Antonio Gramsci ve Hegemonya Üzerine – Michael Denning ile Röportaj (Çeviri: Alper Kara & Kübra Nil Yılmazer)
“Gramsci’ye göre, praksis felsefesinin yani Marksizm’in imtihanı, hem genç mücadeleciler için hem de entelektüeller için erişilebilir bir dünya anlayışı yaratmaktır.”
Bu yazı Daniel Danvir’in Antonio Gramsci üzerine Michael Denning ile yaptığı Jacobin’deki röportajın Türkçe çevirisidir.
Önde gelen emek tarihçilerinden Michael Denning, Antonio Gramsci ’nin çalışmalarının bugüne dair bize ne söylediğini üzerine düşüncelerini aktarıyor.
İtalyan komünist lider ve teorisyen Antonio Gramsci’ye muhtemelen okunduğundan daha çok atıf verilmektedir. Ancak kendisinin ortaya koydukları, üzerine düşünülmeyi hak ediyor. Bir örgütçü olarak Gramsci, önce bir komünist militan lider ve entelektüel olarak sonrasında ise hayatının son on yılında, ünlü Hapishane Notları’nı yazdığı dönemde, Benito Mussoli döneminde bir mahkûm olarak siyaset yapma yöntemi geliştirmiştir.
Gramsci bize kapitalist yaşamın ve gelişimin tarihsel olarak determinist kaçınılmaz kanunlarını anlatmak yerine içinde bulunduğumuz anı analiz etmek ve işçi sınıfının bunun üstesinden gelmesi ve yönetmesi için ne tür bir siyaset, ideoloji ve örgütlenmenin gerekli olabileceğini düşünmek için araçlar sağlar.
Kökenleri
DANIEL DANVIR: Antonio Gramsci kimdi, İtalya’nın faşist hükümeti altında on bir yıl hapis yattı, nasıl oldu da üç bin sayfalık bir defteri komünizmin ihtiyaç duyduğu siyaset türleri etrafında böylesine kayda değer analizler ve teorileştirmelerle doldurdu?
MICHAEL DENNING: Gramsci yirminci yüzyılın en önemli siyasi düşünürlerinden biridir. Gramsci, bu tanımlamadan yola çıkarak onun çalışmalarına incelemeyi mantıksız ve kusurlu bir yöntem olarak düşünebilirdi. Ancak, bu ondan bahsetmenin gerçekten ilginç bir yolu değildir.
Zira Gramsci’nin çalışmalarındaki arzularından bir tanesi de entelektüel tarihi bir büyük düşünürler dizisi gibi düşünme şeklini sorgulamaktır.
Hapishane Defterleri’ndeki en merak uyandırıcı anlardan birisi Marx hakkında nasıl düşünülebileceğine dair bir dizi notu yazdığı zamandır. Çok detaylı şeyler söyleyerek, evet, biyografiye çok dikkat etmeliyiz. Marx’ın hangi şeyleri halka hitaben yazdığını, hangi şeylerin mektuplaşma olduğunu çözümlemeliyiz çünkü birisi halka açık şekilde söyleyemeyeceği şeyleri yazışmalarında söyleyebilir. Bu ayrımı yaptıktan sonra Marx’ın hangi çalışmaların kendisinden sonra gelen entelektüel mirasçıları tarafından bir araya getirildiği sorusunu sorabiliriz. Bunu Marx ile Gramsci’nin kendi kuşağından olan Lenin gibi mirasçıları arasındaki ilişki nedir sorusu takip edebilir. Özetle, bu tür bir figür hakkında düşünmenin nasıl olması gerektiği Gramsci için kilit sorulardan birisidir.
Ancak sorulması gereken ilk soru şu olmalıdır: Dünya hakkındaki kavrayışımız ve davranış normlarımız nereden gelmektedir ve nasıl değişirler? Gramsci’nin kuvvetli argümanlarından bir tanesi praksis felsefesinin, Marksizmin, Rönesans ve Reform gibi dünyayı kavramsallaştırmamızda tarihi bir değişim olduğudur. Ona göre Marx, aynen Martin Luther gibi, yalnızca büyük bir düşünür değil, aynı zamanda entelektüel, felsefi, ve siyasi eylemlerdeki büyük geçişin sembollerindendir. Bu, Gramsci’nin Marx’ı okuma şeklidir ve praksis felsefesinin nasıl modern dünya için Rönesans ve Reformun birleşimi olduğunu anlamak istemesidir ve neden kendi kitabını yazarken (asla tamamlayamadı) bir Rönesans metnine, Machiavelli’nin Prensi’ne döndüğünün en açık sebebidir. Bizzat Gramsci’nin kendisi modern bir Reformun, tıpkı Rönesans ve Reform gibi muhtemelen yüzyıllar alacağını belirtir.
Gramsci, bizim “modernist” diye tanımladığımız dikkate değer sanatçılar, entelektüeller, yazarlar ve düşünürler kuşağındandır. Bu kuşağın çoğu, Gramsci de dahil olmak üzere, 1917 Rus Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı zamanı, 1910’ların sonlarında yetişkinliğe adım atmıştı. Gramsci’nin hayatı 1914’ten 1945’e, Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na, Büyük Buhran’ın da dahil olduğu dönem süresince akmıştı.
Gramsci, 1891 yılında İtalya kıyılarının açığında, Akdeniz’de yer alan Sardinya’da doğmuştur. O dönemde İtalya henüz yeni birleşmiş ve 1860’lı yıllardan önce, yani Gramsci’nin doğumundan sadece otuz yıl önce uluslaşmış bir ülkeydi. Mütevazı bir bürokratın çocuğuydu. Öyle ki, ailesinin durumu da babasının, haklı veya haksız şekilde zimmetine para geçirmek suçlamasıyla, hapse girmesi sonucu kötüye gitti. Kendisi bir köylü olarak yetişmedi ama ezici çoğunluğu köylü olan bir toplumun içinde yaşıyordu.
Gramsci İtalyanca’nın bir lehçesini konuşuyordu. İtalya’nın genelinde birçok insan İtalyanca’nın farklı versiyonlarını konuşurlar. Ulusal bir dil yoktur. Gramsci’nin lehçe ve ulusal dil üzerine yorumlarının çoğu aslında kendi deneyimlerinin anlatımıdır.
1911 yılında İtalya’nın kuzeyine, Torino’ya gittiğinde, burası İtalya’nın bir nevi Detroit’i gibiydi. Yeni otomotiv endüstrisinin merkeziydi. Fiat şirketinin merkezi de orasıydı. Yani, İtalya’nın çeperindeki oldukça kırsal bir tarım adasından İtalya yarımadasının en modern, Fordist bölgesine üniversite eğitimini sürdürmek için taşındı. O dönemin yeni teknolojilerinin endüstriyel metal işleme merkeziydi ve bunlar otomobil etrafında biçimleniyordu: Çelik, petrol, kauçuk ve seri üretim hattı, hepsi bir araya toplanıyordu. İçine girdiği yeni dünya böyle bir yerdi.
Gramsci dil ve filoloji çalışıyordu. Dilbilim profesörlerinden bir tanesi sıklıkla “Bunları Sardinya’da nasıl diyorlar” diye soruyordu. Torino’ya kırsaldan gelmiş yerel bilgi kaynağıydı ve Kuzey İtalya’da bir Sardinyalı olarak dışlanmışlık hissini çok kuvvetli şekilde hissetti.
Sonrasında böyle olmayabilir ama genç Gramsci, Sardinya’nın özerkliği ve bağımsızlığıyla ilgilenen bir tür Sardinya milliyetçisi olarak ilk siyasi deneyimini yaşadı. Ancak, Sosyalist Parti’de bir aktivist oldu. Bir Sosyalist Partili ve tiyatro eleştirmeni olarak yirmili yaşlarındaydı ve hiçbir zaman doktora veya benzeri bir derece alamadı. Sürekli “daha fazla para gönder” ibaresi bulunan eve yazdığı mektuplarında güvencesiz hayatını ortaya çıkarıyordu, ve ne yazık ki ailesinde de pek fazla bir şey yoktu. Aynı zamanda arkadaşlarıyla birlikte örgütlenme, tiyatroya gitme, gazetelerde eleştiri yazıları yazma ve kendi gazetesinin editörlüğü gibi işlere dahil oluyordu.
Sonrasında savaş büyük bir etki bıraktı. Gramsci’nin defterlerinde bulabileceğiniz birçok askeri metafor Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamaktan ve İtalya’nın bu savaşa katılmasından gelmektedir. Ancak Gramsci’nin hayatını en çok şekillendiren olaylar savaştan sonra, İtalyan işçilerinin fabrikaları işgal ettiği dönemlerdir. Gramsci de bu sürecin bir parçasıydı. Fabrikaları ziyaret ediyor, işçileri örgütlüyordu. Yeni Düzen adında bir gazetenin editörüydü.
O ve işçiler 1917 yılı ve devam eden süreçte Bolşevik Devrimi’nden, Sovyetler’den ve Rusya’daki meclislerden haberler de alıyorlardı. Savaş sonrasında – 1919 yılında – konseyler oluşturmak, yeni fabrika işgalleri ve genel grev girişimleri başlatmak için bir dizi girişim yaşandı. Bunlardan bir tanesi Seattle’daydı. Savaştan hemen sonrası, siyasi, toplumsal ve işçi yükselişinin tam zamanıydı ve Gramsci bunun kilit bir parçasıydı.
Önemli olduğu kadar trajik bir an yaşanıyordu. Sosyalist hareket içinde bir ayrışma ortaya çıktı: bir yanda ana akım sosyalist partilere bağlı kalan çoğunluk, diğer yanda ise yeni Bolşevik Devrimi’nin umutlarıyla bir şekilde bağlantılı olan yeni komünist partilere kayanlar. Gramsci İtalyan partilerindeki bu ayrışmanın parçasıydı ve İtalya’nın Komünist Partisi’nin kurucularından biri oldu; Gramsci, 1920’lerin başında parlamentoya seçildi. Bunun yanında Moskova’ya gitti ve Lenin’in 1923 yılındaki ölümünden önce, Stalin’in parti bürokrasini ele geçirmesinden ve Buharin ve Troçki gibi figürlerin tasfiye, tecrit ve sonunda öldürülmesinden önce, bu tartışmaların ve münakaşaların başlarında birkaç yıl boyunca Komünist Enternasyonal’de İtalyan partinin temsilcisiydi.
İtalya’da sürecin gidişatı biraz daha farklıydı çünkü bu zamanlarda solda arka arkaya yeni işçi hareketleri, yeni sosyalist hareketler, yeni sendika hareketleri ve yeni komünist hareketler ortaya çıkıyordu. Aynı tarihlerde yeni bir faşizmin de tohumları atılıyordu. Bu durumu Almanya’da Hitler’in erken faşist örgütlenmesinde ve yine aynı yönde, Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşü ve iktidara gelmesinde görebiliyoruz. Bu sürecin başlangıcında, Gramsci faşizme karşı muhalefetin kilit figürlerinden biri haline geldi.
1926 yılında Gramsci yalnızca otuz beş yaşındaydı. Tutuklandı ve duruşmasında bir savcı “önümüzdeki yirmi yıl için bu beyinin çalışmasını engellemek zorundayız” dedi, çünkü Gramsci o noktada İtalyan solunun önemli bir lideri haline dönüşmüştü. 1926’dan 1937 yılına kadar hapishanedeydi. En sonunda, kendini hapishane hastanelerinde buldu ve nihayetinde serbest bırakıldı. Fakat sonrasında hastalığı o kadar kötüye gitti ki 1937 yılında hayatını kaybetti. Bahsettiğimiz “Hapishane Defterleri”nin yazıldığı zaman dilimi bu 10 yıldı. Bu uzun ve zorlu bir süreçti. Gramsci’nin el yazmaları faşistler tarafından yok edilmekten kurtarıldılar ve korundular ve ardından da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yayımlandılar.
Bu konuyu tamamlamadan önce bahsetmek istediğim en ilginç şey, Gramsci’nin 1925’ten önce, genç bir aktivist olduğu dönemdeki yazılarıdır. Bu eserler, o dönemin bilginleri ve tarihçileri için oldukça ilginçtir, çünkü bu eserler her zaman içinde yaşanılan an için yazılmışlardır. Bunlar belirli meseleler, belirli grevler, parlamentodaki belirli tartışmalar veya benzeri konular hakkında yazılan gazete makaleleridir. Hapishaneye girdiğinde yaşadığı şeylerden biri – yazabilmek ve okuyabilmek adına bir yıl veya daha fazla kalem, kağıt, kitap ve gazetelere erişim için mücadele ettikten sonra – yazılarını sonsuzluk için yazmak istediğine karar vermesiydi. Artık günlük siyasetle uğraşamazdı.
Birdenbire, yazı tarzı değişti. Sorular sormaya başladı. Neden bazı şeyler ters gitmişti? Neden fabrika işgalleri başarılı olamadı? Neden bu örgütlenmeler kök salamadı? Neden faşizm kazandı? Mussolini’nin popülerliğinin kökleri nelerdi? Yaşananları İtalya’nın uzun tarihi ve siyaseti bağlamında mevcut siyasetin içine nasıl yerleştirebiliriz? Dünyayı nasıl kavradığımızı, davranış normlarımızı nasıl belirlediğimizi ve bunların nasıl değiştiğini ne şekilde anlayabiliriz?
“Hapishane Defterleri hala büyülemeye devam ediyor. Defterler, ilk sorulara geri dönüyor.”
Sonuç olarak, notlarını yazdığı ve birebir okul çocuklarının kullandığı defterlerle aynı olan defterlerden otuz üç tanesi, daha sonra yayımlanan, düzenlenen ve anlaşılan binlerce sayfaya dönüştüler. Bir bakıma, onlar bizim için, gelecek nesiller için yazıldılar. 1917 veya 1922’deki gazete makaleleri gibi değillerdi. Bundan dolayı hala büyüleyici olmaya devam ediyorlar. İlk soruya geri dönüyorlar. Bu defterlerin ilginçliği sağladıkları cevaplardan çok sordukları sorulardan kaynaklanıyor.
DANIEL DENVIR: Hapishane koşulları, örtülü anlamlar ve şifreli sözcüklerle dolu, zaman zaman da anlaşılmaz, bu özel üslubu nasıl oluşturdu?
MICHAEL DENNING: Her şey hapishane sansürünün farkında olarak yazıldı. Bu durum Gramsci’nin yorumlanmasını uzun bir tartışmaya haline getirdi.. Size buna dair iki perspektif sunacağım. Birincisi, bütün kelimeleri şifreli sözcükler olduğunu varsayarak okumalıyız. Marksizm diyemiyordu ve bundan dolayı praksis felsefesi diyordu.
Diğer yandan, Gramsci için praksis felsefenin, yalnızca Marksizme indirgemenin ötesinde bir dizi anlama ve çağrışıma sahip olabileceği argümanı da ortaya koyulabilir. Bu sebeple, yeni bir kavramı daha eski bir kavramın kılıfı olarak okuyup okumadığınıza dair her zaman bir tür ikili çağrışım mevcuttur. Gramsci, Kendi tarafının ve kendi partisinin dogmalarına karşı da epey iğneleyicidir. Dolayısıyla, defterdeki kelimeleri yeni kavramlar ve fikirler olarak da görebiliriz.
1980’lerin başında televizyonda küfür edilmesine izin verilmezdi. Televizyonlara çıkan figürler de bu yasaklardan dolayı geleneksel küfürlerden çok daha yaratıcı sahte küfürler üretmişlerdi.. Gramsci için de benzeri söylenebilir. Geleneksel küfürleri kullanamadığı için yenilerini üretmek zorunda kalmıştı. Bazıları yalnızca şifreydiler, ama diğerleri gerçekten zaten bildiğimizi düşündüğümüz şeyler için yeni ve yaratıcı anlama yollarıydı.
Hegemonya, “Ortak Duyu” ve “İyi Duyu”
DANIEL DENVIR: Muhtemelen başlamamız gereken kavram, Gramsci’ye göre, bir yönetici grubun toplumu yönetmek için kullandığı zorlama ve rıza biçimlerinin bütününü tanımlayan hegemonyadır. Peki Gramsci hegemonya ile neyi kast ediyor? Ve hegemonyanın bu rıza ve zorlama birleşimiyle güvenceye alınmasına ve sürdürülmesine dair Gramsci’nin perspektifinin yanı nedir?
MICHAEL DENNING: İzin verirseniz bu yaklaşıma bir itirazım olacak. Bu noktada sosyal teoriye “risk” adını taktığım bir yaklaşımı benimsiyorum: Bir terimi tanımlamak yerine, bir terim verin ve sonra da cevabı o terim olduğu bir soruyu verin. Birçok yönden, Gramsci’nin ABD’de benimsenmesinin zorluklarından biri, yarım düzine anahtar kavramı – hegemonya, madun, organik entelektüel ya da diğerleri- anlamlandırmaya çalışmak ve bu kavramların az çok doğru tanımlarını elde etmek, sonra da bu kavramlarıbaşka yerlerde kullanmaya çalışmaktır.
Fakat mevzubahis soru-cevap yaklaşımını değerlendirmenin daha enteresan yollarından biri, Gramsci’nin sorduğu ve cevabının da öyle ya da böyle hegemonya olduğu sorunun ne olduğunu dikkate almaktır. Zira Gramsci’nin temel argümanlarından bir tanesi yeni kelimelerin bir şeyleri değiştirmeyeceğidir, yani “hegemonya” kendi başına bir cevap olamaz. Belirli bir duruma verilen cevap yeni bir durumdur, yeni bir siyasettir. Yani asıl soru şu hale geliyor: Yeni bir kolektif iradenin kaynakları nelerdir? Yeni bir siyasi yapılanma (Amerikan bağlamında yeni toplumsal hareket olarak çevirebiliriz) nereden geliyor?
“Zira Gramsci’nin temel argümanlarından bir tanesi yeni kelimelerin bir şeyleri değiştirmeyeceğidir, yani “hegemonya” kendi başına bir cevap olamaz.”
Tartışmanın sonunda varacağınız nokta, bazı durumlarda bir toplumda liderliği ele geçirmek için ortaya çıkan bir sosyal grubun, ekonomik ve siyasi güçten daha fazlasına sahip olması gerektiğidir, aksi takdirde bu liderliğe erişemez. Ama bu çok temeldir. Grup aslında rıza kazanmak için toplumu kendi fikirlerine uyumlu hale getirmeye başlamak zorundadır.
Gramsci’nin yaşadığı dönemin, emekçiler için lise eğitimin olmadığı, emekçilerin yalnızca basit okuma-yazma ve aritmetik bilgilerine sahip olabildiği bir dönem olduğunu unutmayın. Emekçilerden oluşan bir kitle partisi kurmayı arzuluyorsanız, bu partiye ait bir eğitim kurumu olması şarttı ve bu yüzden parti okulları mevcuttu. Gramsci, bu parti okullarının müfredatının nasıl olabileceği ile oldukça ilgiliydi. Sıradan insanların “ortak duyusu” ile yani insanların okuldan, fakat aynı zamanda işten ve kiliseden edindikleri içten gelen düşünme biçimlerinden başlamanız gerektiği söylüyordu. Bu düşünme biçimleri nasıl bir dünya anlayışına tekabül ediyordu?
Aslında felsefi bir eğitim, bu ortak duyunun eleştirisi olan eğitimdir. Gramsci bu ortak duyunun aynı zamanda insanların diline de yerleştiğini belirtir; konuştuğumuz kelimeler farkında olmadığımız bir kavramlar dizisiyle beraber gelirler. Bu bağlamda, Gramsci’nin dikkat çekici argümanlarından birisi, kullandığımız kelimeleri ve dili bu ortak duyuyu şekillendirmek için kullanalım demek olacaktır.
DANIEL DENVIR: Söz konusu argümanın, sıklıkla “yanlış bilinç” olarak adlandırılan duruma dokunan bir yanı da vardır: Maddi çıkarlarına ve hatta yaşadıkları gerçekliğe aykırı inançlara sahip insanlara nasıl yaklaşılacağı sorusu da bu argüman bağlamında incelenebilir. Gramsci şu şekilde yazar: “Düşünce ve eylem arasındaki karşıtlık, bir başka ifadeyle, biri sözlerle ortaya konan diğeri ise etkin eylemle sergilenen iki dünya anlayışının birlikte var olması, basitçe insanın kendini kandırması olarak tanımlanamaz.. Bilakis, toplumsal düzenin içindeki derin karşıtlarının dışavurumudur.”
İnsanların kolayca aldatıldığını düşünmekle ile Gramsci’nin “ortak duyu” olarak isimlendirdiği düzeyde çok daha derin çelişkiler olduğu fikri arasında nasıl bir ayrım mevcuttur?
MICHAEL DENNING: Bundan ziyade, dünyaya ilişkin kavramlarımızı nereden aldığımızı ve bunların nasıl değiştiği sorusu diyelim, çünkü Gramsci aslında sırf olgular sizin tarafınızda olduğu için insanları rasyonel bir şekilde başka bir düşünsel pozisyona ikna edebileceğiniz konusunda oldukça şüphecidir. Sıradan bir insan için iyi bir argüman sunabilirsiniz ve o da şöyle cevap verecektir: “Evet, tam tersi bir argüman sunan başka birini hatırlıyorum, şu an bunu cevaplayamam ama o noktada bana ikna edici gelmişti. Bu sebeple o tarafta kalacağım.”
Ortak duyumuz kısmen sosyal grubumuzdaki farklı noktalarda olayları bizden daha iyi açıkladıklarını duyduğumuz diğer insanlara olan inancımızla inşa edilmiştir. Bu figürler, Gramsci’nin de belirttiği gibi, kilise papazından Ticaret Odası’ndaki iş insanlarına ve herhangi bir siyasetçiye kadar uzanabilir. Gramsci’nin, ortak duyu tanımı hem eski halk inançlarının ve atasözlerinin Taş Devri’nden kalma izlerini, hem de en güncel gelişmelerden haberdar olunmasını dahil eder. “Ortak duyu” bu ikisinin bir çeşit karışımıdır.
Dolayısıyla ortak duyu bu ikisinin tuhaf bir birleşimidir ve dünya anlayışımızı şekillendirmemize yardım eden figürler kelimenin en geniş anlamıyla “entelektüeller”dir. Onlar bir toplumdaki fikirlerin örgütleyicisidir. Gramsci’ye göre, yerel okul öğretmenleri ya da rahipler günlük yaşamın organik entelektüelleridir, belirli folklor ve malumatın toplum içerisinde aktarılmasında oldukça temel kişilerdir.
Ayrıca, Gramsci’nin“ortak duyu” (senso comune) ve “iyi duyu” (buon senso) arasında yaptığı ayrımdan da söz etmek gerekir. Ortak duyu, temelde neye inandığınız ve/veya fikirlerinizin ne olduğunu düşündüğünüz inanç setidir. İyi duyu ise yaptığınız işin sonucunda ortaya çıkan pratikleri ve bilgileri kapsar. Meslektaşlarımdan görebildiğim kadarıyla, profesörler olarak siyaset hakkında konuştuklarında çevredeki herhangi biriyle ortak duyuya sahipler. Bazıları diğerlerinden biraz daha iyi kavrasa da, genellikle ancak gazeteler ve diğer medya araçlarından ya da başka herhangi bir yerden alınan fikirlerin benzer karışımı olmaktan öteye gidemeyen düşüncelere sahip oluyorlar.. Ama eğer onlara “ Bir ders programını nasıl oluşturursunuz? Bu dersi nasıl öğretirsiniz?” diye sorarsanız, işte o zaman yıllarca öğretmenlik yapmanın getirdiği olağanüstü bir iyi duyunun olduğunu görürsünüz.
“Gramsci’nin sıradan insanlara olan inancının bir parçası da bizim sadece ortak duyumuzun tutsağı olmayışımızdır.”
Bir zamanlar birçok tuhaf şey hakkında büyük bir komplo teorisyeni olan bir kuzenim vardı ve ailedekilerin pek çoğu onunla konuşmazdı bile, çünkü sürekli komplolarından bahsederdi. Ama o bir mandıracıydı. Ancak mandıracılık hakkında konuştuğunuzda dünyanın en açık görüşlü, yani iyi duyuya sahip, insanı oluyordu.
Gramsci’nin sıradan insanlara olan inancının bir parçası da bizim sadece ortak duyumuzun tutsağı olmayışımızdır. Aslında hepimiz emekten ve o emeğin ayrıntılandırılmasından ortaya çıkan iyi duyuya sahibiz. “Ayrıntılandırma” (elaboration) Gramsci’nin favori sözcüklerinden biridir, bir tür fikir çalışması, bir fikir emeği anlamına gelir. Zihinsel ve bedensel emek arasındaki ayrımı tanımayı ve yıkmayı arzular. Yani esasında, zihinsel bir yönü olmayan hiçbir bedensel emek yoktur, der. Bedensel emek yönü olmayan hiçbir zihinsel emek de yoktur. Günde sekiz saat boyunca oturup okumayı, notlar almayı öğrenmenin ne kadar zor olduğundan ve hapishanedeki mevcut fiziksel şartların okumayı, düşünmeyi ve yazmayı bile ne kadar güç ve yorucu faaliyetler haline getirdiğinden ve bunu nasıl sıradışı biçimde farkına vardığından bahseder.
Zihni geliştirmek için gerekli olan bir tür zihinsel egzersiz olduğu düşüncesiyle klasik dilleri, özellikle de Latinceyi öğrenmeye kendini adamıştır. Onun eğitim felsefesi bizim şimdiki bağlamımızla kıyaslandığında çoğunlukla muhafazakâr olarak görülmektedir, çünkü bedenin ve zihnin etkinliğini biçimlendirmek için bu tür bir gereklilik hissine sahiptir.
İdeolojinin Gündelik Yaşam Deneyimlerinde Kök Salması
DANIEL DENVIR: Gramsci başarılı bir ideolojik hareketin ancak “ortak duyudan üstün ve bilimsel bir düzlemde tutarlı bir düşünce biçimini ayrıntılandırma sürecinde, basit olanla temas halinde kalmayı asla unutmadığında” ortaya çıkabileceğini yazar. “Ve aslında bu bizzat temasta, üzerinde çalışmak ve çözümlemek üzere yola çıktığı sorunun kaynağını bulur.” Sözlerine şöyle devam eder, “Bu süreç, başlangıçta ortak duyuya dayanan bir ortak duyu eleştirisi olmalıdır.”
Peki Gramsci burada hangi argümanı ortaya koyuyor? İdeolojilerin kök salması — fakat ideolojilerin sadece insanların günlük yaşantısında kök salması değil, aynı zamanda hegemonya arzulayan ideolojilerin pratik ayrıntılandırılmasının da kök salmasını da tartışmaya açıyor. Az önce belirttiğiniz gibi, bu argümanı insanların dünyadaki pratik etkinliklerinden dolayı sahip oldukları iyi duyulara dayandırıyor. Hatta, egemen ideolojilere karşı doğan muhalif ideolojilerin köklerini de egemen ideolojiler arasındaki eli kulağında çelişkilerde görüyor.
MICHAEL DENNING: Bu dediğinizi en kuvvetli şekilde yaptığını düşündüğü örnek Katolik Kilisesi’dir (Cizvitler). Onun gözünde Katoliklik, entelektüeller, teologlar ve sıradan insanlar arasında her daim bir bağ kurduğunu söylediği çok güçlü bir dünya anlayışıdır: Teologların yereldeki kilise rahiplerinden çok uzaklaşmasına izin veremezsiniz. Bu sebeple, kişinin aslında toplumun üst ve alt kademeleri arasında karşılıklı olarak tercüme edilebilecek bir dünya anlayışına sahip olması gereklidir.
Ona göre, praksis felsefesinin, Marksizm’in ve onun Komünist Partisi’nin imtihanı, hem gündelik hayalarının ve gündelik işlerinin baskısı nedeniyle gelen, henüz zar zor okuryazar olan, zar zor rakamları bilen genç mücadelecilerin hem de muhalif olan ve mücadele eden entelektüellerin erişebileceği bir dünya anlayışı yaratmaktır. Hapishane Defterleri boyunca, bu ikili duyguya kapılmıştır. İki önemli sorumluluğumuz var: halk eğitimi ve egemen ideolojilerle en üst düzeyde mücadele etmek.
“Gramsci’ye göre, praksis felsefesinin yani Marksizm’in imtihanı, hem genç mücadeleciler için hem de entelektüeller için erişilebilir bir dünya anlayışı yaratmaktır.”
Bu ikisini bir araya getirebilmek oldukça zor. Sosyalist gelenekte bunu gerçekten amaç edinen biri olup olmadığı tartışmalıdır. Bazı örnekler görebilirsiniz ama Gramsci’nin inşa etmeye çalıştığı umut asıl olarak budur. Karşı tarafın bunu yaptığını görebilir miyiz? Neoliberalizm son kırk yılda hegemonik hale geldiyse, bunun sermaye, insan sermayesi, girişimcilik, risk kavramlarının – yani piyasanın tüm imgelerinin- dünyamızın geri kalanına taşınmasıyla gerçekleştiği iddia edilebilir.
DANIEL DENVIR: Gramsci, kendi çağdaşlarının çoğundan daha fazla, egemen olmayan sınıfların karmaşık ve muhtelif yapısına dikkat etmiş görünmektedir. Sadece kapitalistler ve proleterya değil. Bu Manici bölünmenin ötesinde, daha karmaşık bir sosyal örgütlenme fikrini ve dolayısıyla stratejik siyasetin bu gerçeklikle nasıl ilişkileneceğini tanımlıyor gibi görünmektedir.
“Her parti bir sosyal grubun ve yalnızca bir sosyal grubun dışavurumu olmasına rağmen, yine de belirli şartlar altında, bazı partiler tam da kendi gruplarının çıkarları ile diğer grupların çıkarları arasında dengeleyici ve hakemlik edici bir işlev gördükleri ve temsil ettikleri grubun gelişimini, kesinlikle düşman olan gruplarla birlikte olmasa bile, müttefik grupların rızası ve yardımıyla güvence altına almayı başardıkları ölçüde tek bir grubu temsil ederler.” diye yazmaktadır.
Gramsci burada siyasetin kaçınılmaz olarak koalisyoncu doğası hakkında ne söylüyor? O halde bir siyasi parti bu bağlamda nasıl bir rol oynamaktadır?
MICHAEL DENNING: Tüm bu süreçteki gerçek mücadelelerden birisi işçi hareketine kimin öncülük ettiğidir? Muhalefete kim liderlik ediyor? Bu hareket sendikalar ya da siyasi partiler tarafından mı yönetiliyor? O zamanlar, yüzyılın başında, sosyalist akımlardan bir tanesi temel olarak siyasetten uzak duralım demişti. Seçim kampanyalarına bile girmemek, bu kampanyalardan kaçınmak teklif edilmişti. Unutmayın o dönemde genel oy hakkı yoktu. Siyaset farklı elitlerin savaşın gibi görünüyordu. Kazanamayacaktınız. Parlamento genellikle Gramsci’nin de deyimiyle, insanların pozisyon aldığı ancak gerçekte hiçbir şeyin olmadığı bir “konuşma dükkânı” idi. Dolayısıyla işyeri mücadeleleri, onun odak noktasıydı.
Diğer tarafta ise, yöneten bir parti olmalı, hatta daha demokratik parlamenter sistemlerde belediye başkanlarını seçiyor olmalıyız, diyenler vardı. Bridgeport’ta, Milwaukee’de ve Birleşik Devletler’in diğer şehirlerinde belediye başkanları seçmiş bulunuyoruz. Başkanlık için adaylar çıkarmalıyız.
Bu iki pozisyonun tamamen birbirine zıt olması gerekmez, ancak Gramsci’nin, Lenin gibi, “ekonomizm” diye adlandırdığı noktada endişelendiği buydu: Sendikaların yanında saf tutan ve temelde her şeyin ekonomi olduğunu söyleyen insanlar. Diğer versiyon ise bir tür parlamentarizmdi.
Bu iki taraf da faşizm altında krizin içindeydi. Fabrika işgalleri o toplumun alaşağı edilmesine sonuçlanmadı. Sosyalist partinin kendisi de parçalandı. Bir manada Gramsci şunu soruyordu: Ekonomik ve siyasi olan arasındaki bu ilişkiyi, yani her şeyin ekonomik çıkarlar olduğunu tahayyül etmek ile her şeyin siyasi koalisyonlar olduğunu tahayyül etmek arasındaki ilişkiyi, nasıl yeniden düşünebiliriz? Gramsci bunların ikisinden de uzak kalmak istemiyordu. Bir ulusal kitle, bir halk için ekonomik çıkarların ötesinde bir vizyon nasıl inşa edilebilirdi?
DANIEL DENVIR: Daha genel olarak konuşmak gerekirse, Marksizm’in ekonomizm adı altında manipüle edilmesi neden hem o dönemde hem de günümüzde kadar tüm tarih boyunca bu kadar cezbedicidir? Ve Gramsci’nin yapılar ve üstyapılar arasındaki ilişkiye dair bakış açısında bu tür bir ekonomist vizyonun altını oyan şey nedir?
MICHAEL DENNING: Bunun ucuz bir bilgelik olduğunu belirtiyor; eğer mesela birisi, “Bu savaş petrollerle ilgili” derse, ki evet bir anlamda petrollerle ilgilidir; ama bu yorum size gerçekten de örgütlenmenizi, insanların fikirlerini değiştirmenizi sağlayacak yeni bir bilgi sağlıyor mu? Bu indirgeme gerçekten herhangi bir yeni bilgi kazandırmaz. Sonrasında şöyle diyecektir: “Bir saniye bekleyin. İnsanlar buna inanacak kadar deli değil.” Dolayısıyla insanların buna neden inandığını anlamamız gerekiyor. Bu bağlamda anti-ekonomist değil. Marksizm içerisinde temelde bu tür şeylerin yanlış olduğunu bildiğimizi söyleyen başka gelenekler de mevcut. Ama Gramsci bunlardan biri değil.
DANIEL DENVIR: “Mücadelede inisiyatif sahibi olmadığınızda ve mücadelenin kendisi nihayetinde bir dizi yenilgiyle özdeşleştiğinde, mekanik determinizm muazzam bir ahlaki direniş, birleşim, sabırlı ve inatçı bir sebat gücü haline dönüşür” diyor.
MICHAEL DENNING: Kesinlikle. Kaybettiğinizde ve bir toplumsal hareket zayıf olduğunda, çoğu zaman Fidel Castro’nun meşhur “Tarih Beni Beraat Ettirecek” konuşmasında olduğu gibi daha deterministik, daha mekanik versiyonlara çekilir, yani şu anda gerçekten kötü gözüküyor olsa da uzun vadede bir şekilde kazanacağız duygusunu ortaya çıkarır. Gramsci dinler tarihinden örnekler kullanır: Kadere en çok inanan Kalvinistler bir tür mekanik determinizme sahiptirler. En aktivist olanlar onlardı çünkü dışarı çıkıp bu temelde hareket edebileceklerini hissediyorlardı.
“İnsanları saf inanç pozisyonuna terk edemezsiniz. İnsanları kendi toplumlarının kaderlerini tayin eden yöneticileri haline getirmek isteyen bir parti, aslında bu ortak duyuyu eleştirmek zorundadır.”
Ama bunun yeterli olmadığını söylüyor. İnsanları safi inanç pozisyonuna terk edemezsiniz. İnsanları kendi toplumlarının kaderlerini tayin eden yöneticiler haline getirmek isteyen bir parti, aslında bu ortak duyuyu eleştirmek zorundadır, insanları onun içinde yükseltmeli, kendisini bu seyreltilmiş ortak duyudan, bu Taş Devri izlerinden çıkarmalı ve bunun yerine kişinin iş deneyiminden, siyaset deneyiminden, kendi ev yaşamı ve mahalle yaşamı deneyiminden iyi duyuyu anlamalıdır.
DANIEL DENVIR: Gramsci’ye göre ekonomizmin bir sonucu da siyaseti “ikiyüzlülük ve kötü niyetle ya da hareketin takipçileri söz konusu olduğunda saflık ve aptallıkla itham eden ahlakçı bir suçlamaya” indirgeyebilmesidir. Gramsci’nin ekonomizm ile siyasetin ahlakçı bir yorumu arasında kurduğu ilişki nedir? Ve bu bağlamda, siyasetin ahlakçı bir şekilde yorumlanmasının tehlikesi nedir? Bunu soruyorum çünkü bu, bugün etrafımda sürekli olarak gördüğüm bir şey.
MICHAEL DENNING: Ekonomizme ya da onun ahlakçı bir versiyonuna düşmemek zordur. Bunun görülebileceği yerlerden biri Gramsci’nin 1880’ler ve 1890’lar Fransa’sındaki Boulangist hareketine dair analizidir. Onun bu sağcı popülist hareket hakkındaki düşünceleri, Mussolini hakkındaki düşüncelerinin kılık değiştirmiş halidir ve bizim Trump hakkındaki düşüncelerimizin kılık değiştirmiş halidir. Temelde, sağa ait olan bir toplumsal hareket nasıl anlaşılabilir?
Boulanger hareketindekiler bir çeşit militarizm, bir çeşit popülizm ve bir çeşit milliyetçilik etrafında şekillenen fikirlere bağlıydılar. Gramsci açıkça belirtiyor ki, bu adamı destekleyen çok kuvvetli kapitalist güçler var ve gidip bu destekçilerin kimler olduğunu bulabilirsiniz. Nasıl ki Mussolini’nin arkasındaki kara parayı bulabiliyorsanız, ya da tıpkı gazeteci Jane Mayer’in harika çalışmasındaki gibi, bugünkü aşırı sağın arkasındaki kara parayı da görebilirsiniz. Gramsci bunun yapılması gereken önemli bir iş olmadığını asla düşünmemiştir. Fakat bunun, bu hareketin neden güç kazanmaya başladığını anlamak için yeterli olmadığını söylüyor.
“Gramsci hem solu sağın bakış açısından hem de sağı solun bakış açısından anlamaya çalışır.”
Bir başka sorun ise, “Tüm bu insanlar aldatılmış. Eğer arkalarında Koch kardeşlerin parası olduğunu bilselerdi, bunu yapmazlardı.” demek. Bu da aynı derecede yanlıştır. Gramsci hem solu sağın bakış açısından hem de sağı solun bakış açısından anlamaya çalışır, yani “bu toplumsal harekete kendi toplumsal hareketimize bakarmış gibi bakalım. Bunu güçlü kılan kimlik biçimleri, albeni biçimleri nelerdir?” Çünkü o halde kendi kuşağındaki komünistlere de şunu söylemiş oluyor: “Mussolini’nin takipçilerine sadece faşist oldukları için veya aynı zamanda çelişkileri ve tutarlılıklarıyla gerçek inançlarının ne olduğunu anlamak için bakmakla yetinemeyiz. Ancak kendi hareketimizi inşa etmeyi hayal ettiğimizde, aslında tutucu ekonomik bir düşünme şekli yerine aynı türden genişletilmiş, hegemonik düşünce biçiminde düşünmeliyiz. Eğer kendi solcu finansörlerimizi de eklersek onların yaptıklarının aynısını yapabiliriz. İhtiyaç duyulan tek şey para ise o halde tüm mesele bu tür kaynakları bulmaktan ibaret olacaktır.”
Elbette durum az önce açıklamaya çalıştığım gibi basit değil çünkü Gramsci siyasi teorisinde, yaşamak için her gün çalışmak zorunda olan insanlara dayanan bir hareketin, kendi profesyonel milisleri, politikacıları ve parası olan bir hareketle aynı stratejileri kullanamayacağını da söyler. Aslında onun sol ve sağ hareketlerin dünyayı kavrayışlarını, davranış normlarını nasıl yeniden şekillendirdiklerini anlamak bakımından paralellik kurmak istediği anlar mevcut ama aynı strateji ve taktikleri kullanamayız çünkü gerçekte harekete geçirmeye çalıştığımız nüfus çok farklı.
Katı Kurallar Yok
DANIEL DENVIR: Yine, bu durumda dünyanın ahlakçı bir açıklamasının kaçınılmazlığı ve gündelik pratikliği belirli bir şekilde kabul ediliyor, ama aynı zamanda onun tehlikeleri de aynı şekilde kabul ediliyor. Ve bugün, sanırım ahlakçılığın tüm yelpazede işlediğini görüyoruz. Kapitalizmin yağmalarından küçük bir kliği sorumlu tutan gerici akımlar tarafından ele geçirildiğinde Trumpizme dönüşen popüler elitizm karşıtlığının belirli ahlakçı biçimlerine sahibiz. Ve diğer tarafta, Trumpizm’i, üçkağıtçı insanlar, örneğin Koch kardeşlerin parası tarafından dolandırılan taşların basit bir hikayesi olarak tasvir etme ve Trumpizmin ortaya çıkışında etikili olan politik ekonomik düzenin sorunlarını konuşmaktan kaçma kolaycılığını görüyorsunuz. Solda, tabandaki Bernie fanatikleri arasında, özellikle de bu çaresizlik ve yenilgi döneminde sosyalist örgüt ile bağlantısı olmayanlar arasında, Demokrat Parti’deki müesses nizama karşı son derece ahlakçı bir tutum görüyoruz.
MICHAEL DENNING: Gramsci’nin sadece ahlakçı retorik anlamına gelen bir ahlakçı bir politikaya karşı olan direnci ile yeni bir siyasetin gerektirdiği şeyin bir ahlâk reformu olduğuna dair oldukça tutkulu, pozitif inancı arasında nasıl bir uzlaşma sağlanır?
Gramsci defalarca geri döner ve der ki, bunu soyut veya mekanik bir şekilde anlayamazsınız. Bunu bir dizi sosyolojik kurala indirgeyemezsiniz. Bunun, matematiksel yörüngelerdeki gezegenler gibi hareket eden sınıflar ve sınıf kesimlerinin olduğu bir Newtoncu dünyaya dönüştürülmesi mümkün değildir. Amerikalılar için Hapishane Defterleri’nin en yoğun bölümleri, İtalyan tarihine dair notlardır ve bu notları, şu şekilde anlamaya çalışmasıdır: İtalyan ulusal halkını ve İtalyan ulusal kültürünü yaratma girişimleri nelerdi? Neden başarılı oldular? Neden başarısız oldular? Neden paradokslar var?
“Amerikalılar için Hapishane Defterleri’nin en yoğun bölümleri, İtalyan tarihine dair notlardır ve bu notları, şu şekilde anlamaya çalışmasıdır: İtalyan ulusal halkını ve İtalyan ulusal kültürünü yaratma girişimleri nelerdi?”
Sanırım hala Amerikan tarihine böyle bir yaklaşımımız yok. Gerçekten Jefferson ve Jackson’dan gelen köle sahipleri partisinin nasıl Roosevelt partisi, ve daha da ileri giderek Biden partisi haline geldiğini anlatan gerçek bir Demokrat Parti tarihi var mı? Bu tür dönüşlerin anlamı nedir, temel ekonomik güçlerle ilişkileri nedir? Sonuçta, köle plantasyonlarının ekonomisi temel bir ekonomik güçtür. Demir yollarının yükselişi, 19. yüzyılın büyük şirketleri, günümüzün Apple’ları, Microsoft’ları ve platform endüstrilerinin yükselişi – işte Gramsci’nin okuyucularına sürekli söylediği, bu soruları sormanız gerektiğidir.
DANIEL DENVIR: Gramsci, “her türlü seçim engelleme biçimlerinin arkasında ekonomizmin olduğunu” ileri sürüyor ve bunun, “uzlaşma olarak adlandırılan şeylere ilkesel olarak katı bir isteksizlik” ile ilişkili olduğunu belirtiyor. Gramsci, katılım göstermeyerek seçim siyasetinin açıkça reddedilmesini ve diğer yandan seçim siyasetinin sadece propaganda amacıyla kullanılmasını eleştirmektedir.
Gramsci’yi sarsılmaz katı kurallar kümesi aramak için kullanamayız. O halde, reform ve uzlaşma gibi konuları düşündüğümüzde Gramsci’nin yöntemi hangi tür soruları sormamız konusunda ısrar etmektedir?
MICHAEL DENNING: Gramsci hakkında anlaşılması en zor şeylerden biri şudur: devlet ile sivil toplum arasındaki ilişki nedir ve devleti oluşturan nedir? Yasama organi devlet midir? Yürütme organı mıdır? Biden mıdır? Pentagon mu, ordu mu? Amerika Birleşik Devletleri’nde kaç okul kurulu ve okul sistemi var? Devlet memurları hakkında ne düşünülüyor (ülkenin en büyük sendikalarından biri, eyalet ve belediye çalışanlarının sendikasıdır)? Bunlar, bir bakıma devlet aygıtlarıdır. Dolayısıyla devletin ne olduğu, seçim politikalarını düşündüğümüzde bile, tamamen tartışmalıdır.
Gramsci’nin zamanında devlet memurları çok daha azdı ve çoğu aşırı sağdaydı. Çünkü askeri personel veya devlet bürokratlarıydılar ve sıklıkla faşizmin biçimleriyle ilişkilendirilirlerdi. Şu anda, çeşitli şekillerde devlet için çalışan nüfusun büyük bir kısmı kamu çalışanlarıdır. Ve işçi hareketindeki önemli bir ayrım, kamu çalışanları ile özel sektör çalışanları arasında ortaya çıkar: farklı sendika erişimlerine sahip olmaları, insanların emekli maaşlarına erişimlerinde farklılıklar olması, gerçekten çalışan bir işçi nüfusunun diğerine karşı savaşlarının gerçekleşmesi söz konusudur. Sendika hakları olmayan, garantili emekli maaşları olmayan özel sektör çalışanları kendilerinin aldatıldığını hissederler, ve bunun için vergi ödemek zorunda olmaları – tüm bu tür konular, günümüz Amerika Birleşik Devletleri’nin sınıf politikalarının temelini oluşturur.
Devlet kamu çalışanları arasında bile, kamu çalışanı sendikaları hala nispeten liberal (ABD bağlamında liberal – ilerici) kalmaktadır. Öte yandan, çok farklı bir tür ideolojiye sahip olan hapishane görevlileri ve polis memurları bulunmaktadır – daha da ileri gidersek, özel gibi görünen ancak aslında devletten ihale alarak dışarıdan hizmet veren savunma sanayi şirketlerlerin bir tür sözleşmeli çalışanları da vardır.
Savaş karşıtı hareket ilk zamanlarından hatırlıyorum, protesto amacıyla vergi ödememe bu dönemde olmuştu. Bu, askeri bir devlete karşı sol direnişin bir biçimi miydi, yoksa gerçekten refah devletine vergi ödememek için bir tür anarşist göz yumma mıydı? Refah ve savaş devleti arasındaki çizgi, bu konuları düşünürken karmaşık bir hal alıyor.
DANIEL DENVIR: Bugün belki de solda en temelde yardımlaşmayı seçimcilikle karşı karşıya getiren ayrımın en yararsız ayrım olduğunu söyleyebilirim. Seçimlerde ve yasamada mücadele etmenin karşısına kitlesel mücadeleyi koyanlar ya da tam tersini yapanlar için de aynı durum geçerli. Gramsci’yi okumak, yukarıda saydıklarımın hepsini yapmamız gerektiği konusunda bana güven veriyor. Ancak hangi çabaların kombinasyonunun en stratejik olacağını anlamak için mevcut anı yakından incelemenin gerekiyor. Bu sayede hiçbir yöntemin tek başına en stratejik ya da en değerli olmadığını da görürüz.
“Solda, insanları yetenekli olmadıkları şeyleri yapmaya zorlamak yerine, kendi yeteneklerimizi ve kabiliyetlerimizi takip ederek birbirimize karşı daha fazla anlayış gösterebiliriz.”
MICHAEL DENNING: Bence Gramsci’nin düşüncesi, tek bir pozisyonun mutlaka merkezdeki pozisyon olmadığıdır. İnsanlar, belirli bir gelenek yerine, etkili ve güçlü olabilecekleri, yeteneklerine uygun olan yerlerde mücadele etmelidirler. Kendi gençlik dönemimden hatırladığım kadarıyla, kendi yaş grubumdaki insanların fabrikada işçileri örgütlemek için fabrikaya gidip, hayatlarında hiç fabrikada çalışmamış olsalar bile böyle bir karar verdiklerini düşündüğüm bir dönem oldu. Bazıları için bu çılgınca bir karardı. Diğerleri ise aslında fabrika işçisi olup, yeni bir işçi hareketinin bir parçası olan bir hayat buldular. Yani doğru ya da yanlış değildi, ancak sol tarafta, insanları yetenekli olmadıkları şeyleri yapmaya zorlamak yerine, kendi yeteneklerimizi ve kabiliyetlerimizi takip ederek birbirimize karşı daha fazla anlayış gösterebiliriz.
Öte yandan, Gramsci’nin kendi pozisyonunun da belirli tarihsel anlardan kaynaklandığını hatırlamak, Gramsci’nin bizim kendi pozisyonumuzu desteklediğini hissettiğimizde bile her zaman değerlidir. Gramsci’nin ekonomizme, sendikalizme ve seçimden kaçınmaya olan direnişi, kısmen fabrika işgali hareketine derinlemesine bağlılığı ve neden başarısız olduğunu endişeyle sorguladığı için ortaya çıktı.
Gramsci’nin partiye olan eleştirileri, belki de yeterince partiye dikkat etmedik, işyeri dışındaki yerlere dokunmadık diye düşündüğü için olmuştur. Çünkü Torino’daki insanların çoğu fabrikalarda çalışmıyordu. Bireysel hanelerde yaşıyordu, sokakta çalışıyorlardı, kayıt dışı çalışanlardı ve küçük atölyelerde çalışıyorlardı. Ona göre, dev fabrikaların işgal edilmesi gibi büyük eylemlere rağmen, çoğu bu insanlara dokunamamıştır. İkinci olarak, İtalyan yarımadasındaki insanların çoğunun Torino’da yaşamadığını ve Gramsci’nin büyüdüğü Güney İtalya ve Sardinya’daki insanlara nasıl ulaşacağımızı bulmadığımız sürece hiçbir ilerleme kaydedemeyeceğimizi söylüyor.
Dolayısıyla, Gramsci her zaman kendi heyecanını, grevlerden daha büyük olduğunu düşündüğü o anların elektriğini hissetti. Ne de olsa, grevin bir anında insanlardan tek istenenin sabır, sadakat, pasiflik, dışarıda kalmak, çalışma, acı çekme, maaşsız devam etme olduğunu söylüyor. Aksine, fabrika işgalinde, bunun şöyle olması gerektiğini söylüyor: devral, üretmeye devam et, çalışmaya devam et, topluma katkıda bulunmaya devam et. Kendin çalıştır. Patronlara ihtiyacımız yok. O, yıllar süren mücadelelerle yıpranmış yaşlı işçilerin aslında yeni bir liderlik pozisyonuna geçtiklerine, iş sonrası tiyatrolarda, oyunlarda yer aldıklarına inanamadığını belirtmektedir.
Peki bu iki duyunun hakkını nasıl verebiliriz? Bir yanda olağanüstü siyasi mücadele anlarında orada bulunan ve bundan heyecan duyan Gramsci, diğer yanda “Sadece 1919’daki Seattle ya da 1968’deki Paris değil, çok daha fazla yer vardı. Bu mücaleler de anlamlıydı.” diyen Gramsci. İşte Gramsci’yi okuyup onunla etkileşimde bulunmayı ve bu geleneğe dahil olmayı önemli kılan şeylerden biri budur.