Bilimi Sömürgeci Köklerinden Kurtarmak: Bir Emperyal Döneme Daha Son Vermenin Zamanı Geldi – Rohan Deb Roy
Yeni yetişen bilim insanlarının; bilimin ırk, cinsiyet, sınıf ve milliyet kavramlarına dayalı modern önyargıları ortadan kaldırmak için yeterli cesarete sahip olduklarını sorgulamaları teşvik edilmelidir.
Rohan Deb Roy’un The Conversation’da yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir.
Sierra Leone’ye yaptığı keşif gezisinden yeni dönen Sör Ronald Ross, ülkedeki İngiliz sömürgecileri kırımdan geçiren sıtmayla mücadele çabalarına öncülük ediyordu ve 1889’un aralık ayında orada yaşadığı deneyimler hakkında Liverpool Ticaret Odası’nda bir konferans vermişti. Bu konuşma için hazırladığı raporda, “gelecek yüzyılda emperyalizmin başarısının büyük ölçüde mikroskop teknolojisinin gelişiminin başarısına bağlı olacağını” savundu. Sıtma araştırmalarıyla daha sonradan Nobel Tıp Ödülünü kazanacak olan Ross, kendi çalışması hakkında önceden konuştuklarını inkâr edecekti. Ancak onun vurguladığı başlıca nokta, İngiliz bilim adamlarının çabalarının, ülkelerinin dünyanın dörtte birine kadar ulaşacak fetih girişimleriyle nasıl iç içe geçtiğini güzel bir biçimde özetlemişti.
Ross, gerçek anlamda bir imparatorluk çocuğu olarak, Hindistan’da doğmuş ve daha sonra İmparatorluk ordusunda cerrah olarak görev almıştı. Korkunç bir tropikal hastalığın nasıl bulaştığını belirlemek için mikroskobuna davrandığında, keşfinin tropik bölgelerdeki İngiliz birliklerinin ve bürokratlarının sağlığını koruyacak önemli bir keşfi bulduğunu fark edecekti. Bu keşif daha sonradan Britanya’nın sömürge yönetimini genişletmesine ve sağlamlaştırmasına olanak sağladı.
Ross’un sözleri aynı zamanda emperyalizmin İngilizlerin sömürgeleştirdiği insanlara karşı iyi niyetini yansıttığı iddiasını ahlaki açıdan haklı olduğunu savunmak için bilimin sömürgeci amaçlara nasıl kalkan edildiğini de gösteriyor. Bu durum, sömürge tebaası arasında üstün sağlık, hijyen ve sanitasyonu teşvik etmek için bilimsel içgörülerin nasıl yeniden kullanılabileceğini ima ediyordu. İmparatorluk hayırsever, özverili bir proje olarak sunulmuştu. Ross’un Nobel ödüllü arkadaşı Rudyard Kipling’in de tanımladığı gibi, kolonilere moderniteyi ve uygar yönetimi getirmek “beyaz adamın yükü” idi. Ancak o dönemde bilim, özellikle imparatorluğun çıkarları söz konusu olduğunda pratik ve ideolojik bir araçtan daha fazlasıydı. Avrupalıların dünyanın diğer bölgelerini fethetmeye başlamasıyla hemen hemen aynı dönemde doğuşundan bu yana, modern batı bilimi sömürgecilikle, özellikle İngiliz emperyalizmiyle ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmişti. Sömürgeciliğin bu mirası bugün hala bilime nüfus etmeye devam ediyor.
Sonuç olarak, son yıllarda bilimin sömürgeci köklerinden arındırılması yönünde giderek artan sayıda çağrılar ortaya kondu; hatta bu çabalar modern bilimin uygulamalarının ve bulgularının tamamen hurdaya çıkarılmasının savunulmasına neden olacak kadar ileri gitti. Bugün sömürgeciliğin bilimde halen süregelen etkileriyle mücadeleye ihtiyaç devam ediyor, ancak bu amaca yönelik girişimlerin kökten dincilerin ve aşırı milliyetçilerin sahiplenmesiyle sonuçlanması tehlikesi de mevcut. Modern bilimin teşvik ettiği eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın bir yolu bulunmalı, aynı zamanda bilimin iktidarının bir baskı aracı haline gelmesine izin vermek yerine bilimin muazzam potansiyel faydalarından toplumun bütün kesimlerinin faydalanmasını sağlamalıyız.
Bilimin Zarif Armağanı
18. yüzyılın başlarında Jamaika’daki bir plantasyonda çalışan bir köle, elinde bilinmeyen bir bitkiyle birlikte yakalandığında, Avrupalı plantasyon sahipleri ona hiçbir merhamet göstermediler. Ele geçirilen bitkinin zehirli olduğunu iddia ederek, plantasyonda kargaşaya neden olabilecek bir komplo kurma girişiminde olduğundan şüphelenildiğinden, kendisine o dönem için tipik bir sertlikte davranıldı ve asılarak öldürüldü. Tarihi kayıtlarda mevzubahis kölenin adı bile geçmiyor. Eğer bu idamı takip eden bir bilimsel çalışma hiç yapılmasaydı bu idam sonsuza kadar unutulabilirdi de. Plantasyondaki Avrupalılar bitkiyi merak ettiklerinden araştırmaya başladılar ve araştırmalarının sonucunda kölenin tesadüfen bulduğu bitkinin aslında hiç de zehirli olmadığını ortaya çıkardılar. Apocynum erectum adıyla bilinen bu bitkinin solucanlara, siğillere, saçkırana, çillere ve soğuk şişliklere iyi geldiği keşfedilince, tarihçi Pratik Chakrabarti’nin yakın dönemde çıkan bir kitabında referans verdiği gibi, bu keşfin Avrupa’nın siyasi ve ticari hakimiyeti altında doğa hakkında bilgi toplamanın sömürgecilikle aynı anda nasıl bir şekilde gerçekleştiğinin herhangi bir örneği olarak karşımızda duruyor.
Emperyalistler ve onların bugünkü savunucuları için bilim ve tıp, Avrupa imparatorluklarının sömürge dünyasına verdiği lütufkar armağanlar arasındaydı. Dahası, 19. yüzyıl emperyalist ideologları, Batı’nın bilimsel başarılarını, Avrupalı olmayan insanların entelektüel açıdan daha aşağı seviyede olduklarını, dolayısıyla sömürgeleştirilmeye ihtiyaç duyduklarını ve hatta hak ettiklerini iddia etmenin bir yolu olarak gördüler. İngiliz siyasetçi Thomas Macaulay, inanılmaz bir etkiye neden olmuş, 1835 tarihli “Hint Eğitimi Tutanağı” isimli yazısında, Hint dillerini bilimsel kelimelerden yoksun olduğu için küçümsedi. Sanskritçe ve Arapça gibi dillerin “faydalı bilgilerden yoksun”, “canavarca batıl inançlarla dolu olduğunu ve “yanlış tarih, sahte astronomi, sahte tıp” içerdiğini öne sürdü. Bu tür görüşler yalnızca sömürge yetkilileri ve imparatorluk ideologlarıyla sınırlı değildi ve bilim mesleğinin çeşitli temsilcileri tarafından da sıklıkla paylaşılıyordu. Önde gelen Viktoryan dönem bilim adamı Sör Francis Galton, “zenci ırkın ortalama entelektüel kapasitesinin Anglosakson ırktan iki derece altında olduğunu” savundu. Charles Darwin bile “negroid ve australoid” gibi “vahşi ırkların” gorillere beyaz kokazoid[1] ırktan daha yakın olduğunu ima etti. Oysa ki 19. yüzyıl İngiliz bilimi, sömürge dünyasının çeşitli köşelerinden toplanan bilgelik, canlı ve maddi örneklerden oluşan küresel bir repertuar üzerine inşa edilmişti. Sömürge madenlerinden ve tarlalarından ham madde çıkarmak, sömürgeleşmiş insanlardan bilimsel bilgi ve örnekler çıkarmakla el ele gitti.
İmparatorluk Koleksiyonları
Kew’deki Kraliyet Botanik Bahçeleri ve British Museum gibi imparatorluk Britanya’sının önde gelen kamuya ait bilim kurumlarının yanı sıra “egzotik” insanların etnografik sergileri, sömürgeci koleksiyoncular ve aracılardan oluşan küresel bir ağa güveniyordu. 1857’ye gelindiğinde, Doğu Hindistan Şirketi’nin Londra Zooloji Müzesi; Seylan, Hindistan, Java ve Nepal de dahil olmak üzere kolonyal dünyanın dört bir yanından gelen böcek koleksiyonuyla övünüyordu. British Museum ve Doğa Tarihi Müzesi, doktor ve doğa bilimci Sör Hans Sloane’un kişisel koleksiyonu kullanılarak kuruldu. Müzelerde sergilenen binlerce örneği toplamak için Sloane, Britanya İmparatorluğu’nun kurulmasına büyük katkı sağlayan Doğu Hindistan, Güney Denizi ve Kraliyet Afrika şirketleriyle yakın iş birliği içinde çalışmıştı. Bu kanıtları kullanan bilim adamları nadiren emperyal politika ve ekonomiden yalıtılmış laboratuvarlarda yerleşik çalışan dâhilerdi. Beagle’daki Charles Darwin ve Endeavor’daki botanikçi Sör Joseph Banks gibiler, kelimenin tam anlamıyla emperyalizme olanak sağlayan İngiliz keşif ve fetih yolculuklarına katılarak bilimsel çalışmalarını yürüttüler. Diğer bilimsel kariyerler de doğrudan imparatorluğun başarıları ve ihtiyaçları gözetilerek yönlendiriliyordu. Sör Herbert Hope Risley’in 1891’de yayınlanan Bengal kabileleri ve kastları gibi Britanya Hindistan’ındaki ilk antropolojik çalışmalar, sömürgeleştirilmiş nüfusun devasa idari sınıflandırmalarına dayanıyordu. Güney Asya’daki “Büyük Trigonometrik Araştırma’nın” çalışmasını da içeren harita çizim operasyonları, ticari ve askeri seferler için sömürge bölgelerini geçme ihtiyacından kaynaklandı. Sör Roderick Murchison tarafından dünya çapında yaptırılan jeolojik araştırmalar, madenler ve yerel politikalarla ilgili istihbarat toplamayla bağlantılıydı. Veba, çiçek hastalığı ve kolera gibi salgın hastalıkların engellenme çabaları, sömürge tebaasının rutinlerini, diyetlerini ve hareketlerini disiplin altına alma girişimlerine yol açtı. Bu girişimler, tarihçi David Arnold’un “bedenin sömürgeleştirilmesi” olarak adlandırdığı siyasi süreci başlatmıştı. Sömürgeciler ülkeleri olduğu kadar insanları da kontrol ederek tıbbı, imparatorluk yönetimini güvence altına alacak bir silaha dönüştürdüler.
Yeni teknolojiler, imparatorluk sınırlarının genişletilmesi ve sağlamlaştırılması için de kullanılmıştı. Fotoğraflar, sömürgeleştirilmiş farklı insan gruplarına ilişkin fiziksel ve ırksal stereotipler oluşturmak için kullanıldı. Buharlı gemiler, 19. yüzyılın ortalarında Afrika’nın sömürgeci keşifleri açısından kritik önemdeydi. Uçaklar, İngilizlerin 20. yüzyıl Irak’ındaki isyanların havadan gözetlenmesini ve ardından bombalanmasını sağladı. 1890larda geliştirilen telsiz teknolojisi, Britanya’nın Güney Afrika Savaşı sırasında, cepheler arası gizli ve uzun mesafeli iletişim ihtiyacıyla şekillendi.
Avrupa’nın bu dönemlerde bilim ve teknolojide yaptığı sıçramalar, dünyanın geri kalanı üzerindeki siyasi ve ekonomik hakimiyetini hem yönetti hem de yönlendirdi. Modern bilim, fiilen milyonlarca insanı sömüren bir sistem üzerine inşa edildi ve Avrupalıların diğer ırklara ve ülkelere bakış açısını büyük ölçüde etkileyerek bu sömürünün meşrulaştırılmasına ve sürdürülmesine yardımcı oldu. Bugün bile, sömürgeci miras güncel bilimsel trendleri şekillendirmeye devam ediyor.
Modern Kolonyal Bilim
Sömürgeciliğin resmi olarak sona ermesinden beri, bilimsel uzmanlığın birçok farklı ülke ve etnik grup aracılığıyla nasıl geliştiğini daha iyi fark etmeye başladık. Yine de eski imparatorluk ulusları, konu bilimsel araştırmalara geldiğinde, bir zamanlar sömürgeleştirilmiş olan ülkelerin çoğundan açıkça üstün görünüyorlar. İmparatorluklar fiilen ortadan kaybolsa bile dayattıkları kültürel önyargılar ve dezavantajlar ortadan kalkmadı. Sömürgeciliğin yarattığı bilimsel hiyerarşinin nasıl devam ettiğini görmek için küresel çapta araştırmaların nasıl yürütüldüğüne ilişkin istatistiklere bakmak yeterli. Üniversitelerin yıllık sıralamaları çoğunlukla Batı dünyası tarafından yayınlanıyor ve genellikle kendi kurumlarını üst sıralara yerleştirmeyi tercih ediyorlar. Aynı şekilde birbirlerinden farklı bilim dallarındaki akademik dergiler çoğunlukla ABD ve Batı Avrupa’nın tekelindedir. Bugünlerde ciddiye alınmak isteyen birilerinin bu verileri, entelektüel üstünlüğün doğuştan gelen ırki koşullarla belirlendiğini açıklaması inandırıcı değildir. 19. yüzyılın bariz bilimsel ırkçılığı, artık yerini, bilim ve teknolojideki mükemmelliğin önemli bir finansman, altyapı ve ekonomik kalkınma gerektirdiğini savunan bir hüsnütabire bıraktı.
Sırf bu yüzden Asya, Afrika ve Karayipler’in büyük kısmının ya gelişmiş dünyaya yetişmeye çalıştığı ya da gelişmiş dünyanın bilimsel uzmanlığı ve mali yardımına bağımlı olduğu görülüyor. Bazı akademisyenler bu eğilimleri “Batı’nın süregelen entelektüel egemenliğinin” kanıtı olarak tanımladı ve bunları bir tür “yeni-sömürgecilik” (neokolonyalizm) olarak etiketledi. İki medeniyet arasındaki bu farkı kapatmaya yönelik çeşitli iyi niyetli çabalar, sömürgeciliğin mirasının ötesine geçmek için çabaladı. Örneğin, ülkeler arasındaki bilimsel iş birliği, beceri ve bilgi paylaşımının ve birbirlerinin entelektüel içgörülerinden öğrenmenin verimli bir yolu olabilir. Ancak dünyanın ekonomik açıdan daha zayıf bir kesimi neredeyse yalnızca çok güçlü maddi ve idari altyapıya sahip bilimsel ortaklarla iş birliği yaptığında, bu, tabiiyet olmasa da bağımlılık biçimini alabilir.
2009 yılında yapılan bir araştırma, Orta Afrika’daki araştırma makalelerinin yaklaşık %80inin bölge dışındaki araştırma ortaklarıyla birlikte üretildiğini gösterdi. Ruanda dışındaki tüm Afrika ülkeleri bu konularda esasında kendisini zamanında sömüren ülkelerle iş birliğine gitti. Sonuç olarak bu dominant işbirlikçiler bölgedeki bilimsel çalışmaların içeriklerini şekillendirdiler. Yerel bilim insanlarını Batı’da takip edilen daha kapsamlı konuları takip etmeye teşvik yerine, özellikle bulaşıcı ve tropikal hastalıklar gibi acil yerel sağlık problemlerine dair araştırmaları yapmaya yönlendirdiler. Kamerun örneğinde, yerel bilim insanlarının en yaygın rolü veri toplamak ve saha çalışması yapmaktı; yabancı ortakları ise analitik bilimin önemli bir kısmını omuzladılar. Yerel bilim insanlarının sıklıkla “yabancı araştırmalar için kendi ülkelerinde saha çalışması” yürütmekten başka işlevlerinin olmadığını öne süren, en az 48 gelişmekte olan ülkedeki uluslararası işbirlikçilerine dair 2003 tarihli bir çalışma bu iddianın onaylanmasını sağlıyordu. Aynı çalışma, gelişmiş ülkelerdeki bilim insanlarının %60 ila %70’i, ankete katılan bilim insanlarının yayınladıkları makalelerdeki emeklerini kabul etmelerine rağmen, gelişmemiş ülkelerdeki meslektaşlarının makalelerde ortak yazar olarak kabul etmediklerini ortaya koyuyordu.
Güvensizlik ve Direnç
Batılı ülkelerin hâkim olduğu uluslararası sağlık kuruluşları da benzer sorunlarla karşı karşıya kaldı. Sömürge yönetimlerinin resmi olarak sona ermesinin ardından, küresel sağlık çalışanları uzun süre yabancı bir ortamda üstün birer bilimsel kültürü temsil ediyor gibi göründü. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu vasıflı ve kendini adamış yabancı personel ile yerel halk arasındaki etkileşimler genellikle güvensizlik ilişkileriyle karakterize edilmiştir. Örneğin, 1970’lerdeki çiçek hastalığının ortadan kaldırılmasına dair kampanyalar ve son yirmi yıldaki çocuk felci kampanyaları esnasında, Dünya Sağlık Örgütü’nün temsilcileri, Güney Asya’nın iç kesimlerinde katılımcıları ve gönüllüleri harekete geçirmeyi oldukça zor buldular. Hatta bazen yerli halkın dini gerekçe göstererek direnişine bile tanık oldular. Bunun yanında köylerin yakından denetlenmesi, gizli vakaların tespit edilmesi için nakit teşvikler ve evden eve aramalar gibi katı önlemler de karşılıklı şüphe ortamını daha da artırdı. Bu güvensizlik deneyimleri, yerli halka sömürgeci zamanlardan kalan katı veba kontrolü programlarının yarattığı deneyimleri hatırlatıyordu.
Batılı ilaç firmaları, gazeteci Sonia Shah’ın da belirttiği gibi “etik denetimin asgari düzeyde ve çaresiz hastaların bol olduğu” gelişmekte olan ülkelerde yürütülen şüpheli klinik deneylerle de bir etki alanı oluşturuyor. Bu ahval, çokuluslu şirketlerin bir zamanlar sömürgeleştirilmiş ülkelerin ekonomik zayıflıklarını bilimsel ve tıbbi araştırma çıkarları için kötüye kullanıp kullanmadıklarına dair ahlaki soruları da ortaya döküyor. Bilimin beyaz adamın malı olduğuna dair sömürgeci imaj, gelişmiş ülkelerdeki çağdaş bilimsel uygulamaları şekillendirmeye devam ediyor. Etnik azınlıklardan gelen insanlar bilim ve mühendislik işlerinde yeterince temsil edilmiyor ve ayrımcılık yüzünden kariyer ilerlemesinde türlü türlü engellerle karşılaşma olasılıkları daha yüksek.
Sömürgeciliğin bagajını geride bırakmak için bilimsel iş birliklerinin daha simetrik hale gelmesi ve daha fazla karşılıklı saygıya dayanması gerekir. Batı dünyasının dışından gelen bilim insanlarının gerçek başarılarını ve potansiyellerini tanıyarak bilimi sömürgesizleştirmek gerekir ancak bu yapısal değişim gerekli olsa da sömürgesizleştirme yöntemlerinin kendine has tehlikeleri de vardır.
Bilim Mağlup Olmak Zorunda Mıdır?
Ekim 2016’da öğrencilerin bilimin sömürgeciliğinin sona erdirilmesini tartıştıkları bir YouTube videosu şaşırtıcı bir biçimde viral oldu[2]. 1,5 milyondan fazla kez izlenen bu videoda, Cape Town Üniversitesi’nden bir öğrencinin bilimsel üretimin bir bütün olarak hurdaya çıkarılması ve Batı dışı bakış açıları ve deneyimleri de barındıracak şekilde yeniden başlatılması gerektiğini savunduğu görülüyor. Öğrencinin bilimin (sözde) kara büyüyü açıklayamayacağı iddiası, argümanın çok fazla alay ve küçümseme almasına sebep oldu. Ancak, konunun neden bu kadar tartışılmaya ihtiyaç duyduğunu görmek için videonun altına bırakılan ırkçı ve cahilce yapılan yorumlara bakmanız yeterli olacaktır.
Emperyalist Cecil Rhodes’un üniversite mirasına karşı yakın zamanda başlatılan “Rhodes Mağlup Edilmeli” kampanyasından ilham alan Cape Townlu öğrenciler aynı şekilde “bilim mağlup edilmeli” ifadesiyle de ilişkilendirildi. İlginç bir şekilde kışkırtıcı olsa da ABD, İngiltere ve Hindistan gibi çeşitli ülkelerdeki hükümet politikalarının bilim araştırma fonlarına büyük sınırlamalar getirme tehdidinde bulunduğu bu zamanda bu slogan pek de fayda sağlamıyor. Daha da endişe verici olanı, bu ifadenin aynı zamanda köktendinciler ve sinik politikacılar tarafından iklim değişikliği gibi yerleşik bilimsel teorilere karşı argümanlarda kullanılma riski de var. O halde günümüzün koşulları uzmanların dürüstlüğünün ateş altında olduğu ve bilimin siyasi manevralarının hedefi olmasının da normal karşılandığı zamanlara dönüşüyor. Bu yüzden konuyu basitçe polemik olarak algılayıp reddetmek, sadece sömürgeciliğin sona ermesiyle ilgilenmeyenlerin işine yarar.
Bilim, imparatorluk tarihinin yanı sıra, eski sömürge dünyasındaki birçok insana yerleşik inançlar ve muhafazakâr gelenekler karşısında dikkate değer cesaret, eleştirel düşünme ve mevcut düzene muhaliflik göstermeleri için ilham olmuştur. Bunlar arasında Hintli kast sistemi karşıtı ikonik aktivist Rohith Vemula ve öldürülen ateist yazarlar Narendra Dabholkar ve Avijit Roy yer almaktadır. “Bilimin mağlup edilmesini” talep etmek bu insanların hatıralarının oluşturduğu mirasın korunmasını sağlamada başarısız olacaktır. Edebiyat gibi diğer disiplinlerde olduğu gibi, bilimi sömürgeci köklerinden arındırma çağrısı, bilimsel bilginin yalnızca “beyaz adamların” işi olduğu yönündeki baskın imajı yeniden düşünmemizi sağlayabilir. Ancak bilimsel kanona yönelik eleştiriye olan acil ihtiyaç, postkolonyal dünyadaki sömürge sonrası radikal ve aşırılıkçı ulusal anlatılara ilham verme tehlikesini de beraberinde getirir. Örneğin, Hindistan’ın şu anki başbakanı Narendra Modi de dahil olmak üzere bazı Hint milliyetçileri, kadim bir Hindu medeniyetinin bilimsel ihtişamını vurguladılar. Öyle ki, plastik cerrahi, genetik bilim, uçaklar ve kök hücre teknolojisinin binlerce yıl önce Hint medeniyetinde temellerinin atıldığını ve o günlerde dahi yaygın olarak uygulandığını savunmaktadırlar. Bu iddialar yalnızca olgusal olarak yanlış olmalarından dolayı bir sorun teşkil etmeleriyle beraber, milliyetçi gururu körükleme amacıyla bilimin yanlış anlatılması kolaylıkla şovenizmle sonuçlanabilir. Aynı zamanda, modern bilimin çeşitli biçimlerini ve potansiyel faydaları vatanperver olmayan davranış kalıpları içerisine sokacak kadar ileri gittiler. Örneğin 2016 yılında, kıdemli bir Hint hükümet yetkilisi, “Ayurvedik olmayan ilaçlar yazan doktorlar vatan hainidir” anlamına gelecek bir cümle kurmuştu.
Sömürgeci Geleneğin Sonlandırılmasının Yolları
Bilimi sömürgeci köklerinden arındırma girişimleri ister Avrupa’nın emperyal ideologlarından ister sömürge sonrası hükümetlerin mevcut temsilcilerinden gelsin, kültürel üstünlüğe dair şovenist iddialara karşı çıkmalıdır. İşte bilim tarih yazıcılığındaki yeni eğilimlerin yardımcı olabileceği yer tam olarak burasıdır. Örneğin, bilimin yalnızca birtakım dâhilerin işi olduğuna dair dar görüşlü anlayış yerine, daha kozmopolit bir modelde ısrar edilebilir. Bu çaba farklı networklerin bilimsel projelerde ve kültürel alışverişlerde nasıl birlikte çalıştığını -eşitliksiz ve sömürücü olsa bile- kabullenmemizi sağlardı. Eğer bilim insanları ve tarihçiler bu şekilde “bilimi sömürgeci köklerinden kurtarma” konusunda ciddilerse, bilimin kültürel olarak çeşitli ve küresel kökenlerini daha geniş, bilim okuryazarlığı olmayan bir kitleye de ulaştırmak için çok daha fazlasını yapmaları gerekebilir. Örneğin, bilimin gelişiminin sömürgecilikten arındırılmış bir öyküsünün okullarda okutulmasını sağlamak lazım olabilir. Öğrencilere ayrıca imparatorlukların bilimin ilerlemesini nasıl etkilediği ve bilimsel bilgi havuzunun kolonize edilmiş insanlarca nasıl güçlendirildiği, kullanıldığı ve bazen de o insanların nasıl direniş gösterdiği de öğretilmelidir. Yeni yetişen bilim insanlarının; bilimin ırk, cinsiyet, sınıf ve milliyet kavramlarına dayalı modern önyargıları ortadan kaldırmak için yeterli cesarete sahip olduklarını sorgulamaları teşvik edilmelidir.
Bilimi sömürgecilikten arındırmak, ayrıca, emperyal bilimsel koleksiyonları himayesinde bulunduran Batılı kurumları, bu öğelerin edinildiği savaş ve sömürgeciliğin şiddet içeren politik bağlamları üzerinde daha fazla düşünmeyi de teşvik edecektir. İleriye doğru atılacak bariz bir adım, başlangıçta Angola’dan gelen ancak öncelikli olarak Avrupa’da tutulan bitkiler üzerinde çalışan botanikçilerin yaptığı gibi, bilimsel buluntuların ait olduğu yere geri gönderilmesini tartışmak olacaktır. Geri gönderme mümkün değilse de en azından o ülkelerden gelen akademisyenler için ortak mülkiyet veya öncelikli erişim en azından düşünülmelidir. Bu aynı zamanda daha geniş bilimsel topluluğun kendi mesleklerini eleştirel düşünebilmeleri için bir fırsat doğuracaktır. Bilim insanların çalışmalarını sürdürürken içinde bulundukları politik bağlamlar ve bu kalıpları değiştirmenin bilim dünyasına nasıl katkı sağlayacağı üzerine daha fazla düşünmeleri için bir ilham oluşturacaktır. Bilimler ve diğer disiplinler arasında ortak sömürge geçmişleri ve yarattığı sorunların nasıl ele alınacağı konusunda tartışmalar bir an önce başlatılmalıdır.
Sömürgeciliğin bilim üzerindeki mirasının izlerini silmek zaman alacaktır, ancak dünyanın en etkili ülkelerinin bazılarının bilimsel değerlere ve bulgulara karşı ılımlı bir tutum sergilemeye başladığı bu zamanlarda bu çabanın güçlendirilmesi de gerekiyor. Sömürgeciliğin sonlandırılması; bulgularını adalet, etik ve demokrasi sorularıyla daha sıkı bir şekilde bütünleştirerek bilimi daha çekici hale getirmeyi vaat ediyor. Belki de önümüzdeki yüzyılda bir zamanlar mikroskopun vaat ettiği başarı, emperyalizmin kalıcı etkileriyle başa çıkılmasıyla mümkün olacak.
Çeviri: Ergi Gümüş
Rohan Deb Roy: Reading Üniversitesi, Güney Asya Tarihi ve Bilim Tarihi uzmanı.
[1] negroid, australoid, kokazoid: 19. yüzyılda ortaya konan ırk tipolojilerinin isimleri. Negroid siyah insanları, australoid Avustralya yerlilerini, kokazoid de beyaz (kafkasyalı) ırk tipini tanımlamak için kullanılmıştır.
[2] https://www.youtube.com/watch?v=C9SiRNibD14