağıtılırken ülkeler baştan inşa edildi. Sınırlar değiştiği kadar o ülkelerin ethosu da değişti. Bu da doğal olarak o ülkelerin sola ve solculara bakış açısında radikal bir değişimi getirdi. Peki ya bu değişim gerçekleşti mi? Yoksa sembolik yazılarla mı sınırlı kaldı? 

Etnik soykırım, siyasi düşmanların öldürülmesine varılan baskılar, LGBTİ+ bireylerin yaşadığı sıkıntılar ve sayısız savaş suçu… Mussolini’nin İtalya için pek de yararlı bir lider olduğu öne sürülemez ama başardığı bir şey var ise o da Mafya ile mücadelesiydi. 

“Her şey devletin içinde olacak, hiçbir şey devletin dışında olmayacak ve hiçbir şey devlete karşı çıkamayacak” Mussolini’nin faşizminin anahtar sözleriydi. Sokaklarda Camicia Nera’lar varken mafyaya gerek kalmamıştı. Devlet en büyük mafyaydı ve sınırları içinde başka oyuncu istemiyordu.

Amerika, ne kadar faşistlere karşı savaşsa da İtalya’da yaptığı ilk şeylerden birisi halk arasında oldukça popüler olan solculara karşı savaşa girişmekti. Bu da Amerika’nın tek kutsalının sermaye olduğu düşünüldüğünde o kadar absürt bir olay değil. 

Ne kadar tarihteki en prestijli günlerini yaşasa da Amerika bile sıradan İtalyan halkının üzerine G.I’larını doğrudan salamazdı. Bu yüzden yerli ve milli bir dosta ihtiyacı vardı. Burada da yardımına Mussolini döneminde mağdur edilmiş Casa Nostra yani İtalyan mafyası yetişti. 

Mafya aldığı desteklerle Amerika’nın, dolayısıyla sermayenin, çıkarlarını korumak için dört elle çalışmaya başladı. Solcu siyasetçilere yönelik yaptıkları tehdit, cinayet ve şiddet olaylarına ek olarak toplu katliamlar bile yapıldı. Bu katliamların en ünlüsü toprak reformu için 1 Mayıs’ta eylem yapan emekçilerin Portella della Ginestra katliamında öldürülmesiydi. 11 Kişi öldürülmüş, 33 kişi ise yaralanmıştı. Gerçi kader bu ya, bazen demokrasinin halka rağmen dayatılması gerekir. Peki ya meclis ne durumdaydı?

Sermayenin kendi varlığını korumak için yaptığı eylemler sadece meclisin dışıyla sınırlı kalmadı. İtalya’nın 41. başbakanı olan Giulio Andreotti’nin açık bir şekilde mafya ile ilişkisi olduğu bugün kanıtlanmış bir gerçek. Açıkçası bugüne kadar İtalyanların “Bu adam temiz” dedikleri bir başbakanları oldu mu tartışılır. Belki de neo-faşistlerin yeniden iktidara gelmesiyle mafyaya karşı yeniden bir savaşın açılabileceği umutları yeşermiştir, kim bilir? 

Biraz daha kuzeye gidip mihver devletlerinin asıl oyuncusu olan Almanya’ya bakalım. Acaba onlarda durum nasıl? Almanya vaat edildiği gibi sonsuz demokrasi, sosyal güvenlik ve eşitlik ülkesi haline geldi mi?

Bildiğiniz üzere Almanya İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyet ve Amerikalıların anlaşamamasından dolayı iki ayrı ülke haline geldi. Batı tarafında Federal Alman Cumhuriyeti, Doğu Tarafında ise Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Bu iki ülkeyi ayıran filli bir sınır olmasına ek olarak ideolojik açıdan da aralarında derin bir ayrım bulunmaktaydı.

Bu ideolojik ayrım iki Almanya’nın da demokrasi anlayışına etki etti. Hepimiz Honecker’in Stasi’sini biliyoruz. Peki ya sınırın öte yanında durum ne kadar farklıydı? Nazi metotlarından arındırılmış bir Alman cumhuriyeti var mıydı Krupp’ların diyarında?

Ne yazık ki hayır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika ve Batı ittifakı için ufukta yeni bir düşman gözükmüştü. Bu da komünizm tehlikesi idi. Tıpkı İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da belirli anti-komünist grupları birleştirmek ve bunları solculara karşı kullanmak lazımdı. Özgürlük bunu gerektiriyordu.

Burada Batı ittifakının yardımına Naziler yetişti.

Batı ittifakının Nazileri tekrardan diriltmesi Göring veya Hess gibi büyük oyunculara ceza verilirken küçük Nazilerin kaçmasına olanak sağlanması ile gerçekleşti. Batı Almanya’da çıkarılan aflar sonucunda sayısız Nazi normal hayata uyum sağlamakla kalmadı, aynı zamanda yeni Alman devletinin yapı taşlarını oluşturdular. İngiliz The Telegraph gazetesinin atıf yaptığı araştırmaya göre 2. Dünya Savaşı’nın ardından “Federal Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı”nın yüzde 77sini “eski” Naziler oluşturuyordu. 

Nazilerin devlet içerisindeki varlığı Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne göre büyük bir tezat oluşturuyordu. Demokratik Almanya’ya yönelik birçok eleştiri yöneltilebilir, ama devlet kademelerinde Nazilere yer vermedikleri aşikâr. Komünistlerin Nazilere karşı açtığı savaş o kadar şiddetliydi ki, çökmesine çok az vakit kaldığında bile eski Nazileri giyotine gönderme çabaları devam ediyordu. Tabii bütün bunlar olurken sınırın öteki tarafında Kiesinger gibi eski Nazi partisi üyeleri şansölye ilan ediliyordu.

Naziler “Volk”larına ve sermayedarlara olan teşekkürlerini de politikalarını sonuna kadar destekleyerek gösterdi. Soğuk Savaş’ın en çok kızıştığı dönemde birçok entelektüel Alman usülü bir McCartyhcilik yaşadıklarını belirtti. Sola karşı yapılan bu cadı avı o kadar güçlüydü ki 1967’de İran Şahına karşı yapılan gösterilerde Federal Almanya Cumhuriyeti altında çalışan Naziler orantısız bir şiddet uygulayarak Benno Ohnesorg adında genç bir öğrencinin ölümüne sebep olacaktı. Benno, Federal Almanya’nın solculara uyguladığı politikaların son örneği olmayacaktı.

Almanya’nın Nazilerden oluşan adalet ve güvenlik sistemi 68 Kuşağının ortaya sunduğu değişim rüzgarını durdurmak için ellerinden geleni yaptı. Bu değişim rüzgarının içerisinde komünist bir devrimden tutun, daha insancıl, daha toplumcu bir devlet istemi gibi sosyal demokrat talepler de vardı. 

68 Kuşağının talepleri aslında tüm emperyal merkezde unutuldu. Unutulmanın ardından sistem “insan yüzlü kapitalizm” maskesini indirmeye karar verdi. 1980’de Ronald Reagan’ın Amerikan Başkanı, 1979’da da Birleşik Krallık’da Margaret Thatcher’ın başbakan seçilmesi, artık Robert F. Kennedy veya Franklin D. Roosevelt usulü bir sosyal-kapitalizm arayışının sona geldiğini gösteriyordu.

Peki ya işçi sınıfının katledilmesinden beri neler oldu? En azından Amerika özelinde küçük bir liste sunayım:

  • 1980’den 2008’e kadar üretkenlik %45 artmasına rağmen, işçilerin reel gelirleri sadece %1 arttı.
  • 1980’den 2008’e kadar hane halkı borçluluğu %111 arttı.
  • 1980’den 2008’e kadar birey seviyesindeki iflaslar %610 arttı.
  • 1980-2008 arasında Dow Jones’un değeri %1,371 arttı. 

Bütün bunlar halkın talebiyle mi oldu? Halk her açıdan fakirleşmeyi gönüllü olarak mı talep etti? Tabii ki de hayır. Nazilerin ve mafyanın kullanılması halkın taleplerini bastırmaya yönelikti. Geçmişin “scab” ve “union buster”ları modernleşip Nazi ve mafya haline gelmişlerdi.

Bunu kanıtlamak için size bazı veriler sunayım: 2008 Mali krizinde Amerikan devletinin şirketlere hoyratça para saçmasını destekleyen Amerikalıların oranı %47 iken, buna karşı çıkanlar %49’du. Fakat seçilmişler sermayenin halkın taleplerinden daha önemli olduğuna kanaat getirmiş olacaklar ki bailoutlar, yani sadece şirketlerin borçlarını ödemeye yönelik verilen hibeler, meclisten geçirildi.

Sermayenin demokrasiye olan darbesine başka bir örnek de halkın zenginlere olan tutumlarından anlaşılabilir. Bir Reuters anketine göre halka zenginlerden sosyal sağlık hizmeti için daha fazla vergi alınmasına Demokrat seçmenlerin %73’ü, Cumhuriyetçi seçmenlerin ise %53’ü evet dedi. Fakat ne yazık ki Amerikan seçmenlerinin taleplerinin üst seviyede karşılık bulamayacağı aşikâr. 

Peki ya Türkiye? Biz bütün bu sermayeleşme sürecinde neredeyiz? Cumhuriyet tarihinde FDR gibi bir sosyalleşme ile karşı karşıya kalmadık ama bugünden iyi vakitlerimizin olduğu da aşikâr. Haydi şimdi Türkiye’de neo-liberalleşmenin dönüm noktası olan 12 Eylül’den sonra olanlara bakalım. 

12 Eylül Türkiye’deki ilerici hareketlere karşı ilan edilen bir savaşın dönüm noktasını ifade ediyordu. Sendikaların radikalliğinin törpülenmesi, halk hareketleri liderlerinin toplanması, İslamcılığın son gaz halka dayatılması, ülkeyi kaostan kurtarma iddiasında bulunan Kenan Evren’in önderliğinde oldu. 

Peki ya Kenan Evren münferit bir vaka mıydı? Evet demek pek kolay değil. Darbenin gerçekleşmesinden sonra özel mülkiyet ve NATO ittifakına bağlılığın altının çizilmesi pek solcu bir davranış denemez. Bundan dolayı olacak ki darbenin ardından Vehbi Koç darbecilerin emrinde olduğunu belirtme gereği duydu. 

1980 Darbesinin önünü açtığı özelleştirme ve liberalleşme furyası birçok açıdan Pinochet darbesine benziyor. Solcuların ezilmesi, kamuculuk iddiasıyla kurulan kurumların özelleştirilmesi, devletin öznesinin bireyden millet gibi yapay kavramlara kayması… Bunların hepsi Kenan Evren tarafından gerçekleştirilmese de onun yarattığı siyasi iklim sayesinde gerçekleşti. İşte tam olarak bu yüzden Kenan Evren ya da 1980 darbesi münferit bir vaka değil, tarihsel olguların doğal sonucuydu. 

Bundan kaynaklı olarak Türkiye’deki darbeci zihniyetin modern örneklerini incelerken sınıfsal bir analizimizi kültürel etkileri çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Bir ülkenin sömürülen haline getirilmesi sadece ekonomik bir olgu değil, toplumsal ilişkilerin yeniden belirlendiği bir durum olarak incelenmelidir. Bunu yapmak ve 80’leri anlamak için sonrasında olanları değerlendirmeliyiz. 

Dünyanın her tarafında gerçekleşen kapitalist şok tedavisi otoriter yönetimleri gerekli kılıyordu. Boris Yeltsin’in demokratik meclisi bombalaması, Endonezya’da Suharto’nun bir milyon kişiyi öldürdüğü komünist katliamları… Bütün bunlar aynı zamanda vatandaşın özne olma niteliğini ortadan kaldırma çabasıydı. 

Peki ya bu nasıl başarılabilir? Türkiye konusunda, Türkiye ile alakalı her şeyde olduğu gibi, akla din ve dincilik geliyor. Eğitim gibi temel bir konuda bile gençlerin cemaat yurtlarına mahkûm edilmesi, atanmak için belirli bir gruba mensup olma zorunluluğu, onlardan olmasan bile onların korkabileceği (!) şeyleri yapmama zihniyeti aslında bu biat kültürünü yaratan yapı taşları.

Bugün hangimiz laikliğin varlığına inanıyor? Hangimiz başka bir dinden olma hürriyetine sahip? Hangimiz internette içki içerken fotomuzu paylaşırken “Ya ama?” diye kendinden şüphe etmiyor? Hangimiz tebaa değil de vatandaş olduğunu söyleyebilir? Bugün aktif biat eden olmasak bile şunu kabul etmek zorundayız, biz pasif biat edenleriz. 

Konu sadece laiklik ile kalmıyor tabii. Laikliğe saldırmak aynı zamanda kadınlara saldırmak anlamına da geliyor. Açıktan ifade edemedikleri kadın nefretini devletin “tarafsız” uygulamaları üzerinden gösteriyorlar: 4+4+4 sisteminin yarattığı koşullar, neredeyse bir milyon kızın okul hakkından mahrum edilmesi, diğer saldırganları desteklemek adına tacizcilere ve tecavüzcülere verilmeyen cezalar…  Bunların hangisi laiklik ve kapitalizmden bağımsız incelenebilir?

Kurumların veya kanunların değişmesi bir raddeye kadar düzeltilebilir. Bunlardan önemli olan bu olayların gerçekleşmesinin nasıl yorumladığımızı belirleyen zihniyetimiz. Lakin zihniyet konusunda da pek iyi bir noktada değiliz. 

Yaklaşık 20 sene süren siyasi hüküm Türkiye’nin algılama şeklini de yozlaştırdı. Baba ocaklarından ayrılan siyasi aktörler yaptıkları şeylerin hesabını vermeden karşı tarafa geçebiliyor. Hala bir “laik tahakküm” varmış gibi zırlayabiliyor. Vals gibi oldukça basit şeyleri kendileri için mesele haline getirebiliyorlar. 

Her insan saçmalama hakkına sahip diyebiliriz ama burada problematik olan şey bu kişilerin öne sürdüğü iddiaların “bizim taraf” tarafından ciddiye alınıyor olması. Sokağa çıktıklarında kadınların yaşadıklarını görmüyorlar gibi, kölelik ücretine çalışan insanların seslerini duymuyorlar gibi, baştan aşağı tüm sistemin çürüdüğünü bilmiyorlar gibi bu iddialara belirli bir meşruluk addediyorlar. Kimsenin tabanını temsil etmek derdinde olmadığı bir “Gibi Rejimi”nde yaşıyoruz. 

Anlamlı bir toplum eleştirisi yapılacaksa “Evet bu toplumda bir dincilik sorunu var” demeli. Sonra da bir adım daha öteye gidip “Bu dincilik sorunu birileri diğerlerini sömürsün diye var.” diyebilmeliyiz. 

Tüm sorunların çözümü öncelikle bir sorun olduğunun kabulü ile başlar. Türkiye’nin sorunlarının çözümü de ancak bugün hem sınıfsal hem de kültürel bir problem ile karşı karşıya olduğumuzun kabulüyle başlayabilir. 

Bu yüzden cumhuriyetin yüzüncü yılı yaklaşırken geçmişimize bakmamızın yararlı olacağı kanısındayım. Tüm hatalarına rağmen cumhuriyet bugün bile bu topraklarda yüzlerce sene hüküm sürmüş biat kültürüne karşı tek anlamlı alternatifi ifade ediyor. Bugün Türkiye’de karşı karşıya kaldığımız savaş başörtüsü giyenlerle giymeyenlerin arasında değil, kul olmak isteyenlerle vatandaş olmak isteyenlerin arasında olmalı. 

Kendimizi vals gibi yapay konularla sınırlandıramayız. Siyasi değişim cumhurbaşkanının değişmesinden daha fazla bir şey ifade edecekse burada tarihi ve çevremizi anlama şeklimizin de değişmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. 20 senedir uygulanan politikaların başka kişiler tarafından uygulanması sorunumuzu çözememekle kalmayıp aynı zamanda kronik bir hale getirecek. 

Bugün gençlerin eğitim hakkını savunmak, adil bir gelecek umudunu savunmak, gençlerin yeni Enes Kara’lar olmasını engellemek, dinciliğe karşı bir mücadeleyi gerektiriyor. Bakara-Makara deyip milyonları götüren insanlara karşı savaşmayı ve bunların dinciliği kullandıklarını afişe etmeyi gerektiriyor. 

Bugün kadınların yaşama hakkını savunmak, sokağa güvenli bir şekilde çıkmalarını savunmak, tecavüzcülerin ve tacizcilerin tutuklanmasını savunmak, dinciliğe karşı bir mücadeleyi gerektiriyor. Sonra da bu mücadelenin ötesine geçip kadınları eve sokup sayısız çocuk yapmalarını tembihleyenlerin bundan nasıl kar ettiklerini göstermeyi gerektiriyor. 

Bugün madencinin ölümünün fıtrat olmadığını, alınmayan önlemlerle alakalı olduğunu açıklamak, fıtratın asla olmadığını, sadece önlemsizliğin perdesi olduğunu ve bu önlemsizliğin birileri zenginliğine zenginlik katsın diye var olduğunu açıklamayı gerektiriyor. 

Türkiye eğer düzelecekse, kötünün kötü olduğunu, şu an acı çektiğimizi, gökten indiği sanılan kitapların modern bir hukuk devletinin temelini teşkil edemeyeceğini söylememizi gerektiriyor.  Lakin bunu yaptıktan sonra bir adım daha atmamız lazım. İster küçük sol partilerde olsun ister CHP çatısı altında, bu gerçekliği siyasi açıdan yaymak için çabalamalı, gitgide tek sesli hale gelen iklimi yıkmayı amaçlamalıyız.

Bu gerçekleşir mi tartışılır. İnsanlık tarihinde başarısız olan binlerce devrimci hareket oldu. Bizimki de onlardan biri olabilir. Yine de bildiğim bir şey varsa başaramama korkusunun hiçbir konuda, bu konuda da olduğu gibi, zalimlere sessiz kalmayı haklılaştırmadığıdır.

Twitter: @Giray_ML
YouTube kanalı (Jakoben Tilki): https://www.youtube.com/channel/UCRwPWUGDB_6rNp3ucgOf7Qw

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu