Nicos Poulantzas’ın Çalışmaları Otoriter Sağı Anlamak İçin Hayati Bir Öneme Sahip – Panagiotis Sotiris (Çeviri: Kemal Büyükyüksel)
Nicos Poulantzas, faşizmi, kriz koşulları altında tüm kapitalist devletlerde gizlenen bir potansiyel olarak gören son derece orijinal bir yorum geliştirdi. Onun çalışmaları, günümüzde sağcı otoriterliğin oluşturduğu tehlikeyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Panagiotis Sotiris’in Jacobin dergisindeki makalesinin çevirisidir.
Yunan siyaset düşünürü Nicos Poulantzas, faşizmi hem teorik hem de stratejik bir meydan okuma olarak düşünmeye çalışan Marksistlerden biriydi. Faşizm üzerine yazıları sadece teorik kaygılardan değil, aynı zamanda acil siyasi gerekliliklerden de kaynaklanıyordu. Faşizme neyin yol açtığını tanımlamanın yanı sıra, faşizmi diğer “olağanüstü devlet” biçimlerinden ayırt etmeyi de amaçladı.
Poulantzas, faşizmi kapitalizmin tarihindeki bir anomali olarak sunan ve sistem hakkında hiçbir şey söylemeyen liberal yaklaşımı reddetti. Ancak aynı zamanda, faşist rejimleri, savaş arası dönemde kapitalist gelişimin zorunlu bir işlevi olarak tasvir eden ekonomik determinizmi de eleştirdi. Ona göre faşizmin potansiyeli kapitalist devletlerde mevcuttu, ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi sınıf mücadelelerinin sonucuna bağlıydı.
Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve başka yerlerdeki aşırı sağ siyasi hareketlerin yükselişiyle, bu hareketlerin savaş arası dönemdeki faşizmin deneyimini tekrarlayıp tekrarlamayacağı sorusu geniş çapta tartışılıyor. Poulantzas, bu tartışmalar için önemli bir referans noktası olabilir. Kapitalist demokrasilerin, liberal-demokratik yönetim biçimlerini korurken sivil özgürlükleri çiğneyen bir tür “otoriter devletçiliğe” kaydığı uyarısı, günümüzdeki eğilimler ışığında özellikle öngörülü görünmektedir.
Yunanistan’daki Darbe
1967-1974 yılları arasındaki Yunan askeri diktatörlüğü, Poulantzas’ın faşizm konusuna yönelmesinde özellikle önemli bir deneyimdi. Diktatörlük, Yunan siyasi sistemi ve Yunan sol hareketi – özellikle komünist hareket – için bir dönüm noktasıydı. Bu, 1940’ların sonlarında Yunan İç Savaşı’nda monarşist zaferden sonra şekillenen anti-komünist devletin sınırlarını temsil ediyordu.
Bu devlet, komünist siyasi faaliyetin cezai yaptırımlara tabi tutulması ve devlet içinde ordu ve monarşi gibi otoriter tedbirler ve güç merkezlerinden oluşan bir “paralel anayasa”nın varlığıyla birlikte bazı biçimsel parlamenter unsurları birleştirdi. Yoğun sosyal mücadeleler ve siyasi krizler döneminden sonra ordu, ABD devletinin ve kurumlarının en azından bazı unsurlarının desteğiyle bir darbe gerçekleştirdi ve “devletin partisi” olarak iktidara geldi.
Aynı zamanda, diktatörlük Sol için bir stratejik kriz anıydı. Sol partiler buna gerçekten hazırlıklı değildi – bu, kitlesel tutuklamalara yol açtı – ve bu, 1968’de partide bir bölünmeye neden olarak Yunanistan Komünist Partisi (KKE) içindeki çatışmaları gün yüzüne çıkardı. Ancak Poulantzas’ın değerlendirmelerini etkileyen başka gelişmeler de vardı.
Fransa’da 1968 sonrası devrimci solun bazı kesimlerinde, örneğin Maoist Gauche Prolétarienne’de, Gaullizmi bir faşizm biçimi olarak tasvir etme eğilimi vardı ki bu, Poulantzas’ın katılmadığı bir şeydi. Poulantzas, konumunu, gerçekten faşizmden farklı olan otoriter yönetim biçimlerine “faşist” nitelendirmesini genişletenlerden ayırmak istedi.
Aynı zamanda, faşist ve genel olarak “olağanüstü” devlet biçimlerinin, siyasi kriz veya hatta bir devlet krizi koşullarında nasıl ortaya çıkabileceğini incelemek istedi. Bu, faşizmi basitçe bir tür siyasi “patoloji” veya “anomalilik” olarak görme eğiliminde olan birçok ana akım faşizm okumasına karşı duruyordu, bunun yerine kapitalist sosyal formasyonlarda latent bir olasılık olarak ele alınmasını savunuyordu.
Poulantzas, 1967’de Paris’teki Yunan Öğrenciler Birliği dergisinde yayımlanan bir yazısında, 1967 darbesinin faşist olmadığını, çünkü klasik faşizmle ilişkilendirilen “popüler tabanı” tanımlayamadığını savundu. Ayrıca, Karl Marx ve Frederick Engels’in 19. yüzyıl Fransız siyaseti üzerine geliştirdikleri analizi takip ederek, 1960’ların sonlarında Yunanistan’da Bonapartizme yol açabilecek bir felaket dengesi göremediği için bunun Bonapartist olmadığını belirtti.
Aksine, bu darbe, ABD emperyalizminin uluslararası stratejisine karşılık geliyordu. Bu, ciddi bir halk mücadelesinin tırmanışının yaşandığı bir bağlamda – ki bu burjuvazi ile bir denge noktasına ulaşmamıştı – aynı zamanda egemen sınıflar içindeki bölünmelerle karakterize ediliyordu. Yunan ordusu gibi devletin bazı kısımlarının göreceli bir özerklik kazanmış olması da bunun başka bir belirtisiydi.
Poulantzas, 1967’deki ordu darbesinin faşist bir darbe olmadığı ve popüler bir tabana sahip olmadığı sonucuna vardı ve Sol’un yeni rejimin kitle örgütleri kurma girişimlerini boykot etmesi gerektiğini savundu:
Örneğin, [Georgi] Dimitrov’un raporuna göre, bu tür örgütler – Almanya ve İtalya’da olduğu gibi – devrimci bir şekilde kullanılmalıdır. Ve Dimitrov, kitlelerin olduğu her yerde devrimcilerin olması gerektiğini vurgularken, bireysel “dürüstlük” düzeyinde konuyu ele alan “devrimciler”i acımasızca eleştirir. Öte yandan, eğer, benim düşündüğüm gibi, faşist bir darbe ile karşı karşıya değilsek ve kesinlikle stabilize olmuş bir darbeyle de karşı karşıya değilsek, o zaman rejimin kitleleri çekmek için yaratabileceği örgütlerin mutlak boykot edilmesi ve bu şekilde izolasyonunun sürdürülmesi çizgisi izlenmelidir.
Bu, rejimin kurduğu resmi devlet sendikasının yeraltı sol partiler tarafından sızıldığı Francoist İspanya’dan farklıydı.
Faşizm ve Diktatörlük
Poulantzas’ın bu meselelerle ilgili temel teorik yüzleşmesi, ilk olarak 1970’te Fransızca olarak yayımlanan Faşizm ve Diktatörlük kitabıydı. Bu kitap, onun ünlü eseri Siyasal İktidar ve Sosyal Sınıflar’dan iki yıl sonra çıktı. Faşizmi tutarlı bir şekilde teorileştirme ve onu diğer olağanüstü devlet biçimlerinden ayırma çabasını sürdürdü ve aynı zamanda Mayıs 1968 sonrası devrimci strateji sorularına geri döndü.
Poulantzas’a göre faşizm, kapitalizmin emperyalist aşamasının “mümkün olan durumlardan biri” idi. Emperyalizmi, “sadece ekonomik bir fenomen değil, bütünüyle kapitalist gelişmenin bir aşaması” olarak teorileştirdi. Diğer bir deyişle, emperyalizm sadece ekonomik olaylarla belirlenmez, ne de yalnızca ekonomik alanda yer alır. Poulantzas, bu perspektifi Üçüncü Enternasyonal’in ekonomizmine karşı oluşturdu.
Bu aşamanın ekonomik değişikliklerinden ayrı olarak belirgin bir özelliği, kapitalist devlete yeni roller atamasıydı. Devlete yeni işlevler ve genişlemiş bir müdahale alanı veriyor, aynı zamanda yeni bir etkinlik düzeyi kazandırıyordu. Poulantzas, bunu savaş arası dönemde emperyalist zincir içindeki çelişkilerin birikimiyle ilişkilendirdi: “Devrim, zincirin en zayıf halkasında (Rusya) yapılmışken, faşizm sonraki iki halkada, yani o dönemde Avrupa’nın görece en zayıf olan yerlerinde ortaya çıktı.”
Poulantzas, faşizmin yalnızca “sınıf mücadelesinin somut durumu” ile açıklanabileceğini vurguladı, çünkü faşizmin kapitalizmin ‘ekonomik’ gelişiminin kaçınılmaz bir gereksinimine indirgenemeyeceğini düşünüyordu. Üçüncü Enternasyonal’in “ekonomist felaketçiliğini” reddetti ve bu hatalı paradigmanın, Avrupa komünist hareketinin faşizmle ilgili stratejik başarısızlıklarının çoğunu açıklayabileceğine inandı.
Poulantzas, faşizmi, kapitalizmin ekonomik krizinin bir ifadesi olarak devrimi daha yakınlaştıracak bir fenomen olarak tasvir etmenin hem analitik hem de siyasi olarak bir felaket olduğunu savundu. Faşizm ve Diktatörlük’te, faşizmi “kapitalist devletin en uç ‘sınırındaki’ bir devlet ve rejim biçimi” olarak ele alacak bir teori geliştirmeye çalıştı. Bu, faşizmin ne burjuva devletinin bir “patolojisi” ne de kaçınılmaz bir gelişimi olduğunu, ancak sınıf mücadelelerinin sonucuna bağlı belirli koşullara bağlı olduğunu ifade ediyordu.
Poulantzas, August Thalheimer, Antonio Gramsci ve Leon Troçki gibi komünist düşünürler tarafından geliştirilen faşizm analizlerinin önemini vurguladı. Ancak, onların bazı argümanlarını da eleştirdi. Örneğin, Thalheimer ve Gramsci’nin, Marx’ın Bonapartizm yorumuna dayanarak kullandıkları felaket dengesi kavramının, işçi sınıfının zaten yenildiği durumlarda geçerli olmadığını düşündü. Ayrıca, Troçki’nin 1930’larda Fransa’da yakın bir faşist tehlike algılamasının yanlış olduğunu savundu.
Faşizmin Unsurları
Poulantzas’a göre, faşizmin ortaya çıkması için kilit unsurlar şunlardı: İlk olarak, “egemen sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki iç çelişkilerin derinleşmesi ve keskinleşmesi” süreci vardı. İkinci olarak, “egemen sınıf veya sınıf fraksiyonlarından hiçbirinin, kendi siyasi örgütlenme yöntemleri veya ‘parlamenter demokratik’ devlet aracılığıyla, diğer sınıflar ve iktidar bloğunun fraksiyonları üzerinde ‘liderliğini’ empoze edemeyeceği” bir hegemonya krizi vardı.
Bu bağlamda, “güç bloğu içinde finans sermayesi ya da büyük tekelci sermayenin yeni bir sınıf fraksiyonunun hegemonyası” ve parti temsili ve egemen ideolojinin krizi gözlemlenebilirdi. Burjuvazinin “saldırgan stratejisi”, işçi sınıfının “savunma adımı” ile örtüşüyordu.
Bu unsurları ortaya koyarken, Poulantzas faşizmin dar bir “araçsal” kavramından kaçınmak istedi. Faşist partilerin ve devletlerin, iktidara yükseldikten sonra ve iktidardayken, daha geniş güç bloğu ve kurdukları hegemonyayı sağlayan büyük tekelci sermaye fraksiyonlarından tipik olarak “göreceli bir özerkliğe” sahip oldukları yorumunda ısrar etti.
Poulantzas, Üçüncü Enternasyonal tarafından geliştirilen faşizm analizinin belirli yönlerini çokça eleştirdi. Bu, Bulgar komünist lider Georgi Dimitrov’un 1935’te Komünist Enternasyonal’in Yedinci Kongresi’nde ileri sürdüğü ve faşizmi “finans kapitalin en gerici, şovenist ve emperyalist unsurlarının diktatörlüğü” olarak tanımladığı formülasyonları da içeriyordu.
Poulantzas’a göre, bu, faşist devletin temsil ettiği ekonomik çıkarların gereğinden fazla dar bir özetiydi. Ayrıca, Dimitrov’un belirttiği unsurlar dışında kalan tüm sermaye fraksiyonlarını içerebilecek bir ittifak stratejisi için de kapı aralıyordu. Faşizmin egemen sınıflar içinde yeni bir güç ilişkisini temsil etmesine rağmen, bu durumun yalnızca finans kapitalin çıkarlarını temsil ettiği anlamına gelmediğini savundu.
Üçüncü Enternasyonal’in söyleminin aksine, Poulantzas, işçi sınıflarının önemli yenilgileri ve işçi sınıfı hareketinin ve örgütlerinin ideolojik krizinin faşizmin yükselişine önemli katkıda bulunduğunu ısrarla belirtti. Ayrıca, sosyal demokrasiyi ve faşizmi ikiz, potansiyel olarak işbirlikçi güçler olarak sunan ve faşist partilerin kendi sosyal tabanlarını geliştirdikleri gerçeğini küçümseyen “sosyal faşizm” kavramının yetersizliğini vurguladı.
Ayrıca, küçük burjuva katmanların faşist partilere özel bağlılığını ele aldı. Poulantzas, ekonomik ve siyasi kriz döneminde, faşist partilerin ideolojisinin bazı unsurlarının bu katmanlar için bir çıkış yolu sunduğunu savundu; bu unsurlar arasında “devlet tapınması”, milliyetçilik, elitizm, ırkçılık ve militarizm yer alıyordu.
Poulantzas, faşizmi iktidarda, ideolojik bir krizi aşmaya yardımcı olan ve devlet müdahalesinin kapsamını yasanın belirlediği sınırların ötesine genişleten müdahaleci bir “olağanüstü devlet” olarak çok detaylı bir şekilde analiz etti. Egemen sınıfların farklı fraksiyonları arasındaki çelişkiler tek parti sistemi tarafından ortadan kaldırılmasa da, güç bloğunun siyasi olarak dağınık olduğu, siyasi partilerin diğer devlet aygıtlarının doğrudan “organizatör” rolü tarafından devre dışı bırakıldığı ve kitlelerin egemen ideolojiye tabi olduğu durumlara özgü “doğrudan temsil” biçimleri sunduğunu ısrarla belirtti.
Rekabetçi, çok partili seçimlerin askıya alınması, Poulantzas’ın inancına göre, meşruiyetin askıya alınması anlamına gelmiyordu. İktidardaki faşist partiler sürekli olarak bir tür “halk egemenliği”ni çağırıyor ve kitlelerin düzenli olarak seferber edilmesiyle ilgileniyorlardı.
Organik Krizler
Faşizm ve Diktatörlük, tartışmaya önemli bir katkı sağladı. Elbette yazarın, devlet aygıtları içinde formüle edilen stratejilerin, esas olarak egemen sınıf fraksiyonları içindeki ve arasındaki güç ilişkileri tarafından belirlendiğini düşünme eğilimi gibi eksiklikleri vardı. Bu, onun devletin göreceli özerkliği konusundaki ısrarına ters düşüyordu. Poulantzas ayrıca faşizmin kitle politikasına dayalı bir biçim olduğunu yeterince değerlendiremedi.
Bununla birlikte, analizi önemli bir denge kurmayı başardı. Bir yandan faşizmi, bir ülkenin sınıf mücadelesinin konjonktürel dinamiklerini yansıtan, bir başka deyişle belirli tarihsel dönemlerin “organik” bir yönü olarak ele aldı. Diğer yandan, faşizmin olasılığını vurgularken her devlet otoriterliğinin faşist olmadığını gösterdi.
Bu, tüm “olağanüstü devletleri” faşist olarak sunmaktan kaçınma arzusu, 1975’te yayımlanan Diktatörlüklerin Krizi kitabında da belirgindi. Bu kitap, diğer eserlerinden daha “müdahaleci” bir kitap olup, 1970’lerin ortalarında Yunanistan, Portekiz ve İspanya’daki sağcı otoriter rejimlerin çöküşünü analiz etmeye çalıştı. ABD emperyalizminin rolü hakkında bazı çok ilginç gözlemler içeriyordu.
Poulantzas, Güney Avrupa rejimleriyle başa çıkmada ABD’nin “çeşitli taktiklerinin” “Amerikan sermayesinin kendi içindeki çelişkilerle” ilişkili olduğunu tespit etti — bu çelişkiler ABD devleti içinde ifadesini buldu:
Amerikan devletinin özelliği, “dış faşizmi”nin, yani en kötü türden soykırımlara başvurmaktan genellikle çekinmeyen bir dış politika ve ideal demokrasi örneği olmaktan uzak (ABD’deki sosyal ve ulusal azınlıkların durumunu hatırlamak yeterlidir) kurumlara sahip olmasıdır. Yine de bu kurumlar, devlet aygıtları ve baskıcı aygıtların dalları içinde çeşitli sermaye fraksiyonlarının organik temsilini sağlar. Bu tür bir rejim, ulusun büyük çoğunluğunun ana siyasi hedefler konusunda gerçek bir kutsal birliği temel alsa da (bu konuda çok şey söylenebilir), devlet aygıtları içinde sürekli ve açık çelişkilerle kaçınılmaz olarak birlikte var olur.
Poulantzas, Washington’un tutumunun her zaman “çeşitli derecelerde destekten, daha az kötü olduğunu düşündüğü çözümlerin az çok pasif kabulüne kadar – belirli bir noktaya kadar – bir dizi olası çözümü” kapsayabileceğini savundu. ABD dış politikasında yer alan farklı devlet aygıtları bile bir dereceye kadar birbirine ters düşen amaçlarla çalışabilirdi:
CIA, Pentagon ve askeri aygıt ile Dışişleri Bakanlığı, Yönetim ve yürütme organının bütünü olarak Kongre’nin aksine farklı taktikler benimser; bu durum Yunanistan, Portekiz ve İspanya örneklerinde oldukça açıktır. Dahası, bu taktikler genellikle paralel olarak yürütülür ve birbirinden habersiz paralel ağlar ortaya çıkar ve hatta birbirleriyle mücadele eder.
Otoriter Devletçilik
1970’lerde Poulantzas, devletle ilgili sorular üzerinde çalışmaya devam etti ve çalışmalarını iki önemli yönde ilerletti. Bir yandan, devleti, kendi “özüne” sahip bir “varlık” olarak değil, “bir ilişki, daha doğrusu bir sınıf ilişkisinin yoğunlaşması” olarak tanımlayan oldukça orijinal, ilişkisel bir tanım geliştirdi.
Öte yandan, daha ayrıntılı bir devlet krizi teorisi ortaya koydu:
Bu çelişkiler dizisi, devletin tam kalbinde kendini ifade eder (devlet bir ilişkidir) ve devlet krizinin özelliklerini belirleyen bir faktördür: devletin dalları ve aygıtları arasındaki artan iç çelişkiler, aygıtlar arasındaki hakimiyetin karmaşık yer değişimi, belirli bir aygıtın ideolojik rolünün devlet şiddetinin kullanımının güçlenmesiyle birlikte vurgulanması ve benzeri. Bunların hepsi, devletin sarsılan sınıf hegemonyasını yeniden tesis etme çabalarının bir göstergesidir.
Poulantzas’a göre, bu, “belirli bir ‘demokratik siyasetin’ kapitalizmde sona erdiğini” işaret edebilecek otoriter bir dönüşe yol açıyordu.
Poulantzas, bu yeni “güçlü devlet” otoriterliğinin bir dizi dönüşümünü tespit etti:
Yürütme organında olağanüstü bir güç yoğunlaşması, sadece “halk” parlamenter temsilinden değil, aynı zamanda halk oyuna dayalı bir dizi ağdan da zarar görme pahasına . . . üç gücün (yürütme, yasama ve yargı) organik karışıklığı ve bunlara karşılık gelen aygıtların veya dalların eylem ve yetki alanlarına sürekli müdahale . . . vatandaşların siyasi özgürlüklerini kısıtlayan devletin keyfi politikalarının hızlanması . . . burjuva siyasi partilerin rolünün hızlı düşüşü ve siyasi örgütsel işlevlerinin (hem güç bloğu hem de baskı altındaki sınıflar perspektifinden) devletin yönetimi ve bürokrasisi lehine yer değiştirmesi . . . devlet şiddetinin (hem fiziksel şiddet hem de “sembolik şiddet” anlamında) kullanımının vurgulanması . . . yeni “sosyal kontrol” devrelerinin geniş bir ağının yaratılması (genişletilmiş polis gözetimi, psikolojik-psikanalitik bölümler, sosyal refah kontrolleri).
Son eseri Devlet, İktidar, Sosyalizm’de Poulantzas, bu kapitalist devletlerin dönüşümlerini “otoriter devletçilik” olarak tanımladı:
Daha iyi bir terim bulunmadığı için, bu devlet biçimini otoriter devletçilik olarak adlandıracağım. Bu, değişimin genel yönünü belirtebilir: sosyo-ekonomik yaşamın her alanında devlet kontrolünün yoğunlaşması, siyasi demokrasi kurumlarının radikal düşüşü ve sözde “biçimsel” özgürlüklerin çok yönlü ve acımasız kısıtlanmasıyla birleşmiştir. Bu özgürlüklerin gerçekliğininse kaybedildiği için farkına varılır.
Poulantzas, bu otoriter devletçiliği totalitarizm veya faşizmden ayırmak konusunda dikkatliydi. Bu, bu dönüşümlerin kapsamını veya otoriter karakterini hafife aldığı için değil. Aksine, bir tür “olağanüstü devlet” ile değil, “demokratik” kapitalist devletlerin otoriter mutasyonu ile ilgilendiğimiz için:
Otoriter devletçiliğin ortaya çıkışı ne yeni bir faşist düzenle ne de faşizme yönelik bir eğilimle özdeşleştirilemez. Günümüz devleti, ne gerçek bir olağanüstü devletin yeni biçimidir ne de böyle bir devlete giden yolda geçici bir formdur: kapitalizmin mevcut aşamasındaki burjuva cumhuriyetin yeni “demokratik” biçimini temsil eder. . . . Demokratik devletlerin tarihinde ilk kez, mevcut biçim, totalitarizmin dağınık unsurlarını içerdiği gibi, resmi devletle paralel olarak çalışan kalıcı bir yapıda onların organik varlığını kristalize eder.
Poulantzas, bu dönemde kapitalist devletlerin otoriter dönüşümü ile Sovyet liderliğindeki Doğu bloğunda “gerçekten var olan sosyalizm”in otoriter veya “totaliter” karakteriyle de ilgilendi. Bir anlamda, Devlet, İktidar, Sosyalizm’de dile getirdiği demokratik yoldan sosyalizm kavramı, her iki meydan okumayla da başa çıkma yoluydu.
Poulantzas, güçlü toplumsal hareketlerin varlığı sayesinde, devlet içinde sosyal güç ilişkilerini yoğunlaştıran köklü değişiklikler yapmanın mümkün olabileceğine inanıyordu. Hükümet gücünü ele geçirme ile özerk toplumsal seferberliği birleştiren bir strateji aracılığıyla sosyalist dönüşümün yolu açılabilirdi. Temsilci ve doğrudan demokrasi biçimlerini birleştirecek olan bu demokratik sosyalizm fikri, Sovyet tarzı “gerçekten var olan sosyalizm” çıkmazına da cevabıydı.
Poulantzas’ı Bugün Okumak
Poulantzas, radikal-demokratik devlet dönüşümünün olasılığı konusunda aşırı iyimser olmakla ve devlet içinde yerleşik olan maddi dinamiklerin – tam da “otoriter devletçilik” olarak tanımladığı şeyin – solcu hükümetçilik girişimlerine kendi mantığını dayabilme ihtimalini küçümsemekle eleştirildi (1980’lerde Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin deneyimleri bunu gösterecekti). 1979’daki intiharı, teorik yolculuğuna erken bir son vererek, düşüncesinin daha sonra hangi yönlere gidebileceği konusunda birçok açık soru bıraktı.
Ancak Poulantzas, kapitalist devletlerin dönüşümü hakkında bize bazı paha biçilmez içgörüler bıraktı. Özellikle önemli olan, ilerleyen yıllarda çok daha belirgin hale gelecek olan otoriter eğilimleri ve kaymaları tespit etmesiydi. Neoliberal devletlerin otoriter-disipliner yönleri – “terörle mücadele” yasalarının baskıcı uygulamalara ve gözetim mekanizmalarına örtü olarak kullanılmasını da içeren – artık bize çok tanıdık geliyor.
Poulantzas, özelleştirme ve pazar yanlısı deregülasyonun neoliberal gündeminin devletin geri çekilmesini içermeyeceğini öngörmekte de haklıydı. Bunun yerine, idari müdahalelerin ve mekanizmaların genişletilmesini gerektirecekti ve bunların çoğu herhangi bir demokratik kontrol veya popüler hareketlerden gelen girdiden yalıtılmış olacaktı.
Sözde bağımsız (ve seçilmemiş) otoritelerin çoğalması ve merkez bankalarının artan gücü bunun tipik örnekleridir. Avrupa bağlamında, Avrupa entegrasyonu kisvesi altında neoliberal politikaların dayatılması, seçilmemiş Avrupa Birliği kurumlarının otoritesinin genişletilmesine ulusal düzeyde demokratik karar alma süreçlerine göre öncelik verilmesi anlamına gelmiştir.
Poulantzas’ın çalışmaları, günümüzdeki aşırı sağ siyasi hareketleri daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Bu hareketler, sadece siyasi kriz durumlarıyla değil – ki bu Sol’un çeşitli biçimlerdeki krizini de içerir – aynı zamanda devletlerin otoriter dönüşümüyle bağlantılıdır. Göçmenler ve mültecilere karşı yöneltilen yeni devlet ırkçılığı biçimleriyle birlikte gelişir. Ayrıca, belki de en önemlisi, faşizme ve devlet otoriterliğine karşı direnişi, daha geniş anti-kapitalist mücadelelerden ayrı tutamayacağımızı ortaya koyar.
Böyle bir direniş, sadece liberal demokrasinin basit savunmasına sınırlı minimalist ittifaklar yerine, işçi sınıflarının diğer alt sınıflarla oluşturduğu bir bloğa dayanıyorsa etkili olabilir. Sonuçta, ileri kapitalist devletlerin mevcut “postdemokratik” mutasyonlarını düzenleyen esas olarak sözde anayasal partileridir. Çoğu aşırı sağ siyasi hareket, liberal demokrasinin mevcut kurumsal çerçevesiyle, Avrupa Birliği gibi ulusötesi tezahürleri de dahil olmak üzere, tam uyum içinde olduğunu ilan etmekte sorun yaşamaz.
Bu, Poulantzas’tan çıkarabileceğimiz bir diğer önemli derse işaret eder. Demokratik sosyalizm yoluna ilişkin vizyonu, olası reformist okumalar için haklı olarak eleştirilse de, “sosyalizmin ancak demokratik olabileceği” iddiası sadece SSCB ve müttefiklerinin deneyimlerinden uzaklaşma meselesi değildi. Aynı zamanda, “demokrasinin ancak sosyalist olabileceği” anlamına da geliyordu. Çünkü kapitalizm ve demokrasi arasında “organik” bir ilişki yoktur. Alt sınıfların kendi kendini yönetimi olarak demokrasiyi gerçekleştirebilmenin tek yolu, kapitalizmin ötesine geçme mücadelesiyle mümkündür.