Toplum ve SiyasetToplumsal AdaletToplumsal Cinsiyet

Judith Butler ve Toplumsal Cinsiyet Korkusu – Lyndsey Stonebridge

1990’larda yeni bir felsefe, alternatif varoluş biçimlerinin önünü açmaya yardımcı oldu. Hiç kimse bunun bir savaşa yol açacağını öngörmemişti.

Lyndsey Stonebridge’in the New Statesman dergisinde yayınlanan yazısının çevirisidir.

1990’ların ortasında üniversitedeki bir meslektaş, feminist teori derslerine VHS kasetindeki iki yeni TV reklamını göstererek başlardı. İlki Levi Jeans içindi. Sarı bir taksinin arka koltuğunda oturan, kot pantolon giymiş, göz alıcı güzellikte bir trans kadının, şoförünün ürkütücü diş yalayarak attığı bakışlara maruz kalmasını konu ediniyordu. İzleyicinin buradaki “şakayı” anlamaması ihtimaline karşı, yolculuğun sonunda kadın elektrikli tıraş makinesini çıkarıyor ve çenesini düzeltiyordu. Son karede “Levi’s – Erkekler İçin Üretildi” iğnelemesi yer alıyordu.

İkinci reklam Clairol’un “doğal” saç boyası içindi ve genç bir kadının saçını boyarken Aretha Franklin’in “(You Make Me Feel) Like a Natural Woman” (Beni Doğal Bir Kadın Gibi Hissettiriyorsun) şarkısına dudak senkronizasyonu yaptığını gösteriyordu, ta ki kendisini izleyen erkek partnerini görene kadar.

Asıl mesele cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin ayrı şeyler olduğunu göstermekti. Taksi şoförü “gerçek” sandığı bir performansa gözlerini dikmiş bakarken, “gerçek” olan da yapay boyalarla kendini “doğal bir kadın” gibi hissetmeye çalışıyordu. Toplumsal cinsiyetin anlamlarının bu şekilde hareketli olduğu anlaşıldığında, yorumlama olasılıkları ve var olma biçimleri yaygınlaştı. Kestane rengi saçlı genç kadının, meslektaşımın alay ettiği şekliyle, doğal kadınlık duygusundan öylesine etkilenmiş olduğunu hayal etmemize ne engel olabilir ki, sadece kadın gibi hissetmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisinin de hissetmekten hoşlanacağı bir kadına şarkı söylüyor. (“Steven!”). O haftaki ders için belirlenen okuma Judith Butler’ın 1990 tarihli ezber bozan kitabı Gender Trouble (Toplumsal Cinsiyet Belası)[1] idi. Sonraki 30 yıl boyunca Berkeley profesörünün çalışmaları İngiltere ve ABD’deki beşerî bilimler öğrencileri için zorunlu okuma olacaktı.

Toplumsal cinsiyet teorisinin üniversite sınıflarına girmesi yeni bir ilerici doğuşun habercisi değildi. Birleşik Krallık’ta, okullarda “eşcinselliğin teşvik edilmesini” yasaklayan yasa olan Bölüm 28’in hatırası, kürtaj haklarına yönelik düzenli saldırılar ve her zaman mevcut olan kadın düşmanlığı ve homofobi homurtuları bunu sağlamıştır. Yine de bir rahatlama ve olanakların açılmakta olduğu hissi vardı. Heteroseksüel erkekler göz kalemi sürerek ve queer arkadaşlarının peşine takılarak Londra’daki eşcinsel gece kulübü Heaven’a girmeye çalışırlardı.

O zamanlar hiç kimsenin, özellikle de Judith Butler’ın, bugünkü toplumsal cinsiyet savaşlarını hayal edebileceğini sanmıyorum. Keyifsiz, cimri ve ironiden uzak zamanlarımızda, toplumsal cinsiyet teorisi ideolojik ve bazen de kelimenin tam anlamıyla bir savaş alanı haline gelmiştir.

Bu savaş küresel bir nitelik taşımaktadır. Selefini örnek alan mevcut Papa, 2015 yılında “toplumsal cinsiyet ideolojisi” taraftarlarını “çağdaş Herodianlar” olarak kınamıştı. Vladimir Putin “Gayoloji”yi dehşet verici bir Batı icadı ve Rus ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak nitelendirdi. Macaristan’ın Viktor Orbán’ı, Brezilya’nın Jair Bolsonaro’su (2022’ye kadar), Arjantin’in Javier Milei’si, İtalya’nın Giorgia Meloni’si, istediğiniz otoriter lideri seçin, diğer insanların bedenleri ve onlarla ne yapabilecekleri konusunda güçlü görüşleri olacaktır. Nairobi’den Florida’ya, evanjelistler ebeveynlere çocuklarının sapkınlar ve toplumsal cinsiyet radikalleri tarafından kandırıldıklarını söylüyor.   

Bu yılın Şubat ayında Rishi Sunak, Keir Starmer’ın trans hakları konusundaki siciliyle alay etti. Dakikalar önce kendisine, öldürülen trans genç Brianna Ghey’in annesi Esther Ghey’in parlamento olduğu söylenmişti (sonradan yanlış olduğu ortaya çıktı). Sanki kırık bedenleri ve kırık kalpleri olan gerçek insanların dünyası yokmuş gibiydi. Bu tartışmada, çoğu zaman böyle görünebilir.

Toplumsal cinsiyet teorisinin derme çatma konferans salonlarından kozmik tehdide uzanan yolculuğu sırasında, teorinin en tanınan savunucusu Butler sosyal medyaya ihtiyatlı bir mesafe koymuştur. Bu durum yine de sözlerinin kesilmesini, trollenmelerini ve fiziksel olarak tehdit edilmelerini durdurmadı. Bu durum Butler’ın zor ve tartışmalı konularda -örneğin son olarak Gazze’deki savaş gibi- kamuoyu önünde pozisyon almasını da engellemedi. Bu kitap, 2017’den itibaren (aynı yıl Brezilya’da konuştukları konferans merkezinin dışında Butler’ın bir büstü yakılmıştı) daha önce yayınlanmış makalelerini de içeriyor ve toplumsal cinsiyet teorisinin şeytanlaştırılmasına ve siyasallaştırılmasına bir cevap niteliği taşıyor.

“Toplumsal cinsiyet ideolojisinin” ortaya çıkışının haritasını çıkarmak, dünyamızın ne kadar tepetaklak olduğuna dair çarpıcı bir ders almak demektir.  Bize her cinsiyet ayrımı gözetmeyen kapının ardında gizlenen bir tehlike olduğu söylendi. Ancak kanıtlar şiddet suçuna en çok maruz kalanların translar ve özellikle de beyaz olmayan trans kadınlar olduğunu göstermektedir. Totaliter olarak kınanan toplumsal cinsiyet teorisine, birçok trans genci ve tıbbi bakımdan yoksun bırakılan hamile kadınları şaşırtacak bir güç atfedilmiştir. Bu savaşın sisinde şişkin ve biçimsiz olan “toplumsal cinsiyet” kelimesi, çeşitli şekillerde, bedenler, cinsiyet ve onun atanması ve seçimiyle ilgili bir teori, pratik ve ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Doğuştan kadın olarak atandıkları için kendilerini “hiçbir zaman evlerinde hissetmediklerini” söyleyen Butler, bir defasında toplumsal cinsiyeti düzeltme girişimlerinin kaçınılmaz olarak sorun yarattığını anlatmıştı. Şimdi sorun “toplumsal cinsiyetin” kendisi gibi görünüyor.

Eski siyasi ittifaklar aynı çizgiye gelmiyor. Cinsel farklılığın önceliğini savunan toplumsal cinsiyet eleştirmeni feministler, muhafazakâr düşünürler arasında yeni müttefikler buldu. Değişmez cinsiyet farklılıklarına olan inanç bir zamanlar en güçlü savunucularını radikal feminizmde bulmuştur; bu kesime göre kadınlar nasıl kadınsa, şüpheci, yırtıcı, şiddet yanlısı, hızlı bir penetrasyon için her kılığa girmeye hazır erkekler de değişmez bir şekilde erkektir. (Evet tüm erkekler, Butler’ın da belirttiği gibi penisleriyle en az ilgilenenler bile). Kimse Andrea Dworkin’in Pornography (Pornografi) kitabını kültür savaşlarının muhafazakâr tarafında görmedi, ancak bunun pek bir anlamı yok.

Butler’a göre bunun nedeni bir dizi hayaletle uğraşıyor olmamızdır. Bu demek değildir ki cinsiyet, toplumsal cinsiyet ya da bu ikisi arasındaki tüm deneyimler aslında yoktur. Elbette varlar. Ancak en mahrem, en güzel, en zor, en savunmasız, en biyolojik ve en insani deneyimlerimizin bir araya getirilip kamusal alana taşınması başka bir şeylerin döndüğüne işaret ediyor.

Butler, toplumsal cinsiyet karşıtı söylemin arkasında şiddet ve bulaşıcılık korkusu olduğunu yazıyor: “Toplumsal cinsiyet” bir hedef sağlar. Freud’un “yansıtma” olarak tanımladığı bir bükülme ile, tehditkar ve aşırı olarak algılananlar, örneğin çocuk kütüphanelerinden kitapları toplayanlar veya kadınları hamileliklerini sonuna kadar sürdürmeye zorlayanlar değil, savunmasız olanlardır.

Bu kesinlikle bir ahlakçılıktır, ancak sadistçe bir itham da söz konusudur, belki de tartışmalardaki coşku buradan kaynaklanmaktadır. (24 Ocak’taki Başbakanlık Sorular Oturumu’nda tuhaf bir şekilde telaşlı Sunak “Hala bir kadının ne olduğunu bilmiyor!” diye bağırmıştı). Bu marjinal bir durum da değildir. Butler’a göre, dünyanın dört bir yanında, bazen bilinçli bazen de istemeden ve genellikle ekonomik ve sosyal olarak savunmasız insanlar arasında faşist tutkular uyandırılıyor. Bu tutkular hangi siyasi amaca hizmet ediyor olursa olsun, amaç kesinlikle özgürlük değildir.

Otoriter siyasetin enerjisini psikoseksüel tutkularımızdan aldığı iddiasının bir geçmişi var. George Orwell 1984’te totalitarizmin en mahrem ve savunmasız duygularımıza nasıl ulaştığını ve onları insanlık halinin en kıymetli yönlerine karşı nasıl kullandığını anlatır. “Bunu Julia’ya yap!” Winston, kafesteki aç fareler yüzüne yaklaşırken çığlık atar, sevgilisine ve uğruna her şeyi göze aldıkları özgürlüğe ihanet eder. “Özgürlük neden bu kadar ürkütücüdür?” Butler bunu ve daha ilgili şekilde şunu sorar: “Özgürlük nasıl bu kadar ürkütücü hale getirildi?” 

Butler’ın da işaret ettiği gibi sorun, mevcut çılgınlığımızla başa çıkabilecek ne yeterli dile ne de hayal gücüne sahip görünmemizdir. Totaliter olan toplumsal cinsiyet teorisi midir (sıklıkla dile getirildiği gibi) yoksa ona karşı olanlar mı? JK Rowling’in bu konuda hatalı olduğunu düşünüyorum, ancak onun tutkularının faşist olduğunu sanmıyorum. Günümüz tartışmalarında, bir pozisyon diğerini, göründüğü kadarıyla durdurulamaz bir şekilde dışlıyor.

Bu husus önemlidir, çünkü bedensel özerklik hakkı ( şüphesiz özgür bir toplumu tanımlayan hak) hakkında zor tartışmalar yapabilmek için mutlaka neyin özgürlüklere gerçek bir tehdit olduğunu neyin olmadığını belirlememiz gerekir.  Ocak 2017’de, üniversiteden bir erkek meslektaşım bana büyüklük taslayarak “trans’ın (aynen böyle) feminizm için varoluşsal bir tehdit” olduğunu söyledi ve bir an önce kendime gelmem gerektiğini belirtti. Donald Trump yönetimi sadece iki gün önce “Küresel Susturma Kuralı”nı yürürlüğe koymuş ve yabancı STK’ların kürtaj hizmetleri için (kendi fonlarını kullansalar bile) ABD’den sağlık yardımı almalarını yasaklayarak bu kuralı doğum kontrolü ve HIV/Aids tedavisi ve önlenmesini de kapsayacak şekilde genişletmişti. Trump’ın Oval Ofis’te, gülümseyen Steve Bannon’ın gözetiminde kararnameyi imzalarken çekilen ve tamamı erkeklerden oluşan fotoğraf karesi, tehdidin nereden kaynaklandığı konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmadı.

Butler’ın kitabının ithafında şöyle yazıyor: “Bana hala öğretmenlik yapan gençler için”. Mevcut tartışmanın büyük bölümü kuşaklar arasıdır. Toplumsal cinsiyet konusunda en yüksek sesle bağıranlar genellikle orta yaş ve üzerindekilerdir: 20. yüzyıl erkek çocukları, kız çocukları ve aradaki herkes, yetersiz 20. yüzyıl kelimelerimiz, varsayımlarımız, korkularımız ve diğer siyasi ve varoluşsal savaşlara dair anılarımızla.

Ben de günümüzün toplumsal cinsiyet savaşlarına (ve kendi kör noktalarıma) ilişkin en çok şeyi öğrencilerimi ve çocuklarımı dinleyerek öğrendim. Bazıları aktivist, ancak çoğu basitçe meraklı, düşünceli ve açıkçası büyüklerinin tutkuları karşısında şaşkın. İdeolojik olarak telkin edilmiş sayılmazlar, gençlerimiz aptal değiller, ancak utanç verici bir şekilde yeterli zihinsel ve cinsel sağlık hizmetlerinden mahrumlar (trans çocuklar için NHS desteğini kısıtlamaya hevesli olanlar, bu işe girmekten mutlu olan ve gelişen bir özel sektör olduğunu bilmeliler), önemsedikleri tek şey ise arkadaşları. Zira savunmasızları korumaya yönelik tüm söylemlere rağmen belki de çok az kişi bunu yapıyor. Muhbirlerim bana heteroseksüel erkeklerin hala arkadaşlarının makyaj yardımıyla cennete gizlice girdiklerini söylüyor. Aferin onlara.

Who’s Afraid of Gender? (Toplumsal Cinsiyetten Kim Korkar?) kitabı üzerine yazılmıştır.

Çeviri: Alper Kara


[1] Kitap, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi şeklinde Türkçe’ye çevrilmiştir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu