Türkiye 20. Yüzyılın ortalarında kalmış bir zihin dünyasının tezahürü kelimelerle bezeli bir kampanyayla değişmez, öyle bir kampanyayla kimsenin kalp atışlarında en ufak artış olmaz. Ey Dünya diye ancak 1970lerde bir kasabada traktörün sırtında yaptığınız miting konuşmasında pancar fiyatını açıklamanızı bekleyen kitleye ulaşabilirsiniz.
Çocukluğu 90lara denk gelenler hatırlar, hatta belki benim gibi o yıllarda tribünde olup bu marşa eşlik etme şansına sahip olanlar da vardır. Oradaydım, 17 Mayıs 2000’de oynanan UEFA finalinden önceki son lig maçını, Altay’la Galatasaray arasındaki müsabakayı İzmir Atatürk Olimpiyat Stadı’nın sahaya ziyadesiyle uzak açık tribününde izleyen 12 yaşında bir çocuktum. Avrupa’nın sesimizi duyması arzusunun, hayalinin arkasındaki tarihsel ezilmişliğin çok da idrakinde değildim gerçi. Şerefli mağlubiyetler devrine yetişmemiştim.
Yıllar geçti, biz büyüdük, takımlarımız 15-20 yıl önceki başarılarını sergilemekten uzaklar. Ama bir kere oraya çıktılar ve o ezikliği üstümüzden attık. Yıllardır bu tezahüratı büyük takım tribünlerinden duymadım. Belki bir iki sefer vardır, onlarda da garipsedim. Sesimizi duyurabilecek kadar gür çıkardığımızda duyduklarını bir kere gördükten sonra duyun sesimizi diye bağırmak manasızlaşmıştı.
1970lerde, 80lerde kalmış zihinler Türkiye’deki yeni neslin kendisini nerede, nasıl tanımladığını anlamaktan bir nebze uzak gibiler. Biz belki takımlarımızın çok kötü sezonlarını, ağır mağlubiyetlerini gördük, ama çok iyi başarıları, mucizeleri, mutlulukları da yaşadık. Biz bugün yarışmadığımız için hayıflandığımız müzik festivalinde kazandığımızı, kaybettiğimizi, çok az puan aldığımızı, ucu ucuna kaçırdığımızı yaşadık. Hepsini yaşadıktan sonra da kendini komşu komşuya veriyor zaten diye avutan nesilden farklılaştık. İlk gençlik yıllarımda bir Karadeniz kentinde kahvehanede izlediğim Trabzonspor-Yabancı Takım maçında yanımda çay içen orta yaşlı beyefendinin yorumunun aksine hakem de yabancı, rakip de yabancı şeklinde yüzeysel bir bakışta kalmadık. Üstelik beyefendinin kullandığı kelime Tanzimat’a atıfla artık kullanılmayacak denen sözcüktü, buraya yazmak da istemedim.
Özetle, biz, bugün 40 yaşın altında olanlar, çevirmeli telefonlu evlere doğup İnternet’le büyüyenler ve bizden sonrakiler için Avrupa duy sesimizi diye bir nidanın, Ey Dünya diye bir hitabın, seni yeneceğim İstanbul diye Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde tahta bavuluyla duran kara yağız delikanlı karesinin sadece nostaljik anlamı var. Bizden öncekilerin kaygıları, bizden öncekilerin umutları, onların hayalleri. Onların başardıkları ve başaramadıkları sonucunda içinde yaşadığımız dünyada biz sesimizin daha gür olabileceğinin, duyulabileceğinin de farkındayız, dünyayla denk bir ilişki kurabileceğimizin de. İstanbul’a trenle geldiğimizde Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden inme keyfinin bizden esirgendiğinin de farkındayız hatta.
Hâl böyleyken, Türkiye 20. Yüzyılın ortalarında kalmış bir zihin dünyasının tezahürü kelimelerle bezeli bir kampanyayla değişmez, öyle bir kampanyayla kimsenin kalp atışlarında en ufak artış olmaz. Ey Dünya diye ancak 1970lerde bir kasabada traktörün sırtında yaptığınız miting konuşmasında pancar fiyatını açıklamanızı bekleyen kitleye ulaşabilirsiniz. Üstelik o dönemin siyasetçilerinin üstün hitabeti karşısında o kadar zayıf kalırsınız ki, ne yazık ki kaybedersiniz. Bu çağda ise dünyayı Türkiye ve geri kalanları diye okumayan bir nesle hitap ettiğinizi fark etmezseniz kimseye ulaşamazsınız. Bir zamanlar Anadolu’da var olmuş bir kasabanın kurak günlerinde değiliz, abluka altında kentlerdeyiz.