Tatsız Bir Seçim Değerlendirmesi – Kemal Büyükyüksel
Beceremediler. Sağolsunlar, muhtemelen bir beş yıl daha asgari demokrasiden dahi uzak kalacak bir ülkede yaşayacağız. Onlar için hayat devam ediyor olabilir ama Marmaray önüne kendini atan genç için hayat bitti. Artık değişseniz iyi olur.
“Yazmasaydım, çıldıracaktım.”
– S. F. Abasıyanık
Bu bir dışa doğru patlamadır. Eğer biriken enerji ve duygular içeri yönelirse sonunda bir karadeliğe dönüşüp insanı yutar. Dümdüz yazdım.
Muhalefet yıllara yayılacak şekilde siyasi ve toplumsal kültürü dönüştürecek ve seçimde kendisi lehine politik alanı genişletecek kitlesel bir hegemonik siyasi proje geliştir(e)medi. Muhalefet zaten yıllarca halkı pasifize etti. İktidarın istediği depolitize kitle yapısının inşasında bilfiil görev aldı. Seçime giderken eldeki siyasi ve toplumsal kültür içinden hareket ederek kısa vadede sonuç verebilecek akılcı ve pragmatik bir strateji belirlemek dışında pek bir opsiyon kalmadı. Ama muhalefet seçimi kazanacağına da fazla inandı. Seçimi nasıl kazanacağı yerine sonrasında yapacaklarının dizaynına odaklandı. Seçimi kazanma odaklı pragmatik ve akılcı bir strateji izlemedi. Kılıçdaroğlu aylarca alttan alta adaylığını inşa etti ve dayattı. Küçük partiler menfaatleri adına ses çıkarmadı. Huzursuzluğunu gizlemeyen Akşener ve İYİ Parti uzun süre homurdanmak dışında pek de bir şey yapmayıp bekledi, kendini arafta bıraktı. Bir de üstüne “ben Başbakanlığa adayım” diyerek rekabet sahnesinden çekildi.
Akşener bir şey yapmak istediğinde de iş işten çoktan geçmişti. Geç kaldı. Geç kalmış kalkışı sonrası CHP dışında bir partinin lideri olarak CHP’nin bünyesindeki siyasi figürleri göreve çağırıp karşılık bulamayınca ve opsiyonsuz kalıp geri dönünce (arada ne amaç taşıdığı belli olmayan canlı yayınlarda garip adaylık teklifleri gibi olaylar da yaşanmıştı) hem kendisi hem muhalefet zarar gördü. Masaya geri döndüğü için yanlış yaptığını söyleyenler olsa da masaya geri dönmese muhalefet cephesinin o vakitten sonra seçimi kazanmasının nasıl daha olası hale gelebileceği hakkında da pek bir somut cevapları da yoktu. Kısacası, Kılıçdaroğlu kendini dayattı. Züccaciye dükkanındaki bir fil gibi istediğini yaparken yarattığı yıkımı umursamadı. CHP-İYİP ortaklığının önemini umursamadı. Kendi adaylığı için ulufe gibi küçük partilere koltuk dağıttı, mikro-menfaat ilişkileri kurgulanarak de facto bir adaylık satın alındı. Akşener bunu durduramadı. Diğer alternatif adayları göreve çağırdı geleceklerini sanarak, boşa düştü. Ama durduramayıp bunun üstüne yüklendikçe ve bir arada olduğu oluşuma sıtma gibi benzetmelerde bulununca muhalefetin ve (artık o noktada tek elde kalan) adayın imajı da zarar gördü.
Kılıçdaroğlu adaylığı ve muhalefet yapısı tepki yarattı. Daha sağdaki kitleleri yeterince yakalayamadı. Gerçi daha sağdaki grupların sandığı gibi bir “solcu” falan da değildi. Son kertede Özdağ’a tüm güvenlik bürokrasisini teslim edebilecek biriydi. Her neyse, bu tepki reaksiyoner figürlere ilgiyi arttırdı. İnce ve Özdağ (ve Oğan) gibi figürler bunu bir güzel kullandı. Muhalefet bunu da öngöremedi ve yönetemedi. Seçim sürecinde bazen iktidara çok benzer söylemlerle muhalefete yüklendiler ve imajını daha da zayıflattılar. Zaten Oğan sonra arkasına aldığı rüzgarla muhalefete satış koyup kitleleri “plana sadık” bir şekilde güzelcene iktidara yönlendirdi. Özdağ da “Kılıçdaroğlu kazanırsa iç savaş çıkar” deyip sonra ironik şekilde verdiği zarar üstüne Kılıçdaroğlu ile gizli anlaşmalar yapıp Kılıçdaroğlu’nu destekledi. Muhalefet ne iktidarın kara propagandasına ne de başka yerlerden gelecek karalamalara karşı hazırlıklı değildi. İktidarın medya ve propaganda gücünü yeterince ciddiye almadı. Dandik ve komik bir PKK montajı bile seçimlerin gündemini etkileyebildi. Zaten ne içinde yaşadığı seçimli otoriter rejimi ne de siyasi atmosferi ve kültürü anlamadan hareket etti. Rejim tüm gücüyle ve her türlü kara propaganda ile muhalefetin üstüne gitti. Muhaliflerin bile bir kısmını (özellikle rejimin ideolojik çeperindeki fikirlere çok da uzak olmayanları) ajite edecek hassas noktaları buldu ve yardıkça yardı. Kısa vadede değiştiremeyeceği bu siyasi kültür ve şartlara göre hareket etmedi. Ne şartlara tam uyum gösterdi ne de açıktan cesurca meydan okuyarak kendisine yüklenenlere cevap üretebildi. Sadece devleti ve iktidarı değil, muhaliflerin de hepsini yeterince tanıyamadı. Onun yerine aklı havada bir şekilde ideal bir düzlemde siyaset yapıyormuş gibi davrandı. Etliye sütlüye de pek dokunmak istemedi, çoğu zaman ne dediği tam belli olmayan muğlak bir söylemsel alan içerisinde takılıp kaldı. Kılıçdaroğlu’na sinsi diyenler oluyor ama gerçekten sinsi olsa bu siyasi iklime ve bağlama uygun bir kurnazlıkta oyun kurardı. Gerçekten cesur olsa da buna çok daha önceden açıktan meydan okuyup bu iklimi yıkmaya çabalardı.
Kitleleri sürecin içine katmadılar. Masa siyaseti kitle siyasetini yuttu. Zaten tüm kurgu kapalı kapılar ardında elit pazarlıklar üzerine tasarlanmıştı (seçimi kazandık hezeyanının etkisi). Halk yeterince heyecan duyamadı. Aday da onu besleyen hikaye de halka yeterince hitap etmedi (seçimi kazanmayı öncelik yapmamanın etkisi). Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için alan açtığı muhafazakar siyasi grupların ve “elit” muhafazakar kanaat önderlerinin kurguladığı siyasi anlatıların pek bir getirisi olmadı, suni kaldı. Onlar da temsil ettiklerini iddia ettikleri kitleleri aslında pek tanımadıklarını kanıtladılar. “Muhafazakarları kazanmak istiyorsan bize soracaksın” tavrı üzerinden prim yapanlar, yaptıkları primle kaldılar. Zaten pek çalışmadılar da seçim sürecinde. Gerçi kimse pek çalışmadı. Masal anlatan birçok “elit” kanaat önderi de seçimden sonra ortadan yok oldu.
Alternatif aday görülen suskunluk ustası Mansur Yavaş “duran adam” rolündeki atıllık performansı ile hiçbir hamleye girişmedi. Üstüne üstlük kendisi üzerinden Özdağ gibi siyasi prim yapanlara da alan açtı. Diğer alternatif aday görülen ve bunu istediğini de gösteren, ateşli konuşmaların başrolündeki İmamoğlu sürekli bir hamle yapar gibi bir halde takılı kaldı ama adım atacak cesareti gösteremedi. Üstüne bir de yasak geldiği günkü coşkuyu harcanıp son şansını da kaybedince geriye atıldı. Aday olamadı. Bir de Akşener’in kendisinin rüzgarından yararlanmasına (win-win çıkacağını umarak) zımni şekilde izin verdi. Muhalif gruplar arası uçurum gereksiz arttı. Muhtemelen bu kendi adaylık ihtimali için de zarar verici oldu. Gerçi aynı gün Almanya’da olmayı seçen Kılıçdaroğlu bu ihtimalleri öldürmek için asıl çabalayan kişiydi bunu unutmamalı. HDP ve soldaki gruplar da sadece Akşener Kılıçdaroğlu adaylığı dışındaki alternatifleri daha tercih edilebilir buluyor diye bu sefer kutuplaşıp (sonradan öğrenildiği üzere Özdağ’a tüm güvenlik yapısını gizlice teslim etmeye razı olan) Kılıçdaroğlu yerine gösterilebilecek adayları kategorik bir reddiyeye girdiler.
Kimsenin de aklına neden İmamoğlu’na tam seçim öncesi yasak getirdiler diye sormak gelmedi. Ya da geldi de konuşmadılar, hatta belki bazıları işlerine geldiği için memnun da olmuştur. Rejime az da olsa meydan okuma cesareti göstermek yerine suyuna gidildi. O sırada rejim karşısındaki muhalefeti de mis gibi tasarladı. Kılıçdaroğlu adaylığını iktidar tercih etmiş midir? Belki. Hakkını verelim hasbelkader Kılıçdaroğlu kazansaydı iktidar ve geniş kitlelerinin psikolojik hezimet daha ağır olurdu (“bu adamı mı kaybettik?”) ama iktidar da muhtemelen daha rahat yenebileceği kişinin Kılıçdaroğlu olduğunun farkındaydı.
Altılı Masa kazanacağı belirsiz bir seçimin ertesi için hayal ettiği bir anayasayı tasarlamakla uğraşmaya seçim stratejisini ve iktidara geldiğinde uygulayacağı politikaları tasarlamaktan çok uğraştı. Sıkıcı bir cihazı kullanma kılavuzuna benzeyen kocaman politikalar belgesi açıkladı ama kimse de pek içeriğini anlamadı. Ekonomide vaatleri liyakatli(!) kadrolarıyla Mehmet Şimşek’le neredeyse yarışacak düzeydeydi, ama zaten Şimşek diğer tarafta da vardı. Yavan teknokratik bir ayranım dökülmesin kimse üzülmesin tarzı neoliberal merkez restorasyonun heyecansızlığına halkı boğup gerçek bir alternatifi derinlemesine inşa etmedi. Daha yoksul kesimlerin hangi çarpık dinamiklerle iktidara neden daha çok yöneldiğini tahlil edecek bir sorgulamayı derinden yapmamayı seçti. Topluma gerçekten neyin hikayesini anlattı? Bir türlü karar veremedi. Neoliberalizm bitmiş miydi, yoksa kurallı “ortodoksi” geri mi dönecekti? Restorasyon muydu yoksa yeni bir sayfa mıydı? Kurumlar, kurallar, liyakat vs. vs. vs. Bir Acemoğlu kitabının daha da steril ve soyut bir versiyonu üzerinden üretilen söylemler. TÜSİAD’a Erdoğan gibi yapmacık da olsa laf dahi edememeler. Kimse üzülmesin diye gerçekten hiçbir yere dokunamamalar. Tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey düzeyinde bir program çıktı ortaya işte sonunda.
Altılı Masa’daki herkes ayrı telden çaldı. Birbirleriyle çelişen söylemler ortaya attılar. Tutarsızlık imajını güzelce pekiştirdiler. Belki sadece İmamoğlu ve Yavaş’ın yardımcı kalması daha derli toplu bir görüntü verebilecekken anlaşıldığı kadarıyla Babacan Bey’in de gönlü olsun diye bir de gidip hepsini yardımcı yaptılar kafalar iyice karıştı. “Bunlar yönetebilir mi?” sorusuna olumlu cevap vermeyi zorlaştırmakta bayağı başarılı sinyaller verdiler. Düzgün bir ortak liste stratejisi kuramadılar, gidip bir de (yine halkın ne hissedeceğini umursamadan) saçma sapan tepki toplayacak adaylar gösterdiler. Aday için de vekiller için de “tıpış tıpış verirler herhalde” mantığını işlettiler. Ters tepti.
HDP seçim boyunca siyasetsizliğe gömüldü. Gerçi tüm muhalefet siyasetsizlik hastalığına yakalandı. Kılıçdaroğlu adaylığına (diğer soldaki partilerle birlikte) OK deyip çekildiler. Türkiye toplumuna konuşma ve kendilerini anlatma ihtiyacı da pek hissetmediler. Hakkını verelim, yıllardır karşılaştıkları baskı bunu hiç kolay hale getirmedi onlar için. Ama güncel koşullar altındaki siyasi atmosfere ve kültüre cevap veren bir siyaset üretmekle uğraşmadılar. Hatta aksine seçim sürecinde muhalefete ne faydası olacağı belli olmayan garip açıklamalar yapanlar da oldu. Zaten topluma en çok konuşmaya çalışan çabalayan kişi de hapisteydi (ne büyük rastlantı ama!). Şimdi öğreniyoruz ki onu da aday yapmak istememişler. Gerçi o da “bağrımıza taş basıyoruz” demenin “yürü Kılıçdaroğlu!” demekten daha akılcı bir strateji olduğunu göremedi. Tabii bir de o arada HDP ve TİP kendi arasında seçim boyunca ikisine de pek fayda sağlamayan bir didişmeye girme gereği duydular ne hikmetse. Hatta bir ara Millet İttifakı içinde CHP-İYİ Parti didişmesinin mikro bir versiyonuna evrilmeye başladı duygusunu dahi yaratmaya başladı Emek ve Özgürlük İttifakı içinde.
Mikro iktidar kavgaları makro iktidar hedefini gölgede bıraktı. Uzlaşmacı bir tavır yerine tüm gruplar gereksiz bir maksimalist pozisyonda durmayı tercih etti. Katı oligarşik siyasi yapıların emelleri siyaseti esir aldı. Hepsi her şeyi kendileri için kazanma derdine düşüp her şeyi birlikte kaybettiler. CHP inat ettiği tutarsızlığı, ideolojik savrulmaları, her yere oynama çabası ve (tüm partilere kendi istediği her şeyi) dayatmacılığıyla imajını zedeledi. İYİ Parti bir türlü “merkez-sağa yürüyüşü”nü bitiremeyen tavizsiz ideolojik keskinliğiyle ve kaybetmekten korktuğu (ama gerçekten başka bir yol denese belki de kaybetmeyeceği) kitlelerin baskısıyla başvurduğu sert hamasi söylemlerden bir türlü sıyrılamayarak imajını zedeledi. HDP mağduriyetin duygusunun inşa ettiği sarsılmaz(!) haklılık duygusunun gölgesinde gelişen tavizsiz, topluma cevap üretmeyen ve sonunda da siyasi geleneğinin ezberine gömülen siyaset(siz)liğiyle imajını zedeledi. Muhalefetin en basit kurması gereken CHP+İYİ Parti ortaklığı üzerine dışarıdan HDP ehven-i şer desteği dinamiği dengede tutulamadı. Karşılıklı taviz verme ve diyalog kurma çabası yetersiz kaldı. Diğer küçük partilere değinmiyorum bile. Onlar zaten garip şekilde (Kılıçdaroğlu’nun da cesaretlendirmesiyle) kendilerini dev aynasında gören kibirleriyle neye fayda sağladığı belli olmayan bir tavra büründü. Üstlerine konuşmaya değmez.
Muhalefet iktidarın kurguladığı siyasi atmosferi kıracak cesareti gösteremedi. İktidarın dayattığı siyasal sınırlara boyun eğdi. Bunun en güzel örneği herhalde Kılıçdaroğlu’nun tarikat yurdunda intihar eden Enes Kara hakkında ağzını bile açamamasıdır. Tutarlı ve güçlü bir irade koymak yerine oradan oraya savrulan siyasi söylemlerle yama bir Frankenstein canavarı ortaya çıktı. Bunun da en güzel örneği sanırım Kürtlerin oyuna talip olup sonra Kılıçdaroğlu’nun kimseye ama kimseye haber vermeden Özdağ’a hükümet pozisyonlarını parsel parsel verme tutarsızlığıdır. AKP’den daha dindar, MHP’den daha ülkücü, HDP’den daha mazlum olup sonunda kendisi dışında her şey olan, yani hiçbir şey olamayan bir figür çıktı karşısına toplumun. Ve insanları da samimiyetine ikna edemedi. Gerçi muhaliflerin de bir kısmının rejimin ideolojik kodlarına uyumlanmaya gayet teşne olması bunu pek kolaylaştırmadı. Birçok geleneksel siyasi refleks süreç içinde tetiklendi.
Partiler arasında da ezberleri bozmaya vesile olabilecek (kısıtlı da olsa) bir iletişim ve diyalog ortamı oluşmadı. İktidarın yarattığı baskı ile HDP “dokunan yanar” bir noktaya sıkıştırıldı kaldı. Kimse onu pek bu kuyudan çıkarmakla uğraşmadı. 1999’da Devlet Bahçeli’nin “HADEP’in aldığı oylar neden PKK’nın olsun; halkın oyudur” sözünün dahi ötesine pek geçilemedi. İçine sıkıştığı halde iyice savunmacı, içine kapanık ve kırılgan hale gelen HDP de bu kuyudan çıkarılmak için ezber bozan hamleler yapamadı. Aylar boyu televizyonda İYİ Parti ve HDP’li yetkilelerin pasif agresif tartışmalarını ve HDP ile İYİ Parti’nin daha sağında olan oluşumlar arasındaki gerginlikleri izledik, o sırada da iktidar keyifle ellerini ovuşturdu. Aynı iktidar istediği zaman ise mecliste HDP grubunu gayet doğal bir şeymiş gibi ziyaret edebilecek pragmatizme ve rahatlığa sahipti!
Kılıçdaroğlu’nun aday olması başarı şansını kolaylaştırmanın tersi bir etki yarattı. Aylar boyu “kişiler önemli değil” ve “her şey aday değil” diye hikayeler anlatanların birçoğunun eninde sonunda en çok tercih ettiği adayın Kılıçdaroğlu olması da birçok şey anlatıyor tabii! Aday önemsiz gibi sunuldu. Medya, kanaat önderleri ve siyasiler yoluyla bu fikir topluma satılmaya çalışıldı. Belki muhaliflerin bir kısmı satın aldı, ama seçmenin çoğunluğunun almadığı herhalde seçim sonuçlarından belli olmuştur. Zaten siyasi liderlerin ve öncü figürlerin siyasette bir önemi olmadığını iddia etmek kadar şuursuzca bir şey olamaz. “Her şey aday değil!” diyerek olaya en ahlaki yerden bakmaya çalışanlar sonuçta gayet gayriahlaki bir sonucun inşasına rıza gösterdiklerini göremedi. Muhalefet eğer yıllar boyu sürmüş olan bir kitlesel hegemonik siyasi mücadele inşa etmiş olsa belki gerçekten aday bu kadar önemli olmazdı ve geniş kitleler fikirsel düzeyde bir dönüşüme çoğunluk olarak rahatça rıza gösterecek hale gelmiş olurdu. Ama muhalefet bunu da yapmadı. Gerçekle boğuşarak gerçeği değiştirebileceği inandılar. Lider faktörüne fazlaca önem veren bir toplumun bir günde farklı bir siyasi kültürden dünyaya yaklaşacağına inanmak istediler. Olmadı, olmaz. Gerçekler tatsız ve gayriahlaki gelse dahi gerçekleri değiştirmek için ilk önce onları kabul etmek gerekir. Kabul edilemedi.
Millet İttifakı’nın bel kemiği olan CHP-İYİ Parti ortaklığı sağlam kalamadı. Muhalefetin yapması gereken çok temel bir şey vardı ve beceremedi. Sağlam bir CHP-İYİ Parti ortaklığı ve HDP ile de düzgün idare edilen bir iletişim. Bu üç parti de birbiriyle o ahengi yakalayamadı. Bu temel gereklilik belli hırslar için feda edildi. İdeal olmayan bir yapı ile seçime gidildi. 7 yardımcılı bir Frankenstein canavarı modeli ortaya çıktı. Yavan bir ömrü geçmiş siyasal merkezi imleyen politikalar değişim diye sunuldu. Kılıçdaroğlu adaylığı için ulufe niyetine koltuk dağıtıldı. İktidarı değiştirmeden rejimi değiştirecek anayasalar yazıldı. “Kesin kazandık” kibri ve mikro iktidar çıkarlarının önceliklendirilmesi Cumhurbaşkanlığını ve meclis çoğunluğunu kazanacak ideal yapının inşasını imkansızlaştırdı. Bu kibir yüzünden kamuoyunda endişeyle yapılan tüm eleştiriler paranoyakça bir saldırı olarak algılanıp kaale alınmadı ve def edildi. Muhalif medyanın da bir kısmı bunda önemli rol oynadı.
Peki Kılıçdaroğlu ve muhalefet “asla” kazanamaz mıydı? Bunun kesin bir cevabı yok. 1000 kere tekrarlasak belki başka senaryoda kazanırdı. Ama kazanamadı. Hadi hakkını verelim, kazanamayacağından haklı olarak endişelenenler vardı ama bir de muhtemelen gizliden gizliye kazanmasını pek istemeyenler de vardı. Bu muhafazakar milliyetçi otoriter rejimin siyasi kültüründen zihnen pek de uzak olmayanlar için muhalefetin kazanmasının olumlu bir şey olup olmadığı düşüncesi kafalarında gidip geldikleri bir ruh haliydi. Ağıralioğlu mesela zaten sonunda dayanamayıp seçim bitmeden kendini açık edenlerden. İnce de mesela günün sonunda Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan’a tercih ettiğini söyleyemeyenlerden oldu. Zaten ne hikmetse(!) muhalefete fiili ambargo uygulayan iktidara yakın ana akım medyada sürekli boy gösterme şansı buldular (muhalif medyanın da fiili mini ambargolarını unutmayalım tabii!). İdeolojik eğilimi bu tip figürlerin gölgesi üzerine düşecek seçmenlerin de bir kısmı (hepsi demiyorum) muhtemelen bu figürlere benzer bir ruh halindeydi belki kendilerine bunu söyleyemeselerde. Bu da bir şeylere zarar vermiştir.
Lakin Kılıçdaroğlu da pek muhalefetin kazanmasını istercesine bir çaba göstermedi. Tüm bu koşulların bilincinde olması gerekirdi. Herhalde o ve çevresindekiler için seçim zaten kazanılmıştı ve asıl mücadelenin adaylığı kazanmak olduğuna inanılıyordu. Sevgili danışmanlarıyla birlikte hırsının ve siyasi beceriksizliğinin kurbanı oldu. Seçim mağlubiyeti sonrası hali ve tavrı ile de gerçekliği doğru okuma kabiliyetinin sınırlı olduğunu daha da açıktan kanıtladı. Yani umarım öyledir, daha kötü senaryoları düşünmek istemem. Kılıçdaroğlu “asla kazanamayacak aday” mıydı bilemem. Ama “kazanamayan ve muhalefetin kazanmasını yeterince istemeyen” adaydı.
Halk demokrasiyi yeterince istiyor mu şüpheli, bu kabul. Ama “halk yeterince demokrasiyi istemediği için Kılıçdaroğlu’na oy vermedi” demek yetersiz ve eksik. “Daha iyi niyetli olsaydınız seçimi kazanırdık” demek yetersiz ve eksik. “Önyargılarınıza yenik düşmeseydiniz kazanırdık” demek yetersiz ve eksik. “Siz zihniyet olarak bu iktidardan yeterince uzaklaşamadığınız için kaybettik” demek yetersiz ve eksik. Zaten her şeyden öte kaybedilen bir seçimde (ya destekleyenler ya da desteklemeyenler olsun) halkı suçlamak komik ve hiçbir şey çözme imkanı olmayan bir kaçış. Seçim kazanmak için “ideal” değerlere sahip bir halkın oluşmasını beklemek de bir o kadar hayalperestçe. Elinde ne varsa o. Hayali bir ideal düzlemde yaşamıyoruz. Buna göre siyaset yapılmaz. Kılıçdaroğlu (ve çevresi ve sonra da diğer siyasiler) bu ülke için demokrasiyi yeterince istiyorduysa seçimi kazanıp iktidarı değiştirecek kurguyu kendi siyasi hırslarının ve çıkarlarının önüne koymalıydı. Muhalefet tüm bu şartların farkında olmalıydı. Tüm zaaflarının ve kısa vadede değiştiremeyeceği koşulların farkında olmalıydı. Roma’nın bir günde inşa edilemeyeceğinin farkında olmalıydı. Her şeyi (kendi çıkarlarına göre) kazanma kibriyle hareket ederek demokratikleşmenin ilk adımı olabilecek bir zaferi yitirdiler. Pragmatik ve stratejik hareket edemediler. Siyasilerin halen Makyavel’den öğrenecekleri çok şey var (aynı anda toplumun da, özellikle muhaliflerin). İlk önce bir zafere ihtiyacı olduklarını unutacak kadar körleştiler. Halk onları mükemmel görmezken ve iktidardan kurtulmanın sadece geçici bir aracı olarak görürken kendilerini idealleştirdiler. Onlar yeterince demokratik olsaydı ve halkla temasa geçseydi, halkı demokrasiyi yeterince istememekle itham etmelerinin belki bir anlamı olurdu. Tabii diğer aktörler de ülkenin değişmesini ve demokrasiyi bu kadar dert ediyorlarsaydı artık aday ve kampanya belli olduktan sonra her şeyi bir kenara koyup muhalefetin tüm eksiklerine rağmen iktidar değişsin diye var güçleriyle mücadele etselerdi ve her şeye rağmen ilk önce bir zafere ihtiyaçları olduğunu iliklerine kadar hissetselerdi şimdiki timsah gözyaşlarının belki daha çok anlamı olurdu. Kılıçdaroğlu da muhalefet de pek matah değildi. Ama yine de bir şeyler değişse daha iyi olurdu. Beceremediler. Sağolsunlar, muhtemelen bir beş yıl daha asgari demokrasiden dahi uzak kalacak bir ülkede yaşayacağız. Onlar için hayat devam ediyor olabilir ama Marmaray önüne kendini atan genç için hayat bitti. Artık değişseniz iyi olur.
Üç tane de not (Okuyun ama):
Not 1: Tüm bu yazılanlar tabii ki de Türkiye’de politik koşulları normalleştiremez ve temize çıkaramaz. Muhalefet ve muhalifler çok asimetrik bir politik güç dengesi altında siyasi mücadele veriyorlar. Tüm bu tahliller yapılırken bu koşulları ve günbegün yaşanan baskıyı, ülkenin sahip olduğu demokratik sorunları, iktidarın devlet gücünü çok keyfi bir biçimde kullanarak hakimiyet kurabilmesini es geçerek tartışmaya devam etmek derin bir politik körleşmeyi beraberinde getirir. Ve maalesef toplumda bu körleşmeyi bolca görebilmek mümkün. Muhalifler dahil. Bu körleşmenin de iktidar yapısına daha konforlu bir siyasi alan yarattığı aşikar. İnatla bu koşullara değinmeden ve kör kalarak siyaseti tartışanların tahlillerine veya niyetlerine şüpheyle yaklaşmak da bazen gerekir. Ama bu koşullar aynı anda da muhalefetin başarısızlığını aklayamaz!
Not 2: Tüm bu tahlillerde halkın ne yaptığını konuşmak önemsiz değil ancak bunu ana mesele haline getirmek de pek sağlıklı değil. Halkın yanlış tercihlerinin üstüne fazla yüklenmek olay geçtikten sonra neyi çözecek belirsiz. Bunu Kılıçdaroğlu adaylığını ve muhalefetin kurgusunu ideal bulmayan ve bunlara itiraz etmiş biri olarak zamanında muhalefetin içerisinde Kılıçdaroğlu adaylığını ve muhalefetin kurgusunu destekleyenler dahil söylüyorum. Siyaset çok elit ve kapalı düzeyde yürütülen bir şey şu anda Türkiye’de ve kitlelerin süreçlere sanıldığı kadar da etkisi yok. Zaten olsaydı bir şeyler daha farklı olurdu herhalde. Dersler almak için eleştirilir ve tartışılır illa ki de, eninde sonunda yine bu muhalif kitleler bir araya gelmek zorunda eğer bir şey başarmak istiyorlarsa gelecekte. Zaten süreç artık geri dönülemez bir çizgiyi geçtikten sonra gidip muhalefetin kazanması için her türlü desteği verenlere ve belki sonuçları etkileyecek gücü olmasa bile mücadele verenlere dahi söyleyecek lafı olanların ise ne pragmatizmden (veya idealizmden) ne stratejiden ne vadeden ne sabırdan ne de Makyavelizm’den pek anladığını söylemek mümkün değil. Geçiniz.
Not 3: Seçimi kazanmak için ortalama seçmeni kazanmak gerekiyordu. Bu başarılamadı. Ama ortalama seçmeni kazanmak demek iktidara daha da çok benzemek gerekiyor demek değil. İktidara daha da çok benzeyerek iktidardan daha başarılı olabileceğini düşünenlere sanıyorum ki birçok hayali köprü satılabilir. Yeterince iktidar gibi olamadığı için seçimi kaybettiğine inanmak, zımni şekilde iktidarın yarattığı siyasi düzeni ve kültürü onaylamak anlamına gelir. Günün sonunda da bu en çok yine bu düzeni yaratan ve yöneten iktidarın pozisyonunu güçlendirir ve siyasetini besler. Ülkenin içinde bulunduğu mevcut siyasi kültürü inkar ederek siyasi bir kazanım elde edilemez belki, ama bundan yapılacak çıkarım otomatik şekilde “iktidara daha çok benzemeliyiz” kadar basit de olamaz.