Dış Politika ve EnternasyonalizmDünyaToplum ve Siyaset

O Meşhur Fotoğrafın Arka Planı – Emre Sabahattin

Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye ile müzakerelerin başlaması için EVET, OUI, SI, YES yazan pankartlar kaldıran Avrupa Parlamentosu üyelerinin fotoğrafını zannedersem Türkiye’de hatırlamayan çok az insan vardır. Peki o fotoğrafın arka planında neler oldu?

Oylamaya geçilmeden önce Parlamento’da neler konuşuldu? Türkiye’ye hangi ön şartlar sunuldu? Şu an hala AB ya da ulusal siyasette önemli rol oynayan aktörler neler söyledi hangi yönde oy kullandı? Bunlar ne yazık ki pek bilinen şeyler değil. Türkiye’de çok uzun zamandır düzgün işleyen bir basın olmadığı için bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek yerine gazeteler insanlara parlak bir gelecek hayali sattı. Çoğu ülkede olduğu gibi Türkiye’de de vatandaşlar kendiliğinden merak edip ne olmuş diye okuma, araştırma yoluna da gitmedi bu derin bilgisizlik sırasında popülarite için ortaya çıkan komplo teorisyenleri de insanların kafasını iyice karıştırdı. Tüm bu sebeplerden ötürü önce büyük bir hayal kırıklığı ardından da Avrupa Birliği’ne karşı derin bir öfke kamuoyunu esir aldı.

Oylama öncesinde bu aşamaya nasıl gelindiğine bakacak olursak Türkiye, Avrupa Birliği henüz Ortak Pazar iken, 1959 yılında üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu başvuru o zaman iki tarafta da yaşanan karışıklıklar nedeniyle bir netice vermemiştir ancak 1963’te meşhur, bugün dahi ilişkilerin temelini oluşturan Ortaklık Antlaşması yani Ankara Antlaşması imzalanmış, 1987’de de üyelik başvurusu resmen yapılmıştır. Ardından son derece nevi şahsına münhasır bir şekilde tam üye olunmasından önce 1995’te Gümrük Birliği’ne girilmiş, 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde 12 ülkeye aday ülke statüsü verilirken Türkiye’nin dışarıda bırakılmasıyla yaşanan ciddi hayal kırıklığı ve ardından gelen bir dizi diplomatik kriz sonucunda nihayet 11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ile de Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmiştir.

Adaylık sürecinin başlaması ile asıl zorlu yola girilmiş, 16 Aralık 2004’te Konsey, Ekim 2005’te Türkiye ile müzakerelerin başlayacağını duyurmuştur. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Türkiye’nin bu konuda 25 üye ülkenin tamamını ikna edebilmesi büyük bir başarıdır. Bugün aynısı denense 27 üyenin yarısı dahi ikna edilebilir mi sorusuna olumlu cevap verebilecek çok az insan vardır ve kararlar oybirliği ile alındığı için Türkiye’den göründüğü gibi Almanya Fransa ne derse o şeklinde ilerleyen bir süreçten bahsetmek de pek mümkün değil genel olarak. Örneğin neredeyse tüm ülkeler destek vermesine ve Parlamento’dan oy birliğine yakın bir karala geçmesine rağmen Avrupa’nın en küçük ülkelerinden Hollanda, Romanya’nın Schengen bölgesine dahlini yıllardır engelliyor. Nedeni ise demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü değil, Romanya’nın Schengen bölgesine girmesiyle birlikte önem kazanacak Köstence limanının Hollanda limanlarını olumsuz etkileyeceği endişesi. Dolayısıyla tek bir oy dahi önemliydi ve bu kısa sürede, Türkiye ile müzakerelerin başlaması 6 yıl sürmüşken K. Makedonya’da bu süre 17 yılı buldu ve müzakereler bu yaz başlayabildi, tamamen sağlanabildi.

Konsey onayı sonrası sıra Parlamento’ya geldi ancak Parlamento’ya gelen düzenlemenin adı Türkiye ile Müzakerelerin Başlaması ve Ortaklık Antlaşmasına Ek Protokol’ün Eklenmesi’ydi. Bu Ek Protokol ise ‘’Kıbrıs Sorununun’’ çözülmesine dairdi. Yani daha müzakereler başlamadan Türkiye’ye bu problem çözülmeden asla ama asla üye olamayacağı doğrudan söylenmişti. Parlamento’daki oturum aslında oldukça ilginç çünkü dönemin Parlamento Başkanı şu an Komisyon Başkan Yardımcılığı ve Dış İlişkiler ve Güvenlikten sorumlu üye Borrell’den başkası değil.  İngiltere AB Dönem Başkanlığı adına oturumda ilk sözü alan Douglas Alexander Türkiye’nin katılımının AB’nin güvenlik, istikrar ve refahı açısından son derece kritik olduğunu, bu sayede İslam ile demokrasi ve insan haklarının korunması gibi konular arasından bir çelişki olmadığının tüm dünyaya gösterilmiş olacağını ve Türkiye’nin tam üye olması ile Ege’deki gerilimler ve Kıbrıs’taki problemlerin çözüleceğini belirtmekteydi. Alexander, aynı zamanda genişleme sürecinin aday ülkeleri reformlara nasıl teşvik ettiğinin, Türkiye’de de bu ilerlemenin göze çarptığının altını çizdi ve Türkiye’nin üye olabilmesi için AB’nin tüm üyelerini tanıması gerektiğini belirtti. Son olarak Türkiye’nin yakın zamanda üye olamayacağını, reformlar gerçekleşmeden 35 faslın tamamının açılıp kapanmasının mümkün olmadığını ve bazı üye ülkelerin Türkiye’nin katılımı ile ilgili referandum düzenleyeceklerini hatırlattı ancak Türkiye’nin eninde sonunda üye olacağını ve bu Türkiye’nin şu an görünenden bambaşka bir Türkiye olacağını, şu ana kadarki ilerlemenin dahi olağanüstü olduğunu söyleyerek alkışlarla sözü Komisyon adına konuşacak olan Olli Rehn’e bıraktı.

Rehn, Avrupa Birliği’ni Türkiye ile katılım müzakerelerini başlatmaya karar vermeye iten nedenlerin değişmediğini; AB’nin istikrarlı, demokratik ve giderek müreffeh olan, komşularıyla barış içinde olan ve Avrupa değerlerini, politikalarını ve standartlarını benimseyen bir Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu ancak Türkiye’nin Kıbrıs’taki durumu tanımayacağını belirten bir bildiri yayınlamasını üzüntüyle karşıladığını ancak bunun Türkiye’nin yükümlülükleri üzerinde bir etkisi olmayacağını belirterek söze başladı. Parlamento üyelerinin endişelerini paylaştığını ama müzakerelerin hızının Türkiye’nin reform hızıyla paralel yürüyeceğini, bu sürecin Türkiye’nin azınlıklara ve insan haklarına saygılı liberal bir demokrasi olması sürecinin de başlangıcı olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Gül’ün Kürt sorunu ve Ermeni meselesi konusundaki tavırlarını takdir ettiğini belirtti ve bunun aydınlık taraf olduğunu karanlık tarafta ise ifade özgürlüğü ile ilgili süren davaların varlığı, işkence ve kötü muamele iddiaları ve din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili problemleri işaret etti ve Orhan Pamuk ile ilgili TCK m. 301’den açılan davayı örnek gösterdi. Rehn, hem Avrupalılara hem de özellikle Türkiye’ye, karşılıklı güvene dayalı ilişkiler kurmamız gerektiği mesajını verdiğini, Türk makamlarının bu yolculuğa açık fikirlilikle çıkacağına ve 3 Ekim’in yeniden başlama fırsatı sağlayacağına güvendiğini, Türkiye’nin Avrupa değerlerine sahip demokratik bir ülkeye dönüşme yolunda belirsizliklerden ve art niyetlerden arınmış bir kararlılık göstermesinin, Türkiye’nin Avrupa kamuoyunun desteğini kazanması için en büyük şansı olacağına inandığını söyledi. Son olarak da yolculuğun da varış noktası kadar önemli olduğunu, müzakerelerin ana hedefinin üyelik olmakla birlikte, bu tür müzakerelerin doğası gereği sonucunun değişebileceğini ancak bu sürecin, müzakereler çerçevesinde öngörülenler gibi açık ve kesin ilkeler etrafında yapılmasının karşılıklı yarar getireceğini, başarının garantisinin de bu olduğunun söyleyerek sözü Raportör Elmar Brok’a bıraktı.

Brok da sözlerine Türkiye’nin katılıma istekli olup olmadığının üyesi olacağı kuruluşun tamamını yani tüm üyelerini tanıması ile anlaşılabileceğini, Avrupa Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne değil Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmak isteyen taraf olduğunu dolayısıyla Kıbrıs sorununun bir an önce Birleşmiş Milletler’in iyi niyetli önerileri ile yeniden bir çözüm planı ile, Annan Planı gibi, çözülebileceğini söyleyerek başladı. Komisyon’un Türk Dışişleri’ne Vakıflar Kanunu üzerine sunduğu önerilerin reddedildiği ve Ortadoks Kilisesi’nin kendi rahiplerini yetiştirme hakkını 1971’den beri kullanamadığını ekledi. Son olarak da Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin bu alanlarda oynayacağı önemli bir rol olduğunu Batı Balkanlar, Ukrayna ve Türkiye gibi ülkelerde iç reform süreçlerinin devam etmesinde çok önemli bir kaldıraç görevi gördüğünü ve bu nedenle onlara asla kapıların kapatılmaması gerektiğini ancak, sadece müzakerelerden beklediğimiz sonuçlar konusunda değil, aynı zamanda hedeflediğimiz amaçlar konusunda da gerçekçi ve açık fikirli olunması gerektiğini söyleyerek en pessimist konuşmalardan birisini yaptı.

Brok sözlerini bitirdikten sonra sıra Parlamento grupları adına konuşma yapmak üzere üyelere geldi ve ilk konuşmayı EPP (Avrupa Halk Partisi) adına iki yıl sonra Parlamento Başkanı olacak olan Hans-Gert Poettering yaptı. Poettering’in ilk cümlesi ‘’Hemen hemen hiçbir siyasi meselenin Avrupa Birliği’nin varlığı üzerinde Türkiye’nin AB’ye üye olma olasılığı kadar geniş kapsamlı etkileri yoktur.’’ oldu. Türkiye’de demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve insan haklarının değerlerimize yaklaştıracak şekilde gelişmesi hepimizin çıkarına olduğunu vurguladı, Türkiye’nin katılımı nihai hedef olmasa veya bu sürecin sonunda Türkiye üye devlet haline gelmese bile, bugün Türk dostlarımıza ve ortaklarımıza, Türkiye ile ortaklığı, iş birliğini ve dostluğu sağlam temellere oturtacak yakın alternatif bir ortaklık arayışının süreceğini belirtti. İnsan hakları açısından durumun nasıl olduğunu sorup gidip Ortodoks Kilisesi Patriği Patrik Bartholomeos’a sormanızı öneririm şeklinde devam etti. Türkiye’de Hristiyanların dinlerini özgürce yaşamaları söz konusu olduğunda değişen bir şey olmadığını. Avrupa Halk Partisi Grubu ve Avrupalı Demokratlar olarak İslam dünyasıyla ortaklıktan, dostluktan ve diyalogdan yana olduklarını ama bunun tek yönlü bir yol olamayacağını, Türkiye’nin Türkiye’deki Hıristiyanların meşru haklarını tanımaya ve bu pratik ifadeyi vermeye istekli olması gerektiğini söyledi. İngiliz Dönem Başkanlığı’na, Türkiye’deki insan hakları durumunun nasıl olduğunu biliyoruz, peki ya Hırvatistan? Hırvat hükümetinin bunu yapacak durumda olmadığı aşikâr olmasına rağmen, bir generalin teslim edilmediği gerekçesiyle Hırvatistan ile müzakerelere başlamayı reddediyoruz. Türkiye için ise hemen hemen hepimiz gözlerimizi kapatıyor ve farklı kıstaslar uyguluyoruz. Kendi güvenilirliğiniz adına, tek tip standartlar uygulamanızı ve Hırvatistan’a da adil ve nesnel davranmanızı tavsiye ediyorum diyerek sözlerini bitirdi.

Sosyal Demokratlar adına söz alan ve daha sonra Parlamento Başkanı olan Martin Schulz doğrudan Poettering‘i hedef alarak sözlerine başladı ve eğer Poettering ve grubu Türkiye’nin üye olmasını istemiyorsa bunu açıkça söylemeleri gerektiğini söyledi. Kendi grubu adına Türkiye’nin tüm üye devletleri tanımadan üye olmasının mümkün olmadığını ama bunun müzakerelerin başlaması için bir ön şart da olmadığını ancak yine de bir iki yıl içerisinde müzakereler devam ederken tamamlanması gerektiğini aksi halde müzakerelerin askıya alınmasını isteyeceklerini ekledi. Schulz; Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin üyeliğiyle baş edebilecek kapasiteye sahip değilse, Hırvatistan’ınkiyle de baş edemeyeceğini, Poettering’in grubunun politikasına göre Türkiye’yi istemediğini çünkü Türkiye’nin uzak ve Müslüman olduğunu, ancak Hırvatistan’ın Katolik, muhafazakâr ve yakın olduğunu ve bu nedenle de kabul edilebilir olduğunu düşündüğünü, EPP politikasının ikiyüzlülük anlamına geldiğini iddia etti. Bir aday ülkeyi 40 yıl boyunca AB üyeliği vaadiyle kandırmanın kabul edilemez olduğunu, Türkiye’nin, hiçbir muhafazakâr hükümet altında, Bayan Çiller’in veya Bay Poettering’in yakın arkadaşı Bay Yılmaz’ınki olsun, Erdoğan döneminde olduğu kadar demokrasi yolunda ilerleme kaydetmediğini söyledi. Üyeliğin koşullara bağlı olduğunu ve bu koşulların her iki taraf için de geçerli olduğunu, Türkiye bunlara uymak zorundaysa Avrupa Birliği’nin de uymak zorunda olduğunu, tarafların dürüst olması gerektiğini ve Türkiye kabul edilemez bulunuyorsa, bunun açıkça söylenmesi gerektiğini Sosyal Demokratlar adına kendilerinin Türkiye’ye bu konuda şans vermek istediklerini söyledi ve grup olarak müzakerelerin başlaması yönünde oy verecekleri söyleyerek alkışlar eşliğinde konuşmasını bitirdi.

ALDE (Liberaller) adına konuşma sırası daha sonraları çeşitli İtalyan hükümetlerinde bakanlık görevleri üstlenecek olan Emma Bonino’ya geçti ve Bonino, Türkiye ile ilgili ne zaman konuşulmaya başlansa konunun siyasi bir tartışmaya dönüştüğünü, Türkiye’den talep edilenlerin hakkaniyete uymadığını, Kıbrıs’ta referandumu kimin reddettiğinin ve bu durumda olunmasının sorumlusunun kimler olduğunun unutulmaması gerektiğini, bunları da Kıbrıslı dostlarımızdan da bu durumla ilgili sorumluluk duymalarını talep etmezsek onlara iyilik yapmış olmayacaklarını düşündüğü için söylediğini belirterek oldukça enteresan bir başlangıç yaptı. Bonino, bizim gibi siyasi, ekonomik ve ahlaki bir güç olarak siyasi bir Avrupa’ya inanan ve umut duyanlar için, Avrupa etkimizin Türkiye’de elde ettiği başarıdan memnun kalınmamasının açıkça şaşırtıcı olduğunu, belki de son zamanlarda bazı tabuların yıkıldığının farkında olunmadığını söyledi ve Ermenistan’ın Türkiye’de tartışılması ve hatta hükümetin desteğiyle tartışılmasının her şeye rağmen Başbakan ve Dışişleri Bakanı bu tartışmanın açılmasını desteklemesinin ‘’Kürt tabusunun’’ yıkılmasının Başbakan’ın bu alanda yapılan hatalara ilişkin son konuşmasını ve Diyarbakır müdahalesinin sorumluluğunu kabul ettiklerini hatırlamanın yettiğini örnek olarak verdi. Bunlar, siyasi Avrupa’nın, açık, daha saygılı, demokratik yapı ve sistemleri teşvik etme kapasitesinin elde ettiği başarılar olduğunu alkışlar içerisinde söyledi.

Verts/ALE (Yeşiller) adına konuşma yapan Daniel Marc Cohn-Bendit, ne zaman aklı başında insanlar bu kadar sinirlense, arkasında mutlaka bir şeylerin olduğunu kendimize belki hatırlatabileceğimiz birkaç şeyin olduğunu ve şimdiye kadar Avrupa Birliği’ni genişletmeyip birleştirdiklerini söyledi. Türkiye tartışmasının, genişleme konusundaki ilk gerçek tartışma olduğunu, çünkü, nasıl oy kullanırlarsa kullansınlar, hiç kimsenin Polonya, Çek Cumhuriyeti veya Macaristan’ın katılımını Avrupa fikrinin genişlemesi olarak tanımlamadığını; bunların bir yükümlülük meselesi olduğunu, çünkü komünizmin çöküşünden sonra bu ülkelere hoş geldin demenin bir yükümlülük olduğunu, şu anda uğraşılan şeyin gerçekten yeni bir boyut olduğunu ve bu sefer bunun genişleme ile ilgili olduğunu, hangi yöne karar verilirse verilsin yeni bir boyut olduğunu belirtti. Gerçekten de uğraşılması gereken yeni bir boyut olduğunu ve bunun sunduğu sorunun şu olduğunu söyledi: 11 Eylül sonrasında Türkiye’ye katılım şansı vermek Avrupa’nın çıkarları açısından önemli mi? Bu sorunun farklı şekillerde yanıtlanabileceğini ancak duygusal, kültürel veya ırkçı kırgınlıklar temelinde değil, Avrupa Birliği’nin çıkarları, Avrupa halkının çıkarları temelinde yanıtlanması gerektiğini söyledi ve bu kabul edilemez ve biz bunu istemiyoruz diye devam etti. Şu anda Avrupa’da Türkiye’ye karşı kullanılan argümanların duygulara, İslam’a yönelik ırkçı kinlere dayandığını Türkiye’ye karşı olanların hepsi bu argümanları kullanmadığını ama bu duyguların dalgasına kapıldığını sonuç olarak, “hayır” kampındaki herkesin kendilerine argümanlarının neyi açığa çıkardığını sorması gerektiğini ve bu nedenle, önce Avrupa’nın değişmesi gerektiğini, Avrupa’nın ev ödevini yapması gerektiğini ve Avrupa’nın bir anayasaya ihtiyaç duyduğunu, bunların kimsenin karşı çıkmadığı şeyler olduğunu, Avrupa’nın kendisini şu an olduğu gibi büyütemeyeceğini, Avrupa’nın, Nice Antlaşması’ndaki koşullara bağlı olarak, Hırvatistan’ı da dahil ederek kendisini daha bir birlik haline getirip getiremeyeceği konusunda kendisinin de şüpheleri olduğunu, bunun meşru bir tartışma olduğunu söylerken Avrupa’nın nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyi özümseyip özümseyemeyeceği konusundaki tartışmanın saçma olduğunu iddia etti. Bugün Avrupa’da Belçikalılardan daha çok Müslüman olduğunu, onların zaten burada olduğunu, Avrupa İslamı nasıl olur sorusunun Türkiye olsun ya da olmasın ortaya çıkacağını, o halde bu konunun tartışılmasının bırakılması gerektiğini. İslam’ın, Avrupa’nın en büyük üçüncü dini olduğunu söyledi. O nedenle bu tartışmanın sonunda sorulacak tek soru, on yıl sonra Türkiye’nin nasıl olacağı olduğunu, demokratik bir devlet mi, laik bir devlet mi olacağını, Türkiye’nin, anayasada kutsal saydığımız değerler için mücadelede biz Avrupalılarla birlikte olmaya hazır olup olmadığını, bu soruların cevabı olumlu ise, hoş geldin denilmesi gerektiğini; değilse, o zaman başka bir şey düşünülmesi gerekeceğini söyleyerek alkışlarla bitirdi.

Raportör Brok araya girip Başkan’a dönerek Cohn-Bendit üzerinde sahip olduğunuz etki ne olursa olsun, onu düşünmeye biraz zaman ayırmaya ikna etmek ve ardından Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlara yönelttiği kapsamlı ırkçılık suçlamalarını geri çekmek için kullanırsa, kendilerine çok minnettar olacağını belirtti. Cohn-Bendit cevap olarak Türkiye aleyhindeki tüm argümanların ırkçı olmadığını, ancak Türkiye’ye karşı yürüttükleri kampanyada ırkçılık dalgasının kullandıkları argümanlardan kaynaklandığını, bu onlar için hassas bir noktaya dokunuyorsa, o zaman onların sorununu olduğunu eğer dokunmuyorsa mutlu olduğunu söyledi ve Başkan’ın araya girmesi ile tartışma sonraya bırakıldı.

GUE/NGL (Sol) adına söz alan Francis Wurtz, uzun bir süre içinde gerçekleşmesi planlanan bu müzakerelerin açılışının arifesinde meselenin, Avrupa’nın müzakerecilerinin herhangi bir baskı altında taviz veremeyecekleri müzakere edilemez noktalarını çok net bir şekilde yinelemek olduğunu, insanların bu noktalara aşina olsalar da, bugün bunları tekrarlamanın gereksiz olmadığını, ilk meselenin demokrasi standartlarının fiilen uygulanması ve uluslararası kabul görmüş medeni haklar ve insan haklarına fiilen uyulması meselesi olduğunu, bunun açıkça azınlıkların ve her şeyden önce Kürtlerin medeni, siyasi ve kültürel haklarını içerdiğini, bunun, Parlamento’ya sunulan ve ayrıca genel olarak tatmin edici olan uzlaşma taslağının şaşırtıcı ve üzücü bir şekilde gözden kaçırdığı bir husus olduğunu, gruplarına göre Türkiye’nin Kürt sorununu askeri güç kullanarak çözme fikrinden tamamen vazgeçmesinin, çatışmanın siyasi boyutunu kabul etmesinin ve özellikle Kürtlerle uzlaşmayı teşvik etmesinin hayati önem taşıdığını söyledi ve aynı ruhla, Türkiye’nin, her türlü milliyetçiliğin aksine, ‘’Ermeni soykırımını’’ tanıyarak geçmişiyle yüzleşmesini sağlamaması meselesinin ayrıca Orhan Pamuk’a açılan kabul edilemez davanın aynı zamanda Kürt meselesi ve Ermeni meselesine odaklanılması gerektiğini belirtti. Ardından müzakerenin ilk aşamasından itibaren Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımasının, Türk askerinin adanın kuzeyinden çekmesi ve Kıbrıs Rum Kesimi için kısa bir süre içinde netleştirilmesinin gerektiğini, AB-Türkiye gümrük birliğini başta Kıbrıs Cumhuriyeti olmak üzere yeni üye devletleri de kapsayacak şekilde genişleten protokolde yer alan taahhütleri şimdilik tam olarak uygulanması gerektiğinin bunun, elbette, Türkiye’nin Kıbrıs gemi ve uçaklarının Türk limanlarına ve havaalanlarına sınırsız girişine tam olarak izin vermesini kapsadığını söyledi. Bu listede aşırı veya yersiz hiçbir koşulun olmadığını, genel olarak, bu önlemlerin Türkiye’nin demokratik güçlerinin beklentilerini karşıladığını, kendileri gibi onların da ülkelerinin gelecekte Birlik’e katılması için gerekli koşulları yaratmak istediklerini, onlar için, Türk ve Kürt demokratik güçleri için, bu müzakerelerin, gerekli gördükleri değişiklikleri hızlandırmak için istisnai bir kaldıraç oluşturduğunu bu nedenle, uyanık olmalarının onların yararına olduğunu iddia ederek alkışlanmadan sözlerini bitirdi.

IND/DEM (Daha sonraları Brexit’e yol açacak olan AB karşıtı parti) adına söz alan Roger Knapman kısa ve net bir şekilde tüm siyasi birlik fikrine karşı çıkan grubu için meselenin oldukça açık olduğunu, Almanya, Fransa, İtalya ile siyasi birliğe karşı oldukları gibi, Türkiye ile siyasi birliğe de karşı olduklarını, bununla birlikte, özellikle tüm bu ‘’euro-fanatikleri’’ ve Almanya’daki CDU ve hatta Avrupa Birliği’nin sonsuz gelişimine olan şevki İstanbul Boğazı’na vardıklarında aniden soğuyan büyük Başkan Chirac’ın şu anda ne yapması gerektiği sorusunun ortada durduğunu, bazılarının bu sabah ikiyüzlülüğün kokusunu alacağını; ama bunun aslında ikiyüzlülük değil, korkunun kokusu olduğunu, Türkiye’nin üyeliği ciddi bir şekilde takip edilirse tüm AB projesine verilen kamu desteğinin sonunda çökeceği korkusu olduğunu, ne de olsa, Bay Poettering’in kesinlikle bileceği gibi, en son Eurobarometer’de Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların Fransa’da %70, Almanya’da ise %74 olduğunu, ancak her zamanki gibi Brüksel’in kendilerini dinlemeyip yoluna devam edeceğini söyledi ve İyi! Türkiye’nin üyeliğine karşı olmalarına rağmen, AB’nin bunu gerçekleştirmeye çalışırken kendi kendini yok etmesini izlemenin kendilerini oldukça mutlu edeceğini söyledi. Hindilerin Noel için oy kullanmadığını söylüyorlar ama AB kurumları Türkiye’ye oy verirse, bu kuralın şans eseri bir istisnası olabilir diyerek alkışlanmadan sözlerini bitirdi.

UEN (AB karşıtı ve artık var olmayan bir başka parti) adına söz alan ve daha sonra ironik bir şekilde Polonya’yı yöneten hükümet tarafından Avrupa İşleri Bakanı yapılan Konrad Szymański, Avrupa Birliği’nin birbirini izleyen her genişlemesinin  bir dizi duyguyu tetiklediğini, ancak bugüne kadarki hiçbir genişlemenin Avrupalılar arasında Türkiye’nin dahil olduğu genişleme kadar çok endişe yaratmadığını, bunun Avrupalıların buna asla rıza göstermeyeceği anlamına gelebileceğini, Avrupalılar hem şimdi hem de gelecekte bu genişlemeye karşı çıkarlarsa, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği serabını yaratmanın, Ankara hükümeti için büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü yaratmak anlamına geleceğini. Aralık 2004’te Türkiye meselesi Parlamento’da ilk kez görüşüldüğünde, Türkiye ile daha yakın ekonomik, siyasi ve askeri bağların tüm avantajlarının tam üyelik olmadan da elde edilebileceğinin fazlasıyla açık olduğuna kendisinin işaret etmiş olduğunu söyledi. Bugün bu genişlemeyle bağlantılı başka bir sorunu, yani içerdiği siyasi ve coğrafi dengenin kaybını vurgulamak istediğini. Hırvatistan’ın üyeliğini ertelemenin ve Ukrayna’nın Avrupa’da hak ettiği yere dair açıklama yapmaktan kaçınırken Türkiye’nin bu süreci devam ettirmesini acı verici ve kabul edilemez bulduğunu, bunun Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Avrupa Birliği’ne çok pahalıya mal olduğu ve zarar verdiğini, Avrupa Birliği’nin özümseme kapasitesinin Bay Schulz ve Bay Poettering’in söylediği gibi sınırlı olduğu bir gerçekse bu kapasiteyi farklı kullanmayı tercih ettiğini söyleyerek alkışlanmadan sözlerini bitirdi ve Parlamento’daki gruplar adına yapılan konuşmalar bitmiş oldu.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu