Delirmeyen Nasıl Delirmiyor? – Aybike Mergen
“Eğer yaşadığımız, tanık olduğumuz acılar ve krizler bizi daha pasif hissettiriyor, bu pasifliğimiz de bize bu travmaları yaşatan düzenin devam etmesine yardımcı oluyorsa, biz bu döngüyü nasıl kırarız?”
Bir karabasanın içerisindeyiz. 17 gündür her gün her dakika, birey olarak güçsüzlüğümüz, çaresizliğimizle yüzleşmeye zorlanıyoruz. Afet bölgesindeki tarifsiz acılar dalga dalga ülkenin her yerinde zonkluyor. O kadar da olmaz dediğimiz her şey teker teker bile değil, hep birlikte gerçekleşiyor. O kadar çok acı var ki, insan hangi birine kahrolacağını bilemiyor. Her yeni aldığımız haberle birçok kişiden şunu duyuyorum: “ben deliriyorum artık galiba ama zaten delirmeyen nasıl delirmiyor ki?”
Toplum olarak patolojik bir bunalımda olduğumuz gerçeğini bir yana koyarsak, sahi insanlar nasıl hunili delirmiyorlar? Peki, insanların delirmemesini sağlayan mekanizmalar bizim bu felaketleri tekrar tekrar yaşamamıza sebep oluyor olabilir mi? Son olarak, peki biz bu döngüyü nasıl kırarız?
İnsanın bilişsel kapasitesini bir kas olarak düşünebilirsiniz (bknz. ego depletion theory). Stres, endişe, korku bu kasa yük bindirir ve yorar. Yani, uzun süre ‘antrenman’ yaparsanız kapasiteniz gelişir evet ama kısa vadede hissedebileceğimiz negatif duyguların bir sınırı vardır. Peki bu sınıra gelirsek ne olur? Şu anda neredeyse hepimize olan şey olur. Donup kalırız, konsantrasyon diye bir şey kalmaz, odaklanamayız. Hayatta kalmaya odaklı bir canlı olan insan işte tam da bu sebeple bu negatif duyguları yönetebilmek için çok güçlü bilişsel mekanizmalar geliştirmiş. Bu temayüllerin en tanıdık olanları genellikle yaşanan/yaşanabilecek olaylarda kişinin kendi inisiyatifini reddetmesiyle ilgilidir. Özellikle de durumu değiştirmek için ellerinden gelen bir şey olmadığını düşündükleri zaman (bknz. self-efficacy), insanlar korku ve endişe ile donup kalmamak için kader gibi kavramlar aracılığı ile konuyu üzerine düşünülüp çözüm üretilmesi gerekenler kümesinden çıkarıyorlar.
Özetle, ilk soruya dönersek, insanlar çoğunlukla kader inancı, yeni nesil beyaz yaka mantraları veya astroloji gibi kendi hayata bakış açılarına uyan bir açıklama seçip, yaşanacaklar üzerindeki inisiyatif ve sorumluluklarını reddetmeleri sayesinde delirmiyor. Tabii ki bazılarımızın bilişsel kasları daha güçlü olabilir ve bu mekanizmaları devreye sokmamış olabilirler. Ancak bu arkadaşlar hem azınlık olacaktır hem de stres, endişe ve korku ortamı değişmezse bir süre sonra bilişsel olarak tükeneceklerdir.
O zaman ikinci soruya geçelim: Her depremde, selde, yangında aynı tabloyla karşılaşıyor olmamız ve hatta ülkenin genel halinin bu kadar kötü olmasının bizim delirmemek için kullandığımız bu mekanizmalarla ilgisi olabilir mi? Cevap evet. Bu ülkenin vatandaşları uzun yıllardır devamlı bir kriz ortamında yaşıyor. 6 Şubat öncesi WhatsApp yazışmalarınıza, tweetlerinize lütfen bir bakın. Normale yakın bir sosyal fonksiyon gösterebildiğimiz için hepimize madalya takılması gereken bu coğrafyada, birçok insan kullandığı mekanizmalarla artık kimliksel olarak bütünleşti ve dünyayı başka bir perspektiften görebilmesi zor. Burada önemli olan nokta, tüm bu sürecin aslında inisiyatifi reddeden bireyleri pasifleştiriyor olması. Ancak bu pasifleşmeyi bir aşağılama sebebi olarak görmek çok yanlış olur. Evinin güvensiz olduğunu bilen ancak bina yıkılırsa sokakta kalacak insanlara “ne olacaksa olacak” dedikleri için kızamayız. Ama insanların hayatlarının kontrolünün kendi ellerinde olmadığına giderek daha çok inanmalarının hepimiz için korkunç sonuçları var. Çözüm üretebileceğine inancı olmayan insanlar değişim talebinde bulunmazlar. Oysaki bizim çok acil olarak değişime ihtiyacımız var.
Bu da bizi son soruya getiriyor. Eğer yaşadığımız, tanık olduğumuz acılar ve krizler bizi daha pasif hissettiriyor, bu pasifliğimiz de bize bu travmaları yaşatan düzenin devam etmesine yardımcı oluyorsa, biz bu döngüyü nasıl kırarız? Öncelikle bu sorunun kolay ve kestirme bir yolu yok. Ancak birlikte çalışması gereken iki farklı düzlemde çözümü var. İlki bireysel seviyede dayanışmayı artırmak ve sonuçlarını görünür kılmak. Dayanışmanın, emeğin ve özverinin bir şeyleri değiştirdiğine, fark yarattığına tanık olmak insanların bireysel olarak kendilerini aktör olarak görmelerine yardımcı olur. Ancak burada önemli olan dayanışanların katkılarının kaybolduğu devasa yardım havuzlarından ziyade, dayanışma ağları kurarak katkının sonuca etkisinin hissedilebilmesi. İhtiyacımız olan çok şeyi olanların sadakası değil, az şeyi olanların yatay dayanışması. Bu dayanışma ağları aynı zamanda insanların organize olarak daha etkili olabildiklerini görmeleri açısından da örgütlenme oranı çok düşük olan ülkemizde ciddi bir fayda yaratabilir.
Çözümün ikinci düzlemi ise lider-toplum dinamiği. Liderin görevinin toplumu normalde yapmaya gönüllü olacağından daha fazlasını yapmaya motive etmek ve toplumu oluşturan bireyleri onların katkılarının başarılı olmak için şart olduğuna inandırmak olduğunu daha önceki yazımda anlatmıştım. Halkın özellikle pasifize olduğu bu dönemde lidere düşen yük de artıyor. Ancak bu görev sabah akşam sosyal medyada, televizyonda ‘durum çok kötü’ veya ‘deprem olacak’ demek değil. Yukarıda açıkladığım mekanizmalar sebebiyle bu yönde bir mesaj bombardımanı insanların daha da kontrolü kaybetmiş hissetmesine neden olabilir. Bunun yerine iki ayrı mesajın harmanlanarak verilmesi gerek. İlki, riski küçümsemeden korkunun ve endişenin dizginlenmesi. Bunun için alınan somut önlemlerin halka ciddiyetle anlatılması, varlığına ve etkinliğine güven sağlanması. İkincisi, insanlara gerçekten uygulayabilecekleri çözüm önerileri sunulması. Evini kontrol ettirdikten sonra hasarlı çıkarsa ne olacağını söylemezseniz birçok insan evini kontrol ettiremez. İnsanlardan fedakârlık bekleyebilirsiniz ama önce onlara yol yordam göstermeli ve fedakarlıklarının işe yarayacağına inandırmalısınız. Bu iki mesaj, insanların gerçekleşebileceğine inanacağı bir değişim vizyonuyla birlikte yakın zamanda ortaya konulabilirse, bu yaşadığımız acı şokun da etkisiyle ciddi bir karşılık bulabilir ve bir sonraki doğal afette bu yaşadıklarımızı bir daha yaşamamamızı sağlayabilir.
Ama hızlı davranmamız lazım. ‘Normalleşme’ işaretlerini şimdiden görmeye başladık. Yukarıda anlattığım mekanizmalar devreye giriyor ve insanlar o veya bu bahaneyle deprem hakkında düşünmemeye başladılar bile. İnsanların afetin şokuyla sarsılıp sendeledikleri zaman dilimi maalesef bir pencere ve o pencere kapanacak. O sırada bizim yapmamız gereken birkaç şey var. İlk olarak, hem yıllar içerisinde farklı alanlarda/konularda kurulmuş küçük ve orta ölçekli birçok sivil hareketi hem de depremlerden sonra kısa sürede oluşan dayanışma ağlarını ortak platformlar üzerinden buluşturmak, var olan bağları mekanikleştirmeden daha yaygın ve organize bir ağ altında örgütlememiz gerekiyor. Bu hem depremden zarar görenlerin uzun süreli ihtiyaçlarının karşılanması ve haklarının savunulması için gerekli hem de kontrol sahibi olma ve birliktelik hissi üzerinden insanların savunma mekanizmalarına başvurma, konuyu bilinçlerinde hasır altı etme ihtiyaçlarını azaltır. İkincisi de muhalefetten yukarıda saydığım iki mesajı hakkıyla vermesini talep etmek. Bu işin böyle gelmiş, böyle gidemeyeceğini kesinlikle ortaya koyan ve inanılabilir bir plan ve yöntem önerebilen bir muhalefet, eğer geç kalmazsa, gerçek bir seferberlik başlatabilir.
Bir daha benzer acılar yaşamamak için, umarım bu sefer pencereyi kaçırmayız.