Barışa Giden Tek Yol: İsrail Apartheid’ının Sonlanması – Ronan Burtenshaw (Çeviri: Münire Özbey)
İsrail ve Filistin’deki şiddetin en önemli bağlamı, dünyanın en uzun süren işgalinin, Filistin devletine yönelik bir süreç iddiası dahi olmadan resmi bir ilhakla sonuçlanmasıdır. Kalıcı barışı sağlamak için İsrail apartheidının sona ermesi gerekiyor.
Ronan Burtenshaw’ın Jacobin’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir.
Durum aynı şekilde devam edemezdi, nitekim etmedi de. Yaklaşık bir yıldır süren sürekli tırmanan şiddete, neredeyse her gün bir ölüm haberine rağmen uluslararası medyanın büyük ölçüde görmezden geldiği durumun ardından, İsrail ve Filistin bölgeleri acımasız ve yıkıcı bir savaşın içine sürüklendi.
Bu savaşın siyasi arka planı oldukça çarpıcıydı. Filistinlilerin 1967 sınırlarında bir devlete sahip olmalarına izin verileceği yönünde elli yıldan fazla süren iddianın ardından, dünyanın en uzun işgali resmi bir ilhak sürecine dönüştü.
Bu değişim şu anda mevcut şiddeti takip edenlerin çoğu tarafından pek dikkate alınmadı. Ancak yine de savaşı anlamak için en önemli faktör budur. Öyle ki bu faktör, İsrail ve Filistin siyasetindeki her kesim tarafından kabul edilen tarihi bir dönüm noktasıydı.
Bağlam olmadan ilerleme olamaz. Bu bağlam, sivillerin festivallerde veya ailelerin evlerinde öldürülmesini haklı çıkarmaz; bunu yapabilecek hiçbir şey yoktur. Ancak bağlam bize her zulmün, her ölümün ve her intikam eyleminin arkasında hem gücün hem de tarihin bulunduğunu hatırlatır. Son dönemdeki şiddet olaylarını sanki hiçlikten çıkmış gibi ele alanlar, barış arayışına hiçbir şey sunamayacaklardır.
Yıllardır şiddet içermeyen yasal ve siyasi yollarla devlet olma çabasının ardından, ana akım Filistin hareketi bir yolun sonuna ulaştı. Dünya artık bu gerçeğin sonuçlarını görüyor. İsrail gazetesi Haaretz’in başyazısında yazdığı gibi: “Başbakan . . . ilhak ve mülksüzleştirme hükümetini kurarken İsrail’i bilinçli olarak içine sürüklediği tehlikeleri tespit etmekte başarısız oldu. … Filistinlilerin haklarını ve varlığını açıkça göz ardı eden bir dış politika benimsiyor.”
Bu, iyimser bir bakış açısıdır. Benjamin Netanyahu ve hükümeti, politikalarının muhtemel sonuçlarından birinin bu olduğunun farkında olmalılardı.
Bu politikaların sonucunda bugün Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında tek bir devlet bulunmaktadır. Bu devlet, iki farklı kurallara tabi olan iki halkı yönetmektedir: Mevcut durum uluslararası hukukla çelişse bile insan hakları, medeni haklar ve ekonomik haklarda en yüksek standartlara sahip olan Yahudiler ve tarihi vatanlarının herhangi bir bölgesinde eşit vatandaşlık talep edemeyen ve bunun yerine farklı derecelerde baskı altında yaşayan Filistinliler.
Gazze’de bu, bölgeye giren ve çıkan her şeyin neredeyse her tarafını kontrol eden on altı yıllık bir abluka anlamına geliyor; bu abluka da elektrikten suya, ilaca, gıdaya ve inşaat malzemelerine kadar temel ihtiyaçlarda düzenli kıtlıklara yol açıyor. Gazze Şeridi’nde iki milyon insan yaşıyor, bu insanların neredeyse yarısı çocuk, yarıdan fazlası yoksulluk içinde ve ablukanın başlamasından bu yana altı savaşa maruz kaldı.
Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün İşgal Altındaki Topraklarında, Filistinliler 224 gettoya bölünmüş durumda, yüzlerce yol kapanma ve askeri kontrol noktası tarafından serbestçe seyahat etme veya ilişki kurma hakları ellerinden alındı, keyfi ve uzun süreli gözaltına alımlara tabi tutuldular. (Şu an 1,260 kişi suçlama olmaksızın veya yargı işletilmeksizin tutuklu bulunmakta.) Ayrıca düzenli olarak zorla tahliye ediliyorlar ve 2023 yılının ilk yarısında hemen hemen her gün neredeyse bir kişi öldürüldü. Filistinliler, İsrail’de de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürler: 2018’den bu yana yalnızca “Yahudi halkının ulus devleti” olarak kutsanan bir ülkede, devlet kontrolündeki toprakların yüzde 80’ini kiralamaları engellenir.
Uluslararası Af Örgütü’nden İnsan Hakları İzleme Örgütü‘ne kadar dünyanın önde gelen insan hakları örgütleri bunu apartheid olarak tanımlıyor. Aynı durum, bu sistem altında yaşayan ve bu sistemle mücadele eden Güney Afrika hareketi için de geçerli. Filistinlilerin apartheida direnme hakkı var. Şiddet karşısında dehşete düşenlerin, bu tür direnişe giden tüm yasal ve siyasi yolların İsrail hükümeti tarafından sistematik olarak kapatıldığı tartışmasız gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekiyor.
Otuz yıl önce, Oslo Anlaşmaları’nda Filistin hareketinin ana akımı, devlet olma yolunda kendisini şiddetsizliğe adamıştı. İsrail devletini tanıdı ve hatta Batı Şeria’nın çoğunluğu üzerinde İsrail’in geçici kontrolünü kabul eden bir anlaşma bile imzaladı. Sonuç neydi? O zamandan bu yana geçen yıllarda Batı Şeria’daki İsrailli yerleşimcilerin sayısı dört katına çıktı ve bu, uluslararası olarak tanınan 1967 sınırlarında bir Filistin devletinin kurulması ihtimalini ortadan kaldırdı.
Oslo sürecinin başarısızlığını İkinci İntifada takip etti, ancak bu süreç sona erdiğinde şiddet içermeyen bir çözüm olasılığı yeniden masadaydı. 2005 yılında Filistin sivil toplumu, İsrail’e işgaline son vermesi için uluslararası baskı uygulamayı amaçlayan “Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) “ hareketini başlattı. Buna karşılık İsrail, bu tür boykotları yasa dışı ilan etti, hareketin liderlerini hedef alarak sivil oluşumları yok etme tehdidinde bulundu, aktivistlerini taciz etti ve taktiği suç saymak için uluslararası bir kampanya başlattı.
Tüm bunların ardından sadece beş yıl önce, Gazze’deki Filistinliler, abluka ve daha geniş işgale karşı kitlesel bir protesto olan “Büyük Dönüş Yürüyüşü”’nü başlattılar. İsrail, dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olarak tanımlanan yerde kendilerini kapalı tutan çitlere yaklaşırken iki yüzden fazla protestocuyu vurarak öldürdü ve dokuz binden fazlasını yaraladı.
Bu şiddet içermeyen girişimler tarafından elde edilen toplam ilerleme nedir? Onlarca yıldır ana akım Filistin hareketinin apartheid ve işgale meydan okumak için kendisini siyasi ve hukuki araçlara adaması ne kazandırdı? “Uluslararası toplumun” vicdanına, uluslararası hukukun otoritesine ya da insan hakları örgütlerinin sempatisine başvurmak Filistinliler için ne gibi sonuçlar doğurdu?
Filistinlilere yönelik şiddet hız kesmeden devam etti. 2008’den bu son savaşa kadar Birleşmiş Milletler istatistikleri, Filistinlilerin, yanlışlıkla “çatışma” olarak tanımlanan olaylardan kaynaklanan ölümlerin %95’ini ve yaralanmaların %96’sını oluşturduğunu gösteriyor. “Çatışma” terimi, belirli bir derecede simetriyi ima eder, ancak yıllardır yalnızca bir taraf kitlesel ölümlere maruz kalıyor, tarihi vatanını kaybediyor ve yaygın bir şekilde sefalete sürükleniyor. Basitçe söylemek gerekirse, karşılaştırma yapılamaz.
Ve ardından, şiddetsizlik yanlısı olanlara yönelik son bir hakaret olarak, İsrail’in Filistin topraklarındaki uzun süren işgali tam bir ilhaka dönüştü. Başbakan Benjamin Netanyahu’nun liderlik ettiği Likud Partisi, 2017 yılında Batı Şeria’nın bazı bölgelerinin ilhakını resmi olarak destekledi. Bu parti politikası, Likud Partisi’nin 2019 seçim kampanyasının temel direklerinden biri olurken 2020’de ise hükümet politikası haline geldi ve 2022’de İsrail, “İsrail toprağının tamamı üzerinde yalnızca Yahudi halkının özel haklarına” bağlı bir sağcı hükümeti seçti.
Şubat ayında ilhak hareketi, en önemli adımını attı. Onlarca yıldır işgal, İsrail tarafından savunma bakanının denetlediği askeri bir mesele olarak ele alınmıştı. Ancak bu yılın başlarında İsrail, bölge üzerindeki yetkilerini resmi olarak sivil hükümete devretti. Dahası, orada yaşayan halkı kendini “faşist” olarak tanımlayan Bezalel Smotrich’e teslim etti. Foreign Policy’nin yazdığı gibi, “Bu hareket, Smotrich’i Batı Şeria’nın fiili valisi olarak atadı.”
Bunların hiçbiri siyasi şiddetin ahlakı veya etkililiği anlamına da gelmediği gibi son günlerin trajedisini de ortadan kaldırmıyor. İsrailli sivillerin Filistinliler (Hamas*ç.n) tarafından öldürülmesini haklı gösteremez ki bu da İsrail hükümeti tarafından Gazze’de ve ötesinde daha fazla sivilin öldürülmesine yol açmıştır. Nerede olursa olsun sivillerin kasıtlı olarak hedef alınması iğrenç bir suçtur.
Ancak eğer bizi ilgilendiren gerçekten sivillerin öldürülmesiyse, neden Batılı politikacıların ve medya kuruluşlarının bu konuyla ancak şimdi ilgilenmeye başladığını sormak adil olmaz mı? Bu yılın başlarında aylar boyunca Filistinli siviller günde neredeyse bir oranında öldürülürken, bu neden hiçbir öfkeye yol açmadı?
Çıkarılması gereken sert sonuç şudur: Batı için, Filistin’in yavaş yavaş silinmesi, beraberinde getirdiği tüm adaletsizliklerle birlikte, nihai olarak kabul edilebildi. Yıllarca mevcut kan gölüne karşı şiddet içermeyen alternatifleri savunanlar, şu anda tek taraflı kınamalarını yayınlayan, ancak bu mümkün olduğunda barış arayışında kararlı bir şekilde harekete geçmeyi yeterince umursamayan “uluslararası toplum” tarafından ihanete uğradı.
İsrail önümüzdeki günlerde Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir ederek Filistin’i silme çabalarını hızlandıracak. Bunu dünyanın şimdiye kadar gördüğü en güçlü ordulardan biriyle yapacak. Bunu bir politika olarak yapacak; öyle ki savunma bakanı Filistinlileri “hayvan insan” olarak tanımladı ve ordu sözcüleri “Odak noktamız kesinlik değil, hasar (yaratmak)” dedi. Ve Filistin’i silme çabasını, hükümetleri resmi binalarına bayraklarını asan Batı’nın suç ortaklığıyla yapacak.
Bunu “Hamas’ı ortadan kaldırmak” adına yapacak. Ancak zulmü acı bir şekilde kınanmayı hak eden Hamas, yabancılaşmanın, çaresizliğin ve mülksüzleşmenin bir ürünüdür. Hareket, milyonlarca Filistinli tarafından İsrail’in şu anda savunmasız bir nüfusa uyguladığı ayrım gözetmeyen yıkıma karşı direnişin bir parçası olarak görülüyor. Eğer İsrail, savunma bakanının dediği gibi gerçekten “Hamas’ı yeryüzünden silmek” isteseydi, onları yaratan koşullarla baş ederdi. Ama elbette böyle bir niyeti yok.
Filistin’deki durumun bağlamını yeniden oluşturduğunuzda, barışa giden tek yolun apartheid sisteminin sona ermesi olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Ancak yine de bu iddiayı ortaya atan herkes önümüzdeki günler ve haftalarda tamamen şeytanlaştırılmayı bekleyebilir. Yerleşik fikir birliği, sadece birkaç gün öncesine kadar hakim olan “normalliğin” yeniden tesis edilmesi gerektiği yönünde; bu tür bir normalliğin bizi tam olarak bugünkü felakete sürüklediği çok açık olsa bile…
Orjinal metin linki: https://jacobin.com/2023/10/palestine-israeli-occupation-ending-apartheid-peace/