Ekonomi ve Kamuculuk

Göç Krizi ve Yeni Sağa Karşı, Yeniden Sol Popülizm Partisi – Yepisyeni Türkiye

Almanya Avrupa ülkelerinin genelindeki aşırı sağ eğilimlerin tipik bir örneğini gösterdiği bir süreçten geçiyor. Anaakım siyasi hareketlerin düzenlediği AfD karşıtı protestolar, müesses nizama olan öfke sebebiyle ters tepiyor ve AfD’ye desteği artırıyor.

Almanya Avrupa ülkelerinin genelindeki aşırı sağ eğilimlerin tipik bir örneğini gösterdiği bir süreçten geçiyor. Anaakım siyasi hareketlerin düzenlediği AfD karşıtı protestolar, müesses nizama olan öfke sebebiyle ters tepiyor ve AfD’ye desteği artırıyor.

Örneğin 2024’ün ilk çeyreğinin sonunda, Thüringen eyalet seçimlerinde AfD %30 oy oranına yükselerek birinci parti oldu. Medya ve merkez siyaset bu yükselişe “Thüringen Dalgası” adını verdi. Dalganın sıfır noktası olan Thüringen’in son bir yılına bakınca, müesses nizama olan öfkenin kaynağını da, nasıl dışa vurulduğunu da kestirmek zor değil. Son bir yılda ırkçı nefret suçlarında %25 artış yaşandı. Bunun da sebebi hiç yoktan yükselmeye başlayan bir ırkçılıktan ziyade, yine aynı tarihlerde Thüringen’de oldukça geniş katılımla gerçekleşen Demiryolu emekçileri, Lufthansa çalışanları, hekimler, yerel ulaşım personeli grevlerinde aramak gerekli. Çalışan kesim geçinmekte günden güne daha çok zorlanıyor ve gelecek endişeleri tırmanıyor.

Böyle faşizmin “primordial çorba”sı gibi iklimlerde, aşırı sağcı popülizm ile rekabet edebilen akımlar tarihsel olarak sol popülizm içinden çıkmıştır. Sol Parti milletvekili Sahra Wagenknecht’in kurmakta olduğu yeni sol popülist parti BSW, bu misyonu üstlenmeye aday gibi görünüyor. Henüz kurulmayı tam da bitirmemiş olmasına rağmen anketlerde açılışı %6’dan yaptı ve hızla %16’ya tırmandı. Bunun tamamına yakınını da AfD’den çarptı. Hatta doğal oy havuzu olarak görülebilecek eski partisi Die Linke (Sol Parti) seçmeninden neredeyse hiç BSW’ye kayış olmadı.

Dolayısıyla önce bu krizlerin bağlamını, ardından Alman müesses nizamını, ve müteakiben de BSW’yi sizlere biraz tarif edip, sonuç kısmında bunun batı solu için bir model teşkil edebileceğini söyleyeceğim. Haydi biberleyelim:

Ama Neden Kriz?

Kabaca global neoliberalizmin ilan tarihi olarak kabul edebileceğimiz 1979-80’den beri, işler “%99” için çok da iyi gitmedi. Servet içindeki payımızın azalması, artan güvencesizlik, aile kurmanın ve ebeveynlerin yanından ayrılma yaşının gittikçe artması (Birçok AB ülkesinde şu an 30) gibi birçok etken neticesinde, normal insanlar için bir hayat kurmak ve sürdürmek zorlaştı.

Ancak emperyal çekirdekte hayatın zorlaşmasının, çeper ülkelere dışsallaşmaması düşünülemez. 70lerin ortalarında 3. Dünya ülkelerinde başlayan dekoloniyalizm dalgası da, Şili, Vietnam, Angola, Endonezya, Burkina Faso, Kongo, Irak, Suriye, Afganistan ve başka birçok örnekte gördüğümüz gibi emperyal çekirdek tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Böylelikle bu özgürleşme dalgası, yerini 2. Leopold zamanlarını aratmayan bir koloniyalizme bıraktı. War on Terror (Terör ile savaş) sürecinde Afrika’da terör %2.700 (maksimalist ve az çok da gerekçelendirilebilir tahminlere göre 100.000) arttı. Kaddafi, Kardeşim Esed gibi batının hoşlanmadığı liderleri devirmek için muhalifler silahlandırıldı. Bu silahlar sonradan iç savaşlara ve teröre sebep oldu. Bütün bunların üzerine bir de ekolojik felaketler eklenince, göçmen krizleri ortaya çıktı.

Bu süreçte içerde ve dışarda bütün sol hareketleri bastırmış olan NATO/ABD/Batı/Birinci Dünya/Emperyal Çekirdek/G7 grubu, bu krizleri sağ ve merkez siyaset yaklaşımlarıyla çözmeye çalıştı ve başarısız oldu. Krizler ve krizlerden etkilenenler batıya taştı. Bu hırpalanmış ve fakir insanlar haliyle batılılarda korku ve antipati yarattı. Kendilerine bir tür kozmopolitliğin dayatıldığını ve düşmanlarını evlerine almak zorunda bırakıldıklarını hisseder hale geldiler. İşlerin daha iyi olduğu, daha güvende hissettikleri bir geçmişe nostaljik gözlerle baktılar. Ve aradaki en önemli farkın göç, kozmopolitleşme, liberalleşme, kısacası geleneklerden kopuş olduğuna karar verdiler.

Bütün bu krizleri yaratan ve gittikçe de derinleştiren müesses nizam, yani enternasyonalist olmadan globalist olan neoliberal merkez sağ, böylelikle toplumun geniş kesimleri için bütün çekiciliğini kaybetti. Ve etnik olarak daha homojen, daha muhafazakar, daha basit ve huzurlu bir geçmişe dair nostaljik bir anlatı sunan aşırı sağ doktrinler, yani kısaca faşizm, batı dünyasında geçer akçe haline gelmeye başladı. Bu zenofobi kendi ekonomisini yarattı. Göçmen suçları ile ilgili haberleri tekrar tekrar yeni gibi servis eden, tehlikeli şekilde 1930ları anımsatan bir medya ekosistemi oluştu. 

Bu ekosistemde 28 üyesi hakkında yolsuzluk davaları olan bir parti olan AfD gibi bir parti bile destek topladı. AfD son derece tipik bir yeni sağ partisi. Göçmenlerin doğum oranlarını sonsuza kadar değişmez varsayarak fazla üreyecekleri ve beyazları önce azınlık durumuna düşürüp sonra öldürecekleri şeklinde adeta Ümit Özdağ tarafından yazılmış gibi duran bir “Beyaz Soykırımı” fikrine inanıyorlar. Covid salgını ve aşılar hakkında Zafer Partisi’nin eski kurmaylarından Gülümser Heper’den, veya YRP’den gördüğümüze çok benzer fikirleri olan QuerDenker grubunun büyük çoğunluğu AfD seçmeni. Genellikle ekonomik olarak liberteryen olma eğiliminde oluyorlar. AfD destekçisi LGBT kişiler “Eşit haklarımızın olmasına gerek yok ya” diyor. Bilirsiniz işte. Global olarak oluşan, Yeni Zelanda’daki Christchurch saldırısıyla anaakımın da gündemine giren yeni tip sağcılık. Ve elbette bu siyasal ekolün hep yaptığı üzere, antiemperyalizm konusunda mangalda kül bırakmıyorlar ammaaaaaa, sadece Soros, WEF falan gibi isimleri söyleyip yanına Rheinmetall, Krupp ailesi gibi muhafazakar versiyonlarını koymuyorlar. Yani emperyal aksiyoma ters gitmiyorlar.

Bir dakika. “Emperyal aksiyom” da ne? Benim uydurduğum bir şey. Anlatayım.

Emperyal Aksiyom.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde Almanya ve Berlin dörde bölündüğünde, ABD ve SSCB kendilerinde kalan kısımları vermeyi uzun süre reddetti. SSCB kendisi çökmekteyken, Berlin Duvarı’nın önce davranıp yıkılması ile kendi parçasını yitirdi. Ve böylelikle bütün parçalar, ABD’nin olmuş oldu. ABD tarafından denazifikasyon süreci yürütülmüş, yeni istihbarat teşkilatları olan BfV ABD tarafından kurulmuş (üstelik de Paperclip Operasyonu’nu andırır biçimde en üst katmanlarına Nazi dönemi istihbaratçıları getirilmiş) Batı Almanya, Almanya oldu.

İşbu yepisyeni Almanya için, milliyetçiliğe tevessül derhal Nazi olmak demekti. Bir “Birleşik Batı” cephesi vardı. Bunun çıkarlarını ABD formüle ederdi. Bunun haricinde herhangi bir Alman çıkarının olması fikri milliyetçiliğe tevessül anlamına geliyordu. Halkçılık da buna kesin bir biçimde dahildi. Bunun karşılığında da Sovyet çekimine kapılmayacakları kadar sosyal devlet kendilerinden esirgenmeyecekti.

Bu yaklaşım, Willy Brandt dönemi dışında, Alman siyasetinin temel aksiyomunu teşkil ediyordu. Sırasıyla Brandt’ın dış politika danışmanı ve Schmidt’in dışişleri bakanı Egon Bahr veya Hans-Dietrich Genscher gibi farklı bir görüşe sahip olan herkes, ABD tarafından ittifak disiplinini sürdürmenin bir aracı olarak ifade edilen yeni bir Alman milliyetçiliği şüphesiyle karşı karşıya kaldı. Gerhard Schröder’in Jacques Chirac’la ittifak halinde Irak’ın işgaline katılmayı reddetmesi ve Angela Merkel’in 2008’de Nicolas Sarkozy ile birlikte George W. Bush’un Ukrayna’yı NATO’ya katma davetini veto etmesi dışında bu durum bugün hala geçerlidir.

Peki BSW Güce Denge Getirebilir mi?

54 yaşındaki Wagenknecht politikaya ilk atıldığı 92 yılında “Stalin hakkında ne derseniz deyin ardında bıraktığı reformlar yıllara meydan okudu” ifadeleri sebebiyle minik çaplı bir skandal ile gündeme gelmişti. Bugün ise hakkında “7’sinde ne ise 70’inde de o” benzeri ifadeler anaakımda sıkça zikredilmekte ve nispeten sakin köşe yazarları kendisinden “sağcı sol, popülist sol” gibi ifadelerle, biraz daha cevval olanlar ise “Putinist ve de Stalinist” şeklinde feryatlarla bahsetmekte.

BSW’nin buna sebep olan pozisyonu kabaca şu tür bir şey: ABD’nin dünyanın herhangi bir yerinde savaş açmadığı tek bir günün bile geçmediği Soğuk Savaş’ın sona ermesinden otuz yıl sonrasındayız. Bu 30 yıl Amerika’nın küresel stratejisinin Irak, Afganistan, Suriye, Libya ve Filistin’de, kaygısızca cehennemler yaratan bir “dünya çapında müdahale politikası”nı izledik. Şu anda hala ABD ve Almanya Ukrayna hükümetine maksimalizm gazı veriyor. 500.000 kişi daha askere alacaklar. Almanya yılda bir 30-40 milyar papel yardımın yanında Leopar tankları vs. ağır sanayii ürünleri veriyor. Rusya ise alacağı hasarı aldı, şu an aşağı yukarı stabilize olmuş duruyor. İnsanlar Yeşiller Partisi’ne pasifizm isteyerek oy verdi. Ancak Yeşiller şu an en Amerikancı bilinen liberal parti FDP’yi bile sollayarak savaş çığırtkanlığı yapıyor.

Ve BSW’den Sevim Dağdelen’in bir röportajında (kendisine bunun yaratacağı siyasi ve belki hukuki bedeller düşünüldüğünde son derece cesurca) belirttiği gibi, Almanya, ABD ve İsrail’in çıkarları adına, adeta bir vassal devlet gibi, etiyle kanıyla, canlı canlı yaşanmakta olan bir soykırıma her anlamda aktif destek veriyor. İran sanki durduk yere eskale ediyormuş gibi yapabilmek için göz göre göre kendilerine yalan söylüyorlar. Bütün bunların yerine Almanya bunları yapmayabilir. ABD’nin global stratejisinden kopabilir, İsrail’e desteği kesip Rusya ile ilişkilerini yeniden müzakere edebilir ve Ukrayna’da kalıcı bir barışa liderlik edebilir. 

Tabii gerek Rusya’nın Ukrayna işgali, gerek İsrail’in Filistin işgali, gerek de nice geçmiş örnekte gördüğümüz üzere anaakım medya Birleşik Batı’nın askeri müdahalelerinde oldukça militarist bir pozisyon alır. Bilhassa Alman medyası, akademisi ve bilumum toplumsal kanaat önderi, Birleşik Batı çıkarlarını değindiğimiz sebeplerle yerçekimi kadar kesin bir yasa, hatta bir aksiyom olarak görür. Dolayısıyla antiemperyalist pozisyonlanmaları, BSW üyelerinin Putin ile Stalin’in aşk çocuğu olarak tanımlanmaya devam edeceğini az çok garanti ediyor. Bilhassa sağ ve liberal medya “Kız verilmez, pişirdikleri yemek yenmez” çizgisinde.

Sol medya ise, BSW hakkında ikiye bölünmüş durumda. Sebastian Friedrich ve Ingar Solty’nin Jacobin dergisine “BSW’den Korkması Gerekenler Sağ Partilerdir” başlıklı bir yazı yazmasının hemen ertesinde, Maurice Höfgen “Wagenknecht Zayıflara Vurmaya Devam Ediyor” başlıklı bir karşı yazı yazdı. Bu ikiye bölünmenin sebebi ise Wagenknecht’in göç konusundaki pozisyonu. Almanya’da iltica başvurusu reddedilenlerin, yine de yasal olarak sosyal yardım parası alma hakkı var. Wagenknecht “Bunu insanlara izah edemeyiz” diyor. “Bu onları sınırdışı etmek demek” denildiğinde ise, “Açıkçası yine de kapasitenin üzerinde göçmen kalmış olacak. Bu biraz yetmez ama evet bişey zaten” minvalinde konuşuyor. Bunun hakkaniyetli bir eleştiri olup olmadığından emin değilim. Ancak Thüringen Dalgası diğer tüm partilerin kalbine korku salmış, sosyal demokrat SPD’nin başkanı “Deeerhal mancınık” ayarında konuşmaya başlamışken BSW’nin söyleminin aslında görece insancıl olduğunu da teslim etmek gerek. Öte yandan BSW’den Türkiye için bir feyiz veya ibret alınacaksa, bunun solda bu bölünmeyi nasıl yöneteceklerinden alınacağı yönünde şahsi bir kanaatim var. Ve an itibariyle müesses solun büyük kısmı kendilerine çok çok karşı.

Çünkü şu anda BSW’ye gönlü kayan seçmen, normalde sol seçmen değil. Girişte değindiğimiz üzere BSW’nin desteği daha ziyade sağdan, bilhassa da AfD’den geliyor. Aslında BSW ile Die Linke yeniden dağılım politikaları, sendikaların mecliste temsili, zenginlerin sırtlanması gereken vergi yükü, kira limitleri gibi konularda hemfikir olmalarına karşın böyle bir durum söz konusu. BSW’nin Avrupa Birliği ve Batı ittifakına yönelik şüpheci tutumu ve “daha fazla göçmen almayalım” pozisyonu,  bu durumun iki temel sebebi gibi duruyor. Die Linke’nin geleneksel sol seçmeni, emperyal aksiyom ve milliyetçilik karşıtı multikulti1 aksiyomunu içselleştirip, bu alanın içinde sola pozisyonlanıyor.

Bunun karşısında BSW’nin destekçileri ise BSW’ye geçerken aslında ekonomi politikalarında 180 derece dönüş yaparak geçiyorlar. BSW’nin iki temel aksiyoma şüpheci bakması, onların tam popülist kuluncunu ovuyor. Thüringen dalgası ertesinde iktidar partilerinin emperyal aksiyomdan taviz vermeden multikulti aksiyomunda aniden BSW’nin çok daha sağına zıplaması, BSW’nin hızlı yükselişini bir anda eritebilir. Veya daha da tehlikelisi BSW bundan kaçınmak için el yükselterek karşılık verebilir. Bütün bunlar dolayısıyla da Almanya solunun çoğunluğuna göre BSW’nin;

  • “Sol” hüviyeti sallantıda, her an değişebilir. Açıkça putinist, antisemitist ve göçmen düşmanı olabilirler.
  • Gördükleri destek aslında faşist olmadıkları anlaşılınca buharlaşabilir
  • “Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” prensibine göre çektiği kitle doğru bir kitle değil.

Sonuç

Batı’da faşizmin yükselişi olarak okuduğumuz sürecin aslında merkez siyaset hakkında halkta oluşan işlevsizlik ve iki yüzlülük kanaatinin bir dışavurumu olduğu fikri, bilhassa da sol çevrelerde zaman zaman zikredilir. BSW’nin genel olarak “tankie” esintili sol popülizmi, yakaladığı hızlı çıkışla, bu fikrin az çok çalıştığı bir zaman/mekan kombinine denk gelmiş görünüyor. Bunun sürdürülebilir olup olmadığı, güç elde ederse reçetesinin çalışıp çalışmayacağı, bütün bunların diğer Birleşik Batı ülkelerinde tutup tutmayacağı an itibariyle halen meçhul. Ancak solun popülizme varsayılan pozisyon olarak alerjik olmaması gerektiğini, ve BSW’nin siyasi serüveninin izlemeye değer olduğunu düşünüyorum. Buraya kadar okuduysanız, muhtemelen elit bir birey olduğunuzu varsayarak, sizi Yepisyeni Türkiye – YouTube izlemeye çağırıyorum. Çüz.


Dipnot

  1. Denazifikasyon sürecinde Almanya’da çok fazla tekrar edilen “multikulturalismus” kavramı ile sağın dalga geçmek için kullandığı bir argo terimi. Göçmenlere karşı “mezhebi genişlik” seviyesinde toleranslı ayağı çekerken, onlardan uzak durmak, gerçekten önemsememek, samimiyetsiz bir liberallik sinyallemek anlamında kullanılan bir sözcük. ↩︎

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu