Anti Anayasa – Erol Akın
Testler, ders kitapları, defterler, faturalar, sertifikalar, yönetmelikler, misyon-vizyon kitabeleri, formlar, tablolar, listeler sayesinde bürokrasiyle aynı dili konuşmaya, kağıt lifleriyle beslenmeye başlarız. Anayasa da tüm bu kağıtların üstünde bir kağıt, dilin kullanma kılavuzu ve sözlüğüdür.
Ben, birçokları gibi, bir selüloz bağımlısıyım. Tanı konmayan ancak çok yaygın olduğunu hemen anlayabileceğiniz bir rahatsızlık bu – büyük olasılıkla siz de belirtileri taşıyorsunuzdur: Matbuata olan düşkünlük ile başlar, kağıt kokusu solumadan keyif alamaz hale gelmekle sürer, en sonunda matbu eserlerin gücü hakkında abartılı, neredeyse fantastik düşler kurmaya ulaşır. Böyle bir bağımlılık, olasılıkla, bizden önceki çağların insanlarında yoktu: Papirüsün tırtıklı yüzüne, kil tabletlerin avuç içine sığan ölçülerine tutku duyan kimse olduğunu sanmıyorum. Olasılık hesapları her zaman o hesabı yapanı şaşırtacak hediyeler taşır ama hesaplayan da ayartılmayı bekleyen bir müşteri değildir.
Bağımlılık cihazının nasıl çalıştığını, organ ve davranışlara nasıl hükmettiğini anlatmak, bir mesleğin uzmanlığıdır – kimsenin uzmanlığına da sızmak, kaçak kat çıkma derdimiz yok. Ancak selüloz bağımlılığı dediğimiz rahatsızlığı, onun kökünü yakalayacak kadar uzun süredir yaşayan birisiyim ve bu da biraz akıl yürütmeme olanak verir. Bence tek değilse de en büyük suçlu, tanıdık birisi.
Okur fark etmiş olabilir: Metnin örgüsünün altında, sürekli olarak öne çıkmaya, o örgüde bir yer tutmaya çalışan bir “biz” zamiri var. Bu zamir, selüloz bağımlılığı yaşayan beni ve benim gibi insanları, yani kabaca tüm yaşamı bürokrasiyle aşk-nefret-muhtaçlık ilişkisi içinde yaşamış kimseleri içerir. Bürokrasi de meslek hastalığı olarak selüloz bağımlılığına en açık yapıdır; topluma da bu hastalığı bulaştırması önünde engel yoktur.
Bürokrasi, kağıtlardan oluşur: Kurumlar büyük kağıt depoları, işlemler büyük kağıt hareketleri, üyeleri de en sonunda kağıt taşıyıcıları ya da imzacılarıdır. Yakın tarihimize insanı kırıp geçiren fıkralarıyla kazınan eski başbakan Yıldırım Akbulut’un anlattığı bir meseldeki gibi bürokrasi, bir belgeyi imha ederken onun fotokopisini çekmeyi düşünen ilginç insanların toplandığı bir yerdir.
Her şeyi yazma, bu yazılanı da potansiyel olarak sonsuz miktarda çoğaltmak ve yaymak acaba ilk kimin aklına mantıklı bir fikir olarak gelmişti? Gerçekten bilmiyorum. Bu fikri oluşturabilmiş beyin, büyük olasılıkla, çok hırslı, titiz ve aynı zamanda bilgiye, uzak mesafe ilişkisi yaşayan iki sevgilinin birbirine duyduğu özlemden geri kalmayan bir hasret duyan bir insana aitti. Sonuç, kağıt yiyerek beslenen ve karnı asla doymayan, hiçbir zaman bitmeyecek bir ergenlik yaşadığı için sürekli büyüyen, genç irisi bir mahluk oldu.
Hepimiz gibi ben de bu mahlukla, simbiyotik bir yaşam sürdürüyorum. O olmadan sağlık hizmeti alamam, araba süremem, su içemem ama o da ben olmadan kendisini çeviremez. Bu yüzden, bir yerde, ikimiz de buluşuruz: Ben onun devamlılığı için vergi veririm, o da beni kendi tasarımı olan süreçlerden geçirerek iyi bir vergi kaynağı haline getirmeye çalışır ve benim – aynı zamanda milyonlarca insanın – kağıt bağımlılığı böylece başlamış olur. Testler, ders kitapları, defterler, faturalar, sertifikalar, yönetmelikler, misyon-vizyon kitabeleri, formlar, tablolar, listeler sayesinde bürokrasiyle aynı dili konuşmaya, kağıt lifleriyle beslenmeye başlarız. Anayasa da tüm bu kağıtların üstünde bir kağıt, dilin kullanma kılavuzu ve sözlüğüdür.
Selüloz bağımlılığının aşırı bir türü, anayasacılıktır. Anayasacılık, iyi bir anayasanın tüm iç sıkıntılarımızı gidereceğini; toplumda başlayan mide yanmasını halledecek bir ilaç olduğunu düşünür. Anayasacılığın bizdeki tarihi çok eskidir – Bülent Tanör’ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri başlıklı ünlü eserinin gösterdiği gibi, yakın tarihimizi anayasalardan oluşan bir dönme dolap olarak okuyanların sayısı da hiç az değildir. Bu dönme dolaba iki büyük ferman, iki Meşrutiyet, bir Cumhuriyet ve Cumhuriyet içinde üç anayasa sığdırmışız.
Anayasacılığın sağdan ve soldan sevdalısı, aşığı çoktu; bir maşuk olarak da beklentileri vardı: Her dönemde mutlaka adı geçmeli, tahakkuk edilmeli ve etrafında bir sevgi ve saygı çemberi kurulmalıydı. Namık Kemal, vatana olduğu kadar anayasaya da meftun idi; Tanzimat paşalarının gadrine karşı anayasanın direncine güveniyordu. Ahmet Mithat Efendi, anayasayı Çarlık toplarına karşı bir sur olarak Boğaziçi’ne çekti. Jön Türk hareketi de Reval’de ülkenin taksim edildiğini öğrendikten sonra haritanın makaslanmasına karşı anayasaya güvenmişti. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül anayasaları hedef almıştı ama anayasacı aşkın gereği olarak, örneğin Bülent Ecevit de 27 Mayıs’ın getirdiği anayasanın uygulanmasını Ortanın Solu için bir şart sayardı. Bugün de aşktan gözü görmeyenler, “sosyal devlet” niteliğini savunmak için 12 Eylül’ün eseri olan bir anayasaya dönüp atıf yapmaktan çekinmiyor ve artık yeni bir bahara açılmak isteyenler, anayasanın makyajlanmasını istiyor. Saplantılı, yeni deyimle, toksik bir ilişkimiz var anayasayla.
Anayasa neden bu kadar önemli? Okurlar ve belki hareketimiz bünyesindeki dostlarımız kızabilirler ama selüloz bağımlılığının bu ileri aşaması, parlamenter demokrasilerin hukuk mezunlarının işsiz kalmaması için tasarlanmasından da güç alıyor olabilir.
Parlamenter demokrasi – çokça uyarısı yapıldığı gibi – sadece bir kanun yapım sürecine dönüştüğünde ya da böyle algılanması yeğlendiğinde, basitçe bir hukuk meselesine dönüşür. Kanunların dişlilerinin birbiriyle iç içe geçmesi, bu dişlilerin dönmesi için de mevzuat yağının sürülmesi, bu dönüş hareketinin tüm devlet ve topluma aktarılması için de adına “kurumlar” denilen kayışların yerli yerince oturtulması hukukçuların işidir. Yasayı, en iyi onu yapanlar ya da yıkanlar bilir ve önemser.
Anayasacılık da bu yüzden muhalefetin kanaat önderleri as kadrosu içindeki hukukçuların eseriymiş gibi görünür ama kuşkusuz onlarla sınırlı kalmaz. Bugün Türkiye’nin brahmanları hangi meslekten, partiden, uğraştan geliyor olursa olsun anayasacılık ve hukukun üstünlüğüne perestiş etmekte birleşmiştir. Anayasacı, hukukun üstünlüğünü bir nevi “kendinde iyi” olarak görür: Günlük hayatın koşturmasından, yağan yağmurdan, sokaktaki tozdan, otobüs kuyruğundaki sıkıntıdan münezzehtir ve kuşkusuz değişmez olması anlamında sağlam bir kayadır. İsa “Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım” deyip yahut ona bunlar söyletilip nasıl ki Roma Kilisesinin temelleri için fore kazık çakılmıştır, anayasacı da her şeyi hukuka ve onun üstünlüğüne dayayarak dünyasını kurar.
Hukukun üstünlüğü onu bir tür semavi varlık haline getirdiği ve dokunulmazlık ile mücehhez kıldığı için, aslında, büyük bir sahtekarlıktır. Hukuk denilen yapı-kavram sanki güç mücadeleleriyle kurulmuyormuş gibi yaparak gökyüzüne çıkartılır, orada da unutulur. İnsanlığın kolektif bilinçaltının etkisi olsa gerek, göğe yükselen şey temizlenir ve arınır.
Oysa bu hukuk tarifinin ve dolayısıyla anayasacılığın ne kadar yalan yanlış bir şey olduğunu, bizzat Özgür Özel, nedense fazla üzerinde durulmayan bir demeciyle birkaç dakika gibi kısa bir sürede ispatladı. 28 Şubat davalarında yargılanıp tutuklanan ve ileri yaşları nedeniyle serbest bırakılmaları talep edilen “paşalar” için pazarlık yaptığını, açıkça kabul ve tasdik etti Özel. Ortada tam olarak nelerin konuşulduğunu, konuşmanın muhatapları bunu bir sır olarak mezara götürmeye karar vermezlerse, onlar istemedikçe asla öğrenemeyeceğiz ama Özgür Özel’in itiraf ettiği, bir kısım muhaliflerin de hipnotize olmuş gibi baktığı anayasacılığı/hukukun üstünlüğü pehlivanını tek hamlede tuş ettiği yer, burasıdır. Hukuk, onun için mücadele eden tarafların güç düzeylerini gösteren bir sayaçtan daha fazlası değildir.
Gücün katılaşmış hali olarak hukukun ve anayasaların, tarihimiz boyunca o çok umulan kurtuluşu getiremeyişinin sebebi de buradadır. 1876’nın anayasası, Yeşilköy’e Rus zafer anıtı dikilmesine engel olamadı – 1914’te Erzincan’ın, Halep’in işgaline engel olamadığı gibi. 1924 Anayasası Anadolu’nun kendi içine doğru çekilip çökmüş şehirlerine, kasabalarına refah getirmedi ya da kimlik bunalımlarını hafifletmedi. 1961 Anayasası köyden kente göç sancılarına çözüm olamamıştı. 1982’nin neyi çözdüğünü anlayabilmiş değiliz. Yeni bir anayasa yapmanın ya da var olanı korumanın hangi yaraya merhem ya da yara bandı olacağını söyleyebilen kimse yok. Selüloz bağımlılığı, tedavisi kolay olmasa da mümkün bir bağımlılıktır. Biraz açık hava, biraz yürüyüş, biraz da sağ duyu.