Dış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündem

Artan Emperyalist Rekabetlerin Dünyasında Yaşıyoruz – Ilya Matveev

Hem ABD hem de Çin liderleri yeni bir Soğuk Savaş olasılığını küçümsüyor — ancak bu söylemleri asla ikna edici değil. Dünya ekonomisindeki büyük çaplı değişimler, yeni bir emperyalist rekabeti tetikliyor ve bu rekabet, bir dizi bölgesel savaşla tehlikeli kriz noktaları yaratıyor.

Uluslararası siyasi ve ekonomik düzen hızla değişiyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, giderek daha fazla korumacılık, sanayi politikası ve tedarik zincirlerinin yalnızca müttefiklerden sağlanmasını içeren friend-shoring (dost kıyılama) uygulamalarına yöneliyor. ABD, Çin’in ekonomik ve jeopolitik yükselişini kontrol altına alma gerekliliğini neredeyse açıkça kabul ediyor. Bu arada, Rusya izole edilmiş ve yaptırımlarla kuşatılmış bir parya devleti haline geldi. Ancak ekonomisinin büyüklüğü ve dünyanın en büyük enerji ihracatçılarından biri olması, Batı karşıtı koalisyonun doğasını değiştiriyor ve aynı zamanda ABD-Çin rekabetini de etkiliyor. Gazze’de ise “kurallara dayalı düzen” adı verilen sistemin keyfi doğası gözler önüne seriliyor.

Bu küresel emperyalist kaymalar karşısında, Sol’un hem ilerici bir dış politika hem de içeride radikal bir değişim vizyonu için rehberlik edebilecek bir analize ihtiyacı var. Bu yazıda, mevcut emperyalist yeniden hizalanmanın sınırlarını tanımlamayı ve Sol’u bu uluslararası süreçleri, özellikle yarı-çevre ülkelerinde, eleştirel bir perspektifle incelemeye çağırmayı amaçlıyorum.

ABD-Çin Rekabeti

Son birkaç yıldır, ABD-Çin ilişkileri giderek kötüleşti, düşmanca söylemler ve Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin 2022’de Tayvan’a yaptığı ziyaret gibi hareketlerle gerilim tırmandı. Ancak son aylarda, ABD ve Çin liderleri uzlaşmacı bir dil kullanarak, hiçbirinin çatışma ya da yeni bir Soğuk Savaş istemediğini vurguluyor. Hem Joe Biden hem de Xi Jinping durumu sözlü olarak yatıştırmaya çalışıyor, ancak ikisi de inandırıcı görünmüyor.

Tek bir ulusötesi kapitalist sınıf olduğu tezi, ampirik açıdan giderek daha sorunlu hale geliyor. Sorunun bir kısmı söylemin kendisinde yatıyor. Nisan 2023’te, ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, iki ülke arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olmadığını ve ABD’nin Çin’in ekonomik yükselişini engellemeye çalışmadığını yineledi. Ancak ardından şu açıklamayı yaptı: “Çin’in ekonomik büyümesi, ABD’nin ekonomik liderliğiyle uyumsuz olmak zorunda değil.” Bu açıklama, ABD’nin yönetici çevrelerinde, ABD ile Çin arasında hem ekonomik hem de jeopolitik eşitliğin kabul edilemez olduğu yönündeki ortak görüşü yansıtıyor. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin eski bir üyesi olan Ryan Hass, Eveteign Affairs için kaleme aldığı ve “Amerika’nın Çin’den İstediği” başlıklı makalede benzer bir mantığı dile getiriyor. Hass, ABD’nin Çin’i uluslararası sisteme dahil etmeye çalışması gerektiğini, Pekin’i “ulusal hedeflerini gerçekleştirmek için en iyi yolun mevcut kurallar ve normlar içinde hareket etmek olduğunu” ikna etmesi gerektiğini savunuyor. Ancak Yellen gibi, Hass da ABD’nin ekonomik liderliğini koruması gerektiğini, özellikle ulusal güvenlik açısından önemli alanlarda teknolojik inovasyon konusundaki üstünlüğünü sürdürmesi gerektiğini vurguluyor.

Hem Yellen hem de Hass, Çin’i ABD merkezli sistemin ekonomik kalkınma açısından en iyi seçenek olduğuna ikna etmeye çalışırken, ABD’nin ekonomik üstünlüğünü koruma gerekliliğini vurgulayan bir çelişkiyi çözmeye çalışıyorlar — gerekirse Pekin’in ileri teknolojiler geliştirmesini aktif olarak engelleyerek. Adam Tooze’nin belirttiği gibi, “ABD’nin Çin’in ekonomik büyüme yolunu tanımlama hakkını kendine ayırdığı Yellen’in vizyonunun, barışın temeli olabileceğini görmek zor.” Nitekim, ABD bu hakkı pratikte talep ediyor gibi görünüyor; en önemlisi, Çin yarı iletken endüstrisine geniş çaplı yaptırımlar getirerek. Huawei, ABD yaptırımlarına rağmen yerli olarak üretilen yedi nanometre işlemciyle donatılmış yeni bir 5G telefonu tanıttığında, ABD Ticaret Bakanı Gina Raimondo, “rahatsız” olduğunu ve Çin’in bu tür çipleri büyük ölçekli olarak üretebileceğine dair bir kanıt olmadığının “tek iyi haber” olduğunu kabul etti. ABD’nin yaptırımları uygulamak için “farklı araçlara” ihtiyaç duyduğunu da ekledi. Bu açıklamalar, ABD’nin Çin yarı iletken endüstrisinin gelişimini sınırlama politikasının devam ettiği bağlamında mantıklı. Ancak, Yellen’in “bu ulusal güvenlik eylemlerinin rekabetçi ekonomik avantaj elde etmek veya Çin’in ekonomik ve teknolojik modernizasyonunu engellemek için tasarlanmadığı” beyanı ışığında mantıklı değil. Çip endüstrisinin ekonomik kalkınma açısından merkeziliği göz önüne alındığında, bu eylemlerin başka ne amaçla tasarlandığı anlaşılmıyor.

Özellikle Biden liderliğinde, her iki taraf da ABD-Rusya ilişkilerinde yaygın olan saldırgan “ötekileştirmeyi” önlemek için çaba sarf ediyor. ABD ulusal güvenlik kuruluşunun başlıca düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın son raporu, Çin’in niyetlerini ve motivasyonlarını anlamada yanlış anlamaları önlemek için açık diyalog ve dikkatli diplomasi çağrısında bulunuyor. Hem ABD hem de Çin liderlikleri, ilişkilerinin dünyanın kaderi için önemini biliyor ve hiçbiri aktif olarak çatışma aramıyor. Ancak, ticaret savaşları, artan ihracat ve yatırım kontrolleri, bilimsel işbirliğinin çeşitli bölümlerinin karşılıklı güvenliğe tabi tutulması ve Tayvan ile Güney Çin Denizi gibi jeopolitik açıdan gergin noktalarla ikili ilişkilerin bozulma sarmalı durdurulamaz görünüyor. ABD ve Çin, daha az saldırgan bir duruş benimseyerek ve stratejik yönelimlerini değiştirerek, örneğin ABD, stratejik ve ekonomik üstünlük hedefinden vazgeçerek, girdaba giren süreçteki çatışmadan kaçınabilir mi?

Marksist emperyalizm teorileri — Rosa Luxemburg ve Vladimir Lenin tarafından geliştirilen klasik teoriler ve David Harvey’in “yeni emperyalizm” teorisi gibi modern teoriler — saldırgan dış politikayı sermaye birikiminin çelişkilerine bağlar. Bu görüşe göre, emperyalist rekabetler, mesihçi emperyalist ideolojilere veya diğer devletler için güvensizlikler yaratan güvenlik arayışlarına indirgenemeyen yapısal bir nedene sahiptir. Marksist yoruma göre, iç endüstriyel kapasite fazlası ve sermaye birikim fazlası, ulusal burjuvaziyi dışa doğru genişlemeye zorlar. Bu girişimde, sermaye, yurtdışındaki yatırımlarını, pazarlarını ve ticaret yollarını korumak için devletin yardımını alır. Pazarlar ve kârlı yatırım olanakları üzerindeki ulusal temelli sermaye çatışması, emperyalist rekabetlere yol açar. Bazıları, ulusötesi kapitalist sınıfın (TCC) ortaya çıkması ve onun çıkarlarına hizmet etmek üzere oluşan “ulusötesi devlet” nedeniyle bu tür çatışmaların artık geçersiz olduğunu savunuyor. Ancak, TCC tezi ampirik açıdan giderek daha sorunlu hale geliyor. Araştırmalar, küresel kapitalist ağların oldukça bölgeselleşmiş ve düzensiz olduğunu, Küresel Kuzey ile diğer ülkeler, özellikle Çin arasında sınırlı bağlantılar olduğunu gösteriyor. “Ulusötesi devlet” kavramı ise, artan militarizasyon, korumacılık, ticaret savaşları ve ABD’nin “Asya’ya Dönüş” stratejisi ile Çin’in “Kuşak ve Yol İnisiyatifi” gibi çelişen jeopolitik vizyonlar karşısında daha da hayal ürünü görünüyor.

Şöyle bir yanıt verenler olabilir: ABD-Çin rekabeti, küreselleşmiş birikim rejimini ulusal bölünmeler olmadan tercih edecek kapitalist elitlerden ziyade, ulusal güvenlik elitleri ve onların “ulusal çıkar” vizyonları tarafından yönlendiriliyor olabilir. Diğer bir deyişle, devletin kapitalist çıkarlarla olan göreli bağımsızlığı nedeniyle, ara-emperyalist rekabetlerin ekonomik olmayan nedenleri olabilir. Bu argüman ilke olarak göz ardı edilemez (ve ABD-Rusya çatışmasını açıklamada merkezi bir rol oynar), ancak ABD-Çin rekabetine pek uygulanamaz. Tarihsel kayıtlara ve Çin’in stratejik düşüncesine bakıldığında, Çin’in özellikle çatışmadan kaçınma geleneğine sahip isteksiz bir emperyalist ülke olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, iç piyasadaki kapasite fazlası ve sermaye birikimi, Çin’i neredeyse otomatik olarak küresel askeri varlığını genişletmeye zorlar, bu da ABD ile hem ekonomik hem de güvenlik gerilimlerini yaratır. Devletle sıkı sıkıya bağlı olan Çin sermayesinin genişleme tehdidiyle karşı karşıya kalan ABD kapitalist sınıfının bazı kesimleri, iki ülke arasındaki ekonomik bağımlılığa ve Amerikan şirketleri için Çin pazarının önemine rağmen Çin’e karşı daha çatışmacı bir duruş benimsemiştir. Sahne, yirmi birinci yüzyılı tanımlayacak emperyalist rekabet için hazırdır.

Temel ekonomik dinamiğiyle, ABD-Çin rekabeti, Lenin ve Luxemburg gibi klasik Marksist emperyalizm teorilerine geri dönüyor ve ulusötesi kapitalist sınıf teorisi gibi, ABD liderliğindeki küreselleşme dönemini açıklamak için geliştirilen modern varyasyonları çürütüyor. Bu, yüzyıllık Marksist emperyalizm teorilerinin yeni bağlama basitçe yeniden uygulanması gerektiği anlamına gelmez. Emperyalizm (güç asimetrisi koşullarında bir devletin diğer devletlere karşı ekonomik, askeri ve diğer baskı biçimlerini proaktif olarak kullanması) ve emperyalist rekabetler (bölgesel ve küresel hakimiyet üzerine emperyalist devletler arasındaki çatışmalar) karmaşık nedenlere sahip olabilir ve sermaye birikiminin çelişkilerine indirgenemez. Ancak, modern ABD-Çin rekabeti örneğinde olduğu gibi, bazı durumlarda ekonomik faktörler ön planda yer alır.

Bu faktörler potansiyel olarak patlamaya hazır bir durumu ortaya koyuyor. Michel Pettis, daha fazla çatışmayı neredeyse kaçınılmaz kılan bir analiz sunuyor. Bugün, Çin, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde 18’ini oluşturmaktadır. Ancak, küresel tüketimin sadece yüzde 13’ünü oluştururken, küresel yatırımın yüzde 32’sini ve küresel imalatın yüzde 31’ini oluşturmaktadır. Çin, önümüzdeki on yıl boyunca yüzde 4 ila 5 büyüme oranlarını koruyabilirse ve mevcut yatırım ağırlıklı modeli sürdürürse, küresel GSYİH’deki payı yüzde 21’e yükselecektir. Ancak tüketim, küresel toplamın hala yüzde 15’inden az olacaktır, yatırım yüzde 38’e ve imalat yüzde 36’ya çıkacaktır. Bu, dünyanın geri kalanının imalat kapasitesinin daha fazlasını Çin’e bırakmasını gerektirecektir.

Önde gelen kapitalist güçler, korumacılık tedbirlerini yürürlüğe koydukça ve iç sanayiye büyük yatırımlar yaptıkça (örneğin, Biden yönetimi, ABD’de yeni bir “imalat yatırım süper döngüsü” başlattı), Çin’in endüstriyel büyümesini artık kabul etmeye istekli değiller. Bu, Çin’e az sayıda seçenek bırakıyor. Bir seçenek, ekonomiyi iç tüketime yeniden dengelemek, ki bu, ülkenin siyasi ekonomisinde benzeri görülmemiş bir değişim gerektirecek ve mevcut yatırım ağırlıklı ihracat odaklı modelin faydalanıcılarından sert dirençle karşılaşacaktır. Diğer bir seçenek ise, yeni pazarlar arayışını yoğunlaştırmak, bu da küresel ölçekte daha fazla iddialı hale gelmek anlamına gelecektir. Mevcut büyüme modeliyle, Çin’in başka bir alternatifi yok; “dışarı çıkmak” ve Küresel Kuzey’de merkezlenen şirketlerle aynı pazarlar için rekabet etmek zorunda. Ho-fung Hung’a göre, “ABD ve Çin şirketleri arasındaki kapitalist rekabet, Çin’in iç pazarıyla sınırlı değil — rekabet küreselleşti.” ABD-Çin rekabetinin ekonomik faktörlere indirgenmemesi gerekirken, temel ekonomik mekanizması oldukça belirgin ve yıllar boyunca çalışmaya devam edecektir.

Rusya: Kaosu Serbest Bırakmak

Kremlin’in ABD ile olan çatışması, ABD-Çin rekabetinden farklı bir doğaya sahip. Sovyet sonrası Rusya’nın ekonomik ağırlığı, Küresel Kuzey’deki sermaye birikim merkezlerini tehdit etmek için her zaman çok sınırlı oldu. Bunun yerine, Rus sermayesi, özellikle finansal alanda küresel entegrasyondan faydalandı ve Batı’ya demir atan küresel kapitalist ağın düğümlerinden biri haline geldi. Rusya’nın Sovyet sonrası alandaki “etki alanı” iddiası, Rus şirketlerinin bölgesel genişleme arayışları gibi ekonomik bir mantığa sahip. Ancak, Rus emperyalizminin 2014’ten bu yana şiddetli, ilhakçı dönüşümü ve 2022’de Ukrayna’nın işgaliyle doruğa ulaşması kapitalist çelişkilere dayanmaz. Aslında, bu eylemler Rus sermayesinin uluslararası konumunu dramatik bir şekilde zayıflattı. Bazıları, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığının köklerinin “güvenlik ikilemi”nde yattığını savunuyor: NATO’nun doğuya genişlemesi, Doğu Avrupa devletlerine güvenlik sağlarken, Rusya’nın güvenliğini azalttı ve Kremlin, 2014’te Ukrayna’nın NATO üyeliği gerçek, ancak uzak bir olasılık haline geldiğinde nihayet “patladı.”

Bu yorum, NATO’nun genişlemesinin Rusya’ya (dünyanın en büyük nükleer cephaneliğinin sahibi) yönelik gerçek güvenlik risklerini abartmakta ve Kremlin’in gelecekte çatışmalardan kaçınmak için çatışmalar yaratma eğiliminin ters etkisini küçümsemektedir. Aslında, Kremlin’in 2014 ve 2022’de aldığı kararlar, Rusya’nın kırılganlıklarını abartan ve “en iyi savunma saldırıdır” sloganı altında önleyici askeri harekat çağrısında bulunan belirli bir ideolojik vizyonun ürünüdür. Gerçek tehditlerin ve emperyalist saldırganlığın olası sonuçlarının yanlış algılanması, Kremlin’in yalnızca yabancı entrikalar olarak görebildiği 2014 Ukrayna’daki Maidan devrimi ve 2011-12 Rusya’daki muhalefet hareketi gibi tabandan gelen halk hareketlerine yönelik derin korku ve yanlış anlamadan kaynaklanıyordu. Rejimin hayatta kalma korkusu, Batı’nın Rusya’ya karşı bir komplosu korkusu (veya “Batı kuşatması” — 2014’ten önce Rusya’ya sınır ülkelerde kalıcı NATO üsleri olmamasına rağmen) olarak şekillendi ve nihayetinde Kırım’ın ilhakını, Donbas müdahalesini ve nihayetinde 2022’de Ukrayna’nın tam ölçekli işgalini mümkün kılan zehirli ideolojik anlatıyı oluşturdu. Rusya’nın Batı ile olan çatışması, ABD-Çin rekabetinden farklı olarak, yapısal, özellikle ekonomik nedenlerden ziyade ideolojik (yanlış) algılara dayanmaktadır. Ancak, Putin’in Ukrayna’yı işgal etme kararı ne kadar tesadüfi ve ideolojik olarak motive edilmiş olursa olsun, geniş kapsamlı küresel sonuçları olmuştur.

Bu sonuçlardan biri, Rus saldırganlığına verilen yanıtla pekiştirilen Batı bloğunun yeni birliğidir (bu birlik, Donald Trump’ın ABD’de seçilmesi ve sonraki dış politika değişikliği ihtimaliyle hala tehlike altında olsa da). Ukrayna’daki savaş, ABD-Çin rekabetini de derinden etkiledi. Kasım 2023’te, Rusya ile Çin arasındaki ticaret 200 milyar doları aştı. Rusya şimdi Çin’in beşinci en büyük ticaret ortağı; enerji ve tarım ürünlerinin hayati bir tedarikçisi olmasının yanı sıra, sürekli kapasite fazlası bağlamında sanayi ihracatlarının önemli bir alıcısıdır. Rusya ile Çin arasındaki ekonomik ilişki oldukça asimetriktir ve bu, Çin’e Sibirya’nın Gücü 2 doğal gaz boru hattı müzakerelerinde üstünlük sağlıyor: Çin tarafı, Avrupa pazarının olmaması durumunda Gazprom’un gazını satacak başka bir yeri olmadığını biliyor. Ancak, siyasi olarak, Kremlin, bazı analistlerin iddia ettiği gibi, Çin’in “vesayeti” altında değil. Örneğin, Putin, uluslararası savaş suçları soruşturmasına konu olduğu bir dönemde bile, yönetimini devam ettirmesi için Xi’nin doğrudan ve açık desteğini almayı başardı — bu da Çin’i, Putin’in hükümetinin hayatta kalmasına yatırım yapar hale getirdi.

Hem siyasi hem de ekonomik olarak, Çin ve Rusya giderek daha fazla birbirine bağımlı hale geliyor. Bu, iki ülkeyi doğmakta olan bipolar dünyada Batı karşıtı bir “kutuplaşma” haline getirmiyor, ancak kesinlikle Çin’in Batı ile olan ilişkisine ek bir yük bindiriyor. Putin, işgali başlattığında Çin’in ABD ve diğer Küresel Kuzey ülkeleriyle olan çelişkilerinin farkındaydı; bu çelişkileri yoğunlaştırmayı başardı. Yapısal ekonomik faktörlerin yanı sıra Kremlin’in tarihi savaşı, Çin’i Batı’dan uzaklaştırıyor. Çin liderleri, Kremlin’in 2014’te yaptığı gibi, dikkatsizce çatışmaya girmiyorlar, ancak “ittirme” faktörü oldukça güçlü.

Yarı-Çevre

Rusya’nın Ukrayna’ya işgaline verdikleri yanıt açısından, yarı-çevre ülkeleri birkaç gruba ayrılabilir. İlk grup, Kuzey Kore, İran ve Rusya’nın müttefik devleti Suriye gibi, Batı ile tam bir çatışma içinde olan son derece izole devletlerden oluşur. Bu ülkeler, Rusya’ya askeri malzeme sağladılar, özellikle insansız hava araçları (İran) ve top mermileri (Kuzey Kore). Batı’yı daha da kışkırtarak hiçbir şey kaybetmedikleri ve Rusya ile daha yakın bir ortaklıktan çok şey kazanacakları göz önüne alındığında, bu şaşırtıcı değil. Rusya, şimdi yıllık 2.76 milyar dolarlık yatırımla İran’ın en büyük yabancı yatırımcısı konumunda. Rusya’nın parya devletler topluluğuna eklenmesi, bu topluluğa daha fazla ekonomik güç veriyor ve birlikte Batı yaptırımlarına karşı hayatta kalmayı kolaylaştırıyor.

Batı yörüngesinde kalmaya devam eden ve eleştirel analizlerde sıklıkla “alt-emperyalist” olarak tanımlanan önemli yarı-çevre ülkeleri arasında iki tür tepki dikkat çekicidir. Biri, Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’si veya Narendra Modi’nin Hindistan’ı gibi durumu maddi kazanç için kullanmaktır. Türkiye, ikili ticaretin işgalden bu yana yüzde 50’den fazla artmasıyla Rusya’nın ekonomik can simitlerinden biri haline gelirken, Hindistan şimdi Rus ham petrolü için kilit bir hedef haline geldi, bunu rafine ediyor ve sıklıkla Batı’ya yeniden satıyor. Diğer alt-emperyalist devletlerin, örneğin Güney Afrika ve Brezilya’nın tepkileri, ekonomik faktörlerle daha az bağlantılı olup, çatışmayı çözmek ve barış sağlamak için samimi, ancak büyük ölçüde yanlış yönlendirilmiş girişimleri içerir. Genel olarak, büyük yarı-çevre devletlerinin BM Genel Kurulu’ndaki oy verme modeli (bkz. Tablo 1), Rusya’nın savaşını açıkça kınama isteksizliğini göstermektedir. Ancak, Türkiye bu modelden saparak Rusya ile ekonomik bağlarını, askeri bağlantılı malların tedarikini de içerecek şekilde genişletmeye devam ediyor ve bu da uluslararası duruşunun ikiyüzlü ve fırsatçı olduğunu ortaya koyuyor. Aslında, alt-emperyalist devletler genellikle savaşı Batı’dan bağımsızlıklarını ilan etmek için kullanmışlardır, halkları ise büyük ölçüde Rusya’nın saldırganlığını kınamaktadır. Ayrıca, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin başlamasından bu yana geçen iki yılda, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi Batı egemenliğindeki küresel düzene alternatif olan uluslararası organizasyonlar genişlemeyi sürdürmüştür.

Tablo 1: Yarı-Çevre Ülkelerinin BM Genel Kurulu’ndaki Ukrayna ile İlgili Kararlara Oyları

TarihKararBrezilyaHindistanÇinGüney AfrikaTürkiyeİranKuzey Kore
2 Mart 2022Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınayan kararEvetÇekimserÇekimserÇekimserEvetÇekimserHayır
24 Mart 2022Rusya’nın sivil nüfusa yönelik saldırılarını kınayan kararEvetÇekimserÇekimserÇekimserEvetÇekimserHayır
7 Nisan 2022Rusya’nın BM İnsan Hakları Konseyi üyeliğini askıya alan kararÇekimserÇekimserHayırÇekimserEvetHayırHayır
12 Ekim 2022Rusya’nın Doğu ve Güney Ukrayna bölgelerini ilhakını reddeden kararEvetÇekimserÇekimserÇekimserEvetAbsentHayır
14 Kasım 2022Rusya’nın Ukrayna’ya savaş tazminatı ödemesini talep eden kararÇekimserÇekimserHayırÇekimserEvetHayırHayır
23 Şubat 2023Ukrayna’da kapsamlı, adil ve kalıcı barışı talep eden kararEvetÇekimserÇekimserÇekimserEvetÇekimserHayır

Alt-emperyalist devletlerin özerkliği hala belirgin sınırlara sahiptir. Onları ABD merkezli uluslararası düzene bağlayan en büyük faktör, ABD dolarının hakimiyetidir. Bu para biriminin eşsiz rolünü yansıtan BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası, küresel finansal piyasalardan para toplama yeteneğini sürdürmek için Rusya’daki projelere fon sağlamayı reddetti — oysa Rusya, bankanın kurucularından bşrş. Rusya’ya yönelik Batı yaptırımlarını aşmak için fırsatçı girişimlerde bulunurken, Türkiye gibi ülkeler, ABD dolarının küresel finansal sistemdeki hakimiyeti sayesinde mümkün kılınan ikincil yaptırımlardan kaçınmak için dikkatli davranıyor. Ortak BRICS para birimi giderek daha fazla tartışılırken, hala uzak bir olasılık olarak kalmakta ve alt-emperyalist devletler, ABD dolarıyla sınırlı işletme yeteneğine sahip Rusya’ya katılmaya pek hevesli değiller. Aynı zamanda, Amerikan para biriminin gittikçe artan biçimde silah şeklinde kullanılmasının sonuçları ve Çin yuanının kademeli ancak belirgin yükselişi, ABD kurumlarını dolar hakimiyetine yönelik tehdidi ciddiye almaya teşvik ediyor.

Bölgesel Çatışmalar

Gazze savaşı gibi bölgesel çatışmaların, küresel dönüşümlere indirgenemeyen kendi nedenleri ve mantıkları vardır. Bununla birlikte, küresel gelişmelerden etkilenirler. Ortadoğu artık sadece ABD’nin ve onun planlarının egemenliğinde değil; bunun yerine, Rusya ve Çin’in kendi yollarıyla duruma müdahale ettiği, genellikle yıkıcı sonuçlarla dolu ara-emperyalist bir rekabet alanıdır (en çarpıcı örnek, Rusya’nın zalim Suriye diktatörü Beşar Esad’a verdiği destektir). Bu destekten cesaret alan İran, Irak, Lübnan, Suriye, Yemen ve Filistin topraklarındaki vekil güçleri ve müttefik oluşumları aracılığıyla giderek daha iddialı bir bölgesel gündem izliyor. Ayrıca, Suriye gibi ülkelerde Amerikan ve Rus kuvvetleri arasında gerilimler ve hatta doğrudan askeri çatışmalar yaşandı. Aynı zamanda, BM Genel Kurulu’nun birçok kez ateşkes çağrısına rağmen, Washington’un Gazze’deki İsrail’in zalim kampanyasına aralıksız desteği, Küresel Güney’i daha da düşmanlaştırmakta ve BM’nin bir kurum olarak zayıflamasına neden olmakta. Genel olarak, bölgedeki birçok emperyalist gücün müdahalesi, çatışmaları çözmeye ve gerilimleri azaltmaya yardımcı olmamakta, aksine daha fazla istikrarsızlık ve şiddet yaratmakta.

Bu işlevsizliğin çarpıcı bir örneği, BM Güvenlik Konseyi’nin Gazze savaşı konusundaki sicilidir. Ateşkes kararlarının çoğu, elbette, çıkmazdan en büyük sorumluluğu taşıyan Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto edilmiştir. Ancak, bunların birkaç tanesi de Rusya ve Çin tarafından veto edilmiştir. Geçen yıl 18 Ekim’de, Amerika Birleşik Devletleri Brezilya’nın kararını veto etti, ancak Rusya da çekimser kaldı. Güvenlik Konseyi, savaşın başlamasından altı ay sonra, nihayet 25 Mart’ta ateşkes kararını kabul edebildiğinde, Amerika Birleşik Devletleri bunu “bağlayıcı olmayan” olarak nitelendirdi ve İsrail’e daha fazla askeri yardımı onayladı; İsrail ise kararın temel talebine uymayı reddetti. Sonuç olarak, Güvenlik Konseyi tamamen etkisiz kaldı ve Amerika Birleşik Devletleri bu duruma sebep olmak için en büyük çabayı gösterdi, ancak Rusya ve Çin de bunda rol oynadı. Amerika Birleşik Devletleri, Gazze savaşının vahşetini mümkün kılmakta birincil derecede sorumlu olmakla birlikte (İsrail’e silah tedarik etmeye devam ederken insani yardımı paraşütle indirme girişimleri bile fevkalade zayıf kalırken), savaş, Rusya’nın güçlü bir istikrarsızlaştırıcı rol oynadığı daha geniş bir bölgesel bağlamda ortaya çıkıyor.

Ayrı bir soru ise İsrail’in kendisini “alt-emperyalist” olarak adlandırabilir miyiz? İsrail, doğası gereği sömürgeci bir saldırganlık içindedir (örneğin Azerbaycan gibi) ve kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlıdır, ancak ekonomik olarak bölgesel bir güç değildir (Rusya veya Brezilya gibi). İsrail ve Azerbaycan gibi ülkeler için belki de özel bir teorik kategori benimsenmelidir.

Emperyalist Dünya

Marksist uluslararası ilişkiler analizi, şu anda uygulandığı şekliyle, yukarıda çizilen küresel düzende değişikliklerle başa çıkmak için hem donanımlı hem de donanımsızdır. Bir yandan, emperyalist rekabetlerin ardındaki kapitalist çelişkilere dair benzersiz bir içgörü sunar, dünya politikasının diğer uluslararası ilişkiler teorisi dallarının göz ardı etme eğiliminde olduğu itici güçlerini ortaya çıkarır. Öte yandan, bir ülkenin dış saldırganlığının ekonomik nedenleri açıkça görülmediğinde, Marksist ve solcu yorumcular ya bu tür nedenleri aramaya devam eder, bu da oldukça zorlamalı argümanlara yol açar, ya da emperyalizmin varlığını tamamen reddederler (Rusya örneğinde olduğu gibi). Aynı zamanda, solcu siyaset tanım gereği enternasyonalisttir ve solcu hareketler, emperyalizmin çeşitli ifadelerine karşı son derece duyarlıdır (ve şiddetle karşıdır).

Sonuç olarak, sadece dünyayı anlama konusunda değil, aynı zamanda uluslararası dayanışma politikasında teori ve pratik arasında bir boşluk var. Bu, emperyalizmin küresel dinamiklerini anlamak için yenilenmiş bir akademik çabayı gerektiriyor. Bu, özellikle yarı-çevre ülkelerinin değişen konumuna dikkatle yaklaşmalı. Ortak yönleri analiz etmek için sıklıkla kullanılan teorik kavramlardan biri, alt-emperyalizm kavramıdır. Bu kavram, Küresel Kuzey’e ekonomik bağımlılık ve bölgesel ekonomik genişleme yanı sıra, ABD ile “çatışmalı işbirliği”ni vurgular. Ancak, bu kavram, Rusya’nın alt-emperyalist rolden radikal sapması ve Çin’in dünya sisteminde alternatif bir merkez konumuna yükselmesi ışığında yeniden düşünülmeli ve güncellenmeli. Bu gelişmeler ve emperyalizmin Küresel Kuzey’deki değişen doğası (giderek daha fazla korumacılığa başvuran, kuzey sermayesinin küresel hegemonik arzularını terk eden) yarı-çevre ülkelerinin konumunu etkiler. Bu, dış baskıları ve dış politika oluşumunda yer alan iç ekonomik, siyasi ve ideolojik süreçleri ortaya çıkararak incelenmeli. Bu şekilde, Rusya gibi ülkelerin öne sürdüğü otoriter ve emperyalist “çok kutupluluk” tanımları gerçekten enternasyonalist bir dış politika perspektifinden ayırt edilebilir.

Böyle bir perspektif, hem ülkeler arasında barış için hem de ülkeler içinde radikal değişim için mücadele eden küresel sol hareketleri yönlendirmeli — bu ikiz hedefler, teoride veya pratikte ayrılmamalı. Bu mücadelede, emperyalizm kavramı hala vazgeçilmezdir — hem devletler arası saldırganlık ve rekabetin ekonomik ve ekonomik olmayan faktörlerini bütünleştiren analitik bir kategori olarak hem de Sol’un eylem programlarını yönlendiren politik bir kategori olarak.

Bu yazı Ilya Matveev’in Jacobin dergisinde yayınlanan yazısının çevirisidir. (Çeviren: Kemal Büyükyüksel)

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu