Sosyal Demokrasi Lübnan’da: Kemal Canbolat – Erol Akın
“Canbolat’ın, daha ülkenin kuruluşunda tüm çürümüşlüğü açığa çıkan çarpık düzene karşı teklifi eşit yurttaşlığın hayata geçirilmesidir.”
Bir Ülke
Kemal Canbolat ismi, Orta Doğu bahsinde, bizlerin bildiği isimlerden birisi sayılmaz. Ülkesi, bu konuda, kendisinden -ne yazık ki!- daha iyi durumda: Lübnan buhran yaratma kuvveti nedeniyle yeterince haber değeri taşır.
Yakın tarihli bir haber taraması, bu yılın ocak ayında Lübnan Merkez Bankası ve Enerji Bakanlığı arasındaki bir krizi haber veriyor: Habere göre ülkedeki elektrik üretiminin günde 4 saate çıkarılması için hazırlanan ek bütçe, Merkez Bankası tarafından kabul edilmemiş. 2019-2021 yılları arasında ulusal gelirinin üçte birini kaybeden ve resmî olarak orta gelirliler grubundan düşük gelirliler grubuna düşen Lübnan, artık nüfusunun yüzde 70’inin yoksul olarak tavsif edildiği bir ülke. Devlet, 6 aydan beri başsız çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimleri bir türlü sonuçlanmıyor.
Türkiye’nin falında böyle bir felaketi gören ilk “ünlü” isim, Ümit Özdağ idi: Sığınmacıların akıbetinin ne olması gerektiği tartışmalarının en gürültülü anında, Türkiye’nin mezhep ve tarikatlar üzerinden bu uzak komşusuna benzeyeceği ikazında bulunur Özdağ. İç savaşın öyküsü de Filistinli mülteciler üzerinden, onların bu küçük Akdeniz tatil beldesinin (!) huzurunu kaçırmasıyla anlatılır.
Oysa bu hikâyenin örgüsünde pek çok ilmek yanlış atılmıştır; savaşın sebeplerini, arka planını ve seyrini irdelemez, suçu sadece tek bir unsura – bu unsuru da tam tanımadan- yıkar: Bir arada yaşamayı bir türlü başaramayan mezhep topluluklarının, ayartıldıkları ya da kışkırtıldıkları için savaşa tutuştukları ima edilir. Üstü kapalı olarak “modern” kimlikleri benimseyemeyen Orta Doğuluların sözde geri kalmışlığına, basitliğine, akılsızlığına (!) da hayıflanılır.
Bir Adam
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sykes-Picot Anlaşması gereği Fransa nüfuz alanına geçen Lübnan, 1943’e kadar sürecek bir manda dönemi yaşar.
1917’de doğan Canbolat’ın bu yönetim günlerinde geçen çocukluğu ve ilk gençliği, ülkeyi terk edecek olan sömürge idaresine karşı aldığı ilk tepkilere tanıklık eder. 1933 yılında, eğitim gördüğü okulda, arkadaşlarıyla beraber Fransız bayrağını indirerek Lübnan bayrağını göndere çekmek; ertesi yıl da Mısır’ın bağımsızlık ilani üzerine okulu tatil etmek gibi, sonraki işleriyle kıyaslandığında “küçük” kalan politik kımıltılardır bunlar.
1937 yılında Sorbonne Üniversitesi’nin yolunu tutan Canbolat, dönemin Fransız Komünist Partisi gençliği ile temasa geçtiği bu üniversiteden 1943 yılında ülkesine geri döner ve Beyrut St.Joseph Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olup avukatlık yapmaya başlar. Çok yönlü kişiliği ve idealizmi, savaş yıllarında yaptığı çalışmalarda daha görünür olmaya başlar:
Suriye ve Lübnan’da, savaş koşulları nedeniyle açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalanlara yardım götürülmesini sağlar, doğum yeri olan Muhtara’da ilaç üretmek için bir laboratuvar kurar. Ailesine ait topraklardan 250 dönümü de politikaya atılmasından sonra, sosyalist fikirleri gereğince, köylülere bağışlayacaktır.
Edebiyata yatkın bir yönü de bulunan Canbolat, dergilerde yazar ya da yayımcı olarak da görevler alır. Politik kariyeri boyunca, farklı konularda, 43 kitap yazdı.
1943’te akrabasının ölümü üzerine aşiretinin başına geçen ve meclise gönderilen Canbolat’ın seyrüseferi de rota değiştirir. Artık hayırsever olarak nitelenebilecek girişimlerden çok daha fazlasını yapmaya mecbur ve muktedir bir konuma gelmiştir. 1949 yılında kurduğu İlerici Sosyalist Parti (Progressive Socialist Party-PSP, Arapça: Hezb-al Taqaddumi Ishtirakiya) ile siyasette artık başka bir yoldan yürümeye başlayacaktır.
Bir Düzen
Kemal Canbolat’ın neyi başardığını anlamak, bunu nasıl bir zaman ve çevrede yaptığını anlamakla olanaklı. Bu noktada, veri setlerinin havasız koridorlarına fazla girmeden, bağımsızlığından sonra Lübnan’ın eşitsiz sosyal ve siyasal yapısını inceleme zorunluluğu ile karşı karşıya kalırız.
1943 yılında kazandığı bağımsızlığın şeklini -dolayısıyla sınırlarını da- belirleyen Ulusal Pakt adındaki yazısız sözleşme, Lübnan’a kendine özgü yönetim sistemini miras bırakır. “Confessionalism” olarak siyaset bilimi yazınına geçen bu sistem, devletin üst katlarının – onun da altında devlet kademelerinin mezhep esasına göre taksimini gerçekleştiren; kelimenin gerçek anlamıyla “ucube” bir sistemdir: Cumhurbaşkanlığının Marunilere, Başbakanlığın Sünnilere, Meclis Başkanlığının Şiilere zimmetlendiği bu sistemin yolsuzluğu ve istikrarsızlığa nasıl kaynaklık ettiği, hakkında yazan hemen herkesin ittifak ettiği bir konudur.
Bu yapı, demokrasiyi daha doğumundan itibaren kötürüm bırakır ve demokratik mantıkla baştan çelişir: Devlet görevlerinin yeterlilikler yerine mezhep aidiyetlerine göre dağıtılması, bu mantığın özündeki eşitlik ve adalet için, tek kelimeyle, tahrip edicidir. Sistem, ülkenin bağımsızlık hareketini örgütleyen elitler için korunaklı duvarlar getirmekten başka bir işe yaramıyordu: Elitler hem sadece mezhepleri dolayısıyla sadık seçmenler bulabiliyor hem de sömürü ilişkilerini mezhep ayrımları altına gizleyerek devam ettiriyordu.
İç savaş devam ederken yazılması ve geniş bir kaynak çeşitliliğini haiz oluşuyla bu yazının birinci kaynağı hâline gelen B.J Odeh’in “Lübnan’da İç Savaş” adlı çalışması, Lübnan’ın mezhepçilik ve yoksulluğun iki ayrı ucundan sıkıştırdığı bir mengene arasında nasıl kaldığını gösteriyor. Fransız mandası yönetimi altında, sömürge idaresinin bilinçli bir hamlesiyle finans merkezine dönüştürülmeye başlanan Lübnan’da 1932 yılında 6 banka faaliyetteyken bu sayı 1954’te 24’e ulaşmıştır ve bu bankalarda tutulan mevduat miktarı 400 milyon Lübnan lirasına yakındır. 1952 yılında döviz kontrollerinin kaldırılmasından sonra tam bir finans cennetine dönüşmüştür.
Ancak Odeh’in belirttiği gibi Lübnan’ın tüm zenginliği toprak ağası, tüccar, sanayici ya da bankacı, neredeyse bir sayfaya sığacak kadar nüfuzlu ailenin cebinde, banka hesaplarında birikir. Ülke her yönden eşitsiz gelişmenin cereyanına kapılmıştı üstelik: 1954 yılında sanayi sektörünün yüzde 70’i Beyrut ve civarında öbekleşmişti; on yıl içinde bu yüzden daha da artacak, diğer bölgeler verimsiz, zenginlik üretmeyen bir tarım sektörüne terk edilecektir.
1954-1964 arasındaki yıllık istihdam artışı yüzde 1,8 düzeyinde gerçekleşirken ülkenin işgücünün yüzde 50’sinin çalıştığı tarım sektörünün GSYİH’ye katkısı sadece yüzde 9’dur ve yine ülkenin yüzde 50’si yoksul ya da çok yoksuldur. Lübnan’ın kendi sınırları dışında, o sınırların içinden daha fazla nüfus barındıran az sayıda ülkeden olması belki de bu sürekli kıtlıkta aranmalı.
Banka ve otellerden oluşan bir tür safahat zirvesi neo-Oryantal Beyrut görüntüsünün arkasında mutlak bir fakirliği izleriz. Yetenek, beceri, bilgi birikimi gibi “nesnel” ölçüler yerine mezhep aidiyetine dayanan siyasal sistem, bu yoksulluğu çözmek bir yana derinleştirir zira Odeh’in tasvirine göre Lübnan’ın yönetici elitleri, fnans ve turizm üzerinden zenginlik sağlamayı; bu amaçla ülkeyi Batı’nın – özellikle ABD’nin- suyunda tutmayı yeğlemektedir. Bu tercihin ne anlama geldiği ve hangi sonuçlara yol açtığı, Kemal Canbolat’ın reform girişimleri ile kıyaslandığında anlam kazanacak.
Bir Fikir İnsanı
Kemal Canbolat’ın düşünce sisteminin merkezinde, sosyalizmin ve demokrasinin ikili birlikteliğinin bulunduğu su götürmez. Onun sosyalizm/sosyal demokrasi ölçüsü, 1945-1980 arasında Avrupa’da yapılan tariflerle uyum ve birliktelik gösterir.
Yaptığı ilk halka açık siyasi konuşmalarından birinde, hedefinin, “herkese iş ve ekmek ama aynı zamanda adalet ve haysiyet sağlamak” olduğunu, “halk için gerçek bağımsızlık ve özgürlüğü” istediğini söyler. İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında yaptığı bu konuşmada saptadığı beş ana hedef, sırasıyla; Fransız yönetiminden bağımsızlık, özgürlük, adalet, ekmek, eğitim ve iştir. Kuruluşunu 1 Mayıs 1949’da ilan ettiği İlerici Sosyalist Parti’nin resmî hedef de “sosyal eşitliğe, adalete ve halkın eşitliğine dayanan sosyalist bir toplumu Lübnan’da inşa etmek”tir. PSP, kendi başına da Canbolat’ın vaatlerini gerçekleştirmenin vasıtasıdır: Partisinin 1960 seçimlerinde meclise gönderdiği 12 milletvekilinin yarısı Müslüman, yarısı Hristiyandır.
1950 yılında yaptığı bir açıklamada, “İnsanları sefaletten ve hastalıktan; kendilerinin ve çocuklarının kaderleri hakkındaki endişelerden; cehaletten ve işsizlikten özgür kılacaklarını” beyan eder. Bu sözlerde, 1945 sonrası sosyal demokrat refah devletinin “ruhu” dolaşmaktadır; Beveridge Raporu’nda ilan olunan “beş dev” karşıtı savaşın Lübnan cephesini açma teşebbüsü vardır.
Kemal Canbolat da demokrasiyi, sosyalizmin eşi ve tamamlayıcısı kabul eder; totaliterliğin sağ ve sol kanatlarını reddeden 1945 sonrası sosyal demokrat tavrı da paylaşır: “İnsancıl bir bakışı içermeyen her türlü adalet girişimi, faşist ya da komünist olsun, toplu katliam anlamına gelecektir.”
Öte yandan, Lübnan koşullarında bir demokrasi talebi, reformculuğuna açılan yolun başlangıcını işaretleyen bir geçittir. Yaşamını yitirdiği 1977’de “İlerici bir temsil sistemiyle birlikte seküler, sivil ve demokratik bir devletin kurulması”nın, 1789 Fransız Devrimi’nin Lübnan tarzında yinelenmesi anlamına geleceğini ifade eder. Canbolat’ın, daha ülkenin kuruluşunda tüm çürümüşlüğü açığa çıkan çarpık düzene karşı teklif eşit yurttaşlığın hayata geçirilmesidir.
Canbolat’ın demokrasi talebi ve mücadelesi, ülkesiyle mahdut değildi: Arap ülkelerinin 1945 sonrasındaki ulusal kurtuluş ve kalkınma mücadelesi, petrolden sonra bölgede en çok bulunan şey hâline geldiği için Canbolat’ın dış politikadaki tavrını belirleyen güç, Pan-Arabizmdi. Arap ulusunun birliğini savunmanın Lübnan özelinde yabancı müdahalesini ve özellikle Maruni politikacıların “Lübnancı” içe kapanma taleplerini reddeden bir yönü vardı ancak Kemal Canbolat için pan-Arabizm, bir demokrasi çalışmasından ayrı değildi. “Cumhuriyet ve kraliyet olmak üzere iki rejimin birleşmesinin imkânsız olduğunu” görmüş ve dile getirmişti. “Arap ülkelerinde demokratik altyapının oluşmasını Arap birliğini sağlamanın ön koşulu” sayıyordu.
Pan-Arabizmle iltisaklı biçimde – Avrupa sosyal demokrasisinde en şöhretli temsilini Olof Palme’de göreceğimiz Üçüncü Dünyacılık damarı da görülebilir Canbolat’ta. 1951 yılında Truman Doktrini’ne karşı Arap Sosyalist Partileri Konferansı’nı toplayacak, 1954 yılında da Bağdat Paktı’na karşı gösteriler tertipleyecek, Bağlantısızlık Hareketi’nin miladı olan Bandung Konferansı’na katılacaktır. Cemal Abdülnasır ile de yakınlık kuran Canbolat; Süveyş Kanalı’nın ulusallaştırılması üzerine çıkan savaşta Mısır’ı destekleyecek, Eisenhower Doktrini’ne de cephe alacaktır. Aynı yıl Afro-Asya Halkları Dayanışma Örgütü Konferansı’na da giden Canbolat, üç yıl sonra bu dayanışma örgütünün başkanlığına seçilir.
1964’te, günümüze artık geçmişin gölgesi olarak iskeleti kalmış bu örgütlerden çok daha kalıcı olan bir hareketin, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulup Lübnan’a yerleşmesi, Canbolat’ın reform gayretleriyle birleşti. Filistin’in bağımsızlığının istikrarlı ve kuvvetli bir destekçisi olan Canbolat, bir süre sonra, sayısı 300 bini geçen Filistinli sığınmacıların ve onların sözcüsü/temsilcisi konumuna gelen FKÖ/El Fetih’in başlıca müttefikine dönüşecektir. Yaser Arafat, bu müttefikini, hayatını kaybetmesinden sonra yaptığı konuşmada “Yanında savaşan onlarca orduya bedeldi” tarifiyle yad etti.