‘Kazanan Her Şeyi Alır’ Dünyasında Kaybedilen İnsanlık – Anıl Kemal Aktaş
Uzun zamandır kurulmaya çalışılan kast sistemi dahilinde, belledikleri yerli-milli tasavvurun dışında kalan herkes “makul şüpheli” kılınmak isteniyor. Bu, aslında Gezi Davası ile (yaratılan) milyonların muhtemel mahkumiyeti; o gün oralarda olan, bugün o mücadelenin yakınlarında bir yerde hisseden herkes bir ikiliğin içine mahkum edilmek isteniyor. Can Atalay Vakası ile milyonlarca ötekiye, itiraz edene; her an kaderinin payına ne düşeceğinin bildirileceği köleler ve efendiler ilişkisi vaat ediliyor.
Bu yazıyı kaleme almama sebep olan görseli ne kadar başarılı tasvir edebilirim bilmiyorum. Gecenin geç saatlerinde; cepheden, silah altında olmaktan, stratejik gerçeklikten epeyce anlayan bir arkadaşımın artık lanet ederek paylaştığı bir Twitter bağlantısına tıkladım. Her ne kadar 1990’lardan bugüne kadar çok farklı çatışma anını, savaşa dair görüntüleri izleyerek büyümüşsek de özellikle Twitter çağı ile neredeyse dijital bir cephenin içinde var olan bir nesildeniz. Ancak bu sefer gördüğüm şeyden sonra içine düştüğüm dehşetin aslında ne kadar beklentilerim(iz) dahilinde olduğunu fark ettim. Bu dehşet halinin eninde sonunda vardığım farkındalık halinden daha ağır olmadığını itiraf edebilmek zor geliyor: İnsanın varlığının veya anlamının en vulgar biçimde, tek bir aksiyon ile hiçleştirilmesi.
Görselde olan şey şuydu; Rusya ordusunun Ukrayna’da hayatını kaybetmiş askerlerin bedenlerini yük taşımak için kullanılan bir palete kağıt veya konfeksiyon ürünlerini tek seferde taşımak için kullanıldığını bildiğimiz bir yöntemle “presleyerek” Rusya’ya geri gönderdiği iddia edilen bir enstantane. Bir palet üzerinde insan bedeninin yığın şeklinde kübik bir biçimde konserve gibi sıkıştırıldığı bir durum. Bu sıkıştırılmış asker bedenleri “adet olanı” yerine getirmek üzere kendi vatanlarına gönderiliyor.
Bu görüntünün yarattığı dehşetin, hayatlarımızdaki tartışmalardan çok uzak olmadığını bilmenin verdiği ağırlıkla nasıl başa çıkabileceğimi bilmek zor bir meseleye dönüşüyor. Tweetin altındaki tartışmaları okuyunca, görseli gören hemen herkesin veya arkadaşlarımızla konuşurken kendi zihinlerimizin arkasında böyle bir ihtimali zaten çoktan kabullenmiş olduğumuz ortaya çıkıyor. İşte orada mesele başka bir noktaya varıyor. Otorite ile öteki olan herkesin ve her şeyin arasında oluşan derin bir yarık, güç asimetrisi.
Büyük, haklı ve aşkın bir devletin işleyişinin yaratabileceği sonuçlar, bahsi geçen görselin teyitlenmesine gerek bile kalmadan pek çok kez çuvallar, torbalar ile teslim alınan kayıplar, bedenler ile tanık olduğumuz şekilde hayatlarımızın değersizliğinin zaten teyitlenmiş olması. Her seferinde alkışlanan ve “hak ettiğine gerekeni yapar evvelallah” denilen güç tekelinin onu alkışlayan o gencecik insanlara biçtiği kefen: Uzak bir ülkede hayatta kalmak için omuz omuza çarpıştığın silah arkadaşın ile preslenerek bir paletin üstüne yüklenmek ve etinle, kemiğinle, saçınla, tırnağınla birbirine karışmak. Hepsi bir şirketi, bir devleti, bir otoriteyi kıvançla ve ötekinin itirazına olan nefretimizle coşkuyla kucaklamamız ile alakalı.
Otoritelerin Kutsallaştırılması, Varlığımızın Değersizleşmesi
Yıllardır Rusya’daki rejim, Putin’in tavizsiz tavrı ile koca oligarkları dize getirişi, bütün dünyaya işlerin nasıl olması gerektiğini öğreten yeni iş tutma yöntemi “moda” olmuştu. Bu modanın özü aslında yeni bir mesele de değil. Bugün yeni-sağ, alt-right tartışmaları etrafında yeniden tartışılan başka bir popüler konu. Disipline edilmiş, nizama sokulmuş bir toplum özlemi her geçen gün baskın hale geliyor. Dün övdüğümüz Putin rejiminin beslediği oligarkımsılar ise Moskova’nın kapısına dayanmış halde.
Uzun zamandır kişisel, kamusal ve hukuki varlığı erozyona uğratılan kitlelerin büyük hayal kırıklıkları içerisinde ironik ama anlaşılabilir bir şekilde katlanarak artan bir otoriterlik talebinde olduklarını gözlemlemek zor değil.
“Keyif aldığın an gerçekten yaşıyorsundur” kabulü ile statülerin demolar halinde paketlenerek satıldığı bir çağdayız. İçinde yaşadığımız zamanın “haz performansı” odaklı yaşamları bir ideal düzeni kutsuyor. Göstermek üzerine girilen bir yarıştayız. Sahip olduğumuzu göstermek, yapabildiğimizi göstermek, mutlu olduğumuzu göstermek, zevk aldığımızı göstermek.
Bu ideal düzende ise yanılabileceğini kabul ederek diyalog içerisinde ortaklaşmayı hedefleyenlerin küçümsendiği bir evrendeyiz. Doğruyu bulmak için tevazu gösterenin, doğru bildiği için kaybetmeyi göze alanın aslında ne söylemek istediğinin, neyi işaret etmeye çalıştığının dikkate alınmadığı “winner” sistemde milyarlarca insan hep birlikte kaybediyoruz. Hak savunmanın sadece terörizmin bir oyunu veya aptalca bir özentilikten ibaret olduğu düşünülüyor.
Tavizsiz bir şiddet psikolojisi ile donatılmış büyük kitleler için kendi estetik beğenileri veya toplum/düzen tasavvurlarının dışında kalan hiç bir şeyin değerlendirilmeye alınma şansı bile yok. Peki gerçekten herkes o kadar alfa mı?
Kayan Zemin
Refahından, geleceğinden, söz söyleme hakkı ve alışkanlığından çalınmış, mahrum bırakılmış milyonlarca insan hem bu ülkede hem de dünyada bastırılmış öfkenin deneyimini yaşıyor. Türkiye için ise konu hiç ertelenmeyen bir kavganın sonucu. Yazının bu bölümünde biraz Türkiye özeline girelim. Çünkü içine girilen benlik, otorite ve kayıp sarmalında ulaşılmakta olan hali hafızamızı yoklayarak örnekleyebiliriz.
Son iki ay içerisinde Türkiye’deki seçimlerde yaşadığımız hiçbir şey kolayca hazmedebileceğimiz türden değildi. Haklı olduğumuzu bildiğimiz, düzeltilmesi gereken her şeyin kendi yaşamlarımızın akışının tam merkezini oluşturduğu bu siyasi denklemden “muhalefetin büyük psikolojik yenilgisi” ile çıktık. Bambaşka bir 14 Mayıs sonrasını hayal ediyorken sadece Can Atalay’ın tutukluluğunun devamı ile bile kendi kudretinin örneklerini bizlere dayatan iktidarın yeni dönem tasavvuru ile karşı karşıyayız işte. Adaleti beklerken katmerlenmiş hiyerarşilerin gösterimi önümüze kondu. Uzun zamandır kurulmaya çalışılan kast sistemi dahilinde, belledikleri yerli-milli tasavvurun dışında kalan herkes “makul şüpheli” kılınmak isteniyor. Bu, aslında Gezi Davası ile (yaratılan) milyonların muhtemel mahkumiyeti; o gün oralarda olan, bugün o mücadelenin yakınlarında bir yerde hisseden herkes bir ikiliğin içine mahkum edilmek isteniyor. Can Atalay Vakası ile milyonlarca ötekiye, itiraz edene; her an kaderinin payına ne düşeceğinin bildirileceği köleler ve efendiler ilişkisi vaat ediliyor. Şu anda bulunduğumuz zeminin; ahlakın, doğrunun, haklının tanımlanırken bunun devlet, otorite ve nihai olarak güçlü tarafından bildirileceği bir yer olduğu algısına varılmış olabilir. Peki bütün bu saiklerin nihai karar verme mekanizması tek bir elden yürütülüyor olursa ne olacak?
‘TÜM BASKILAR BAĞLANTILIDIR’
Evet, tüm baskılar bağlantılıdır.
Bu ara başlık; ilham veren insanların, ilham aldıkları ve heyecan duydukları İVME’nin kuruluş döneminde geliştirdikleri duyguların yansıması ile alakalı. İVME belki istenilen noktaya henüz varamadı ama pek çok farklı insana kendi özünden, bozulmadan – savrulmadan, aktararak çok kıymetli dayanışmalar sundu. Yani yukarıda anlatılan güç ve iktidarın odaklandığı bütün o yumakların tam dışında, kendi öznelliği içinde var olmaya çalışan bir düşünsel özgürlüğün varoluş hikayesi.
Yukarıdaki sloganvari cümleyi kuranlar bunun farkındaydı ve “Hiçbir baskı aslında birbirinden bağımsız ve bağlantısız değildi.” Güç tekelinin tazyike başladığı, baskıladığı yerler bize çok uzak görünse bile aslında hayatlarımızın tam içinden geçen duvarlar çoktan örülüyor olabilir. Mesela ahlakın, devletli doğruluğun son olarak Pride/Onur Haftası ile LGBTİQ+ kimliği üzerinden İslamcıların kendi politik kültürünün üstünlüğü ile topluma yavaşça kabul ettirilmeye çabalandığı hoyrat günlerden geçtikçe varacağımız yeri iyi idrak etmemiz gerekiyor. Düşman, bütüne zarar veren, sorunların kaynağı olarak işaret edilen bir grubun üzerinden aslında bir disiplin mevzisi inşa ediliyor olabilir.
Güçlünün mutlak haklılığını dayatmaya, öğretmeye çalıştığı bir denklemi reddetmemiz gerekiyor. Çünkü örneklerini daha önce yaşadık. Kayyımlar gibi “istisna halini” kullanabilen yapıların, haksızlık ve yolsuzluk ilişkisini bir arada götürebildiği kör bir hukuk sistemine gömülüyoruz. Dokunulmazlıklara anayasaya aykırı olsa bile dokunulsun dedikten sonra terazinin nasıl tartamadığını da tecrübe ettik. Bu dengenin bozulması her yere sirayet edebilecek cinsten üstelik. Kamu otoritesi, yani devletin ve bağlantılı olarak sermayenin, siyasi yapıların, sivil olarak addettiğimiz ve aslında yerleşik iktidar ilişkilerinin kurgusunun türevleri olan, mesela spor kulüpleri örneğinde olduğu gibi, bütün diğer yapıların bu “tekçi kurgu” ile hareket ettiği dalganın karşısında durmamız yalnızca bizim ödevimiz de değil. Türkiye örneklerinden paralel şekilde ilerlersek aslında varlığımızın daraltılan alanı her yerde baskı yiyor ve bu akış birbirini besleyen farklı seviyelerde uygulamalarla ilerliyor. Baskıyı üretme ve uygulama pratikleri dünyanın her yerinde aynılaşıyor ve gördükleri takdir de küreselleşiyor.
Nereye Varacağız?
Fransa’da yıllara yayılan adaletsizliklerin süreklileşmiş hak ihlali yarattığı düzen ile Yunanistan açıklarında ölüme terk edilen mültecilerin yaşamları arasındaki bağlantı düşünüldüğü kadar uzak değil. Twitter’ın bir saniyede susturulabilmesi ile Türkiye’nin buyruk sistemi ile yönetilmesi arasındaki yöntemler de hiç farklı değil.
Egemenler, iktidar sahipleri, otoriteyi ellerinde tutanlar toplumdan edindikleri irade ve gücü derin eşitsizlikler yaratmakta kullanıyorlar. Kamu otoritesi veya sermaye gücü ile eşit kurulma sözü verilerek inşa edilen ilişkiler istismar ediliyor. Yasalara uyulmuyor, kanunun emrettiğinin dışına keyfi şekilde kolayca çıkılarak olağanüstü durumlar bahane ediliyor. Temel haklar geri gelemeyecek şekilde yok ediliyor. Devasa şirketler için gelen istisnalar, özel lisanslar – düzenlemeler norm haline geliyor. Hukuk ve kurumlar toplumu savunmak üzere donatılması gerekirken kurumsallaşmış hukuksuzluk yerleşik hale geliyor. Otoritelerin sorgulanamaz düzeni veya piyasaların düzenbaz sisteminin yarattığı değerler kutsallaştırılıyor. Sonunda ise her bir insanın hukuki kişiliğinden soyutlanamaz, ayrılmaz hakları hedef alınıyor ve yargı erki hak savunusu ile birlikte hareket etmiyor.
Türkiye, Yunanistan, Fransa veya dijital platformlar fark etmeksizin haklarımız keyfi uygulamalar sonucunda sürekli ihlal ediliyor ve bu durum normalleştiriliyor. Hak sahipleri, güvenlikçi veya disiplin toplumu talepli gündemler altında düşman olarak nitelendiriliyor ve hukuki kimlikleri kısıtlanıyor.
Ceza hukuku uygulamaları; kamu otoriteleri ve yurttaş arasındaki ilişkinin yeniden şekillendirilmesinde araç haline geliyor. Hak ve halk eğemenliği yerine iktidarların aşkın ve sorgusuz egemenliği kuruluyor. Yargı ve kolluk, siyasilerin istismar ve keyfiyet düzeninin aparatları haline geliyor. Aynı zamanda siyasi gündemlerin olağanüstü halleri ve istisna durumları, anti-demokratik hukuk düzeninin yeni normları olarak kabul ettiriliyor.
Bu ilişkinin; seçim kazanmak ve dolayısıyla haklı olmakla birlikte gelen bir geçerliliği olduğu dayatılıyor. Adalet mekanizmaları, kamusal haklar ve geleceğimiz büyük eşitsizlikler altında istismar ediliyor. Hiç beklemediğimiz, belki de gerçekleşmesini ötelemek istediğimiz o eşitlenme anı yaşanıyor. Hepimiz yer yüzünün zencileri oluyoruz. Egemen olanın, hakkımızdan çalarak gücünü tiranlaştıranın hepimizi edilgen bırakmasına; adaletin ise, sermaye ve iktidar aygıtlarına karşı boyun eğdirilmesi sürecine karşı bir arada ve burada olmamız gerekiyor. Varlığımızı sürekli hatırlayarak yaşamaya devam etmemiz gerekiyor. Haklarımız bir kereliğine, bu seferliğine, belirli bir konjonktürde askıya alınacak şeyler değil.
Hatırlamamız gerekiyor. İsrail’in Filisten’de bir süredir uyguladığı her bir pratik disiplinli ve tek bir tonda, uyumlu hareket eden toplum özlemi ile alkışlanıyor. Twitter’ın sahibinin veya istediğine “müdahale ettirebilen” devletli makamlıların herkesin hayatına bir gün uğrayacağını unutarak sergilenen güç tapınmalarından kafamızı kaldıramıyoruz. Oysa ki ihtiyaç duydumuğuz şey; her an, her şekilde bizlere dayatılan bir sözleşme, vergi kanunu veya savaş emri çağrısını sorgulayabileceğimiz iradelerimizin varlığı! İşte bu yüzden Can Atalayların mücadelesinin başarabildiğini insanlığın ortak hikayesinin bir başarısı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Rusya’dan gelip hiç görmediği topraklarda öldürüldükten sonra koca bir yolsuz rejimin çıkarı uğruna, bir et parçası olarak preslenerek annesinin kucağına dönerken insanlığımızın düşürüldüğü o durumu kabul etmeyecek varoluşumuzu yeniden hayata getirmemiz gerekiyor! Çünkü biz buradayız ve istediğimiz halimiz ile var olacağız!