Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Sol, Vatanseverliği Sağa Terk Edemez – Jacopo Custodi

Sağın vatanseverlik tartışmalarına hakim olmasına izin vermek yerine, sosyalistler ulusal aidiyeti kapsayıcı ve ilerici bir siyasetle birleştiren geçmişteki başarılı sol projeleri örnek almalı.

Jacopo Custodi’nin Jacobin dergisinde yayınlanan yazısının Türkçe çevirisidir.

Son iki yüzyılda, ulusal aidiyet dünya genelinde siyaseti derinden etkiledi. Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Asya’ya kadar, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın büyük tarihi olaylarının çoğu milliyetçilikten bahsetmeden anlatılamaz. Savaşlar, jeopolitik gerilimler, insanlığa karşı işlenen suçlar ve totaliter rejimler gibi olayların yanı sıra sömürge karşıtı ayaklanmalar, azınlık hakları ve özgürlük ile kurtuluş hedefleri doğrultusunda birleşen toplumlar — modernliğin temel meselelerinin ardında milliyetçilik her zaman kendini gösterir.

Bu makalede, Sol’un, kökenlerinden bu yana sol siyaset tarihini kesiştirmiş ve bugün de önemini koruyan ulusal aidiyet ve gurur duygusuna nasıl yaklaşması gerektiğini tartışacağım. Sol için, Komünist Manifesto’da Karl Marx ve Friedrich Engels’in proletaryanın mücadelesi hakkında yazdığı gibi “kendini ulus olarak oluşturması” önemli görünse de, bu siyasetin doğrudan ve risksiz olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak önce, bu meselenin küreselleşmiş bir dünyada neden hala geçerli olduğunu tartışalım.

Uluslara Veda mı?

Tarihin çeşitli dönemlerinde, birçok yazar milliyetçi siyasetin son evresine girdiğini savundu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında liberal düşüncede, milliyetçiliğin giderek zayıfladığı ve küresel ticaretin genişlemesiyle yakında ortadan kalkacağı inancı zaten mevcuttu. İnsanların ulusal kimliklerinin (milliyetlerinin) dünya kapitalizminin genişlemesiyle önemini yitirdiği fikri, gençliğinde Marx tarafından da paylaşılmıştı (ancak daha olgun yazılarında değil). Bu görüş, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, döngüsel olarak da olsa, belirli dönemlerde popülerlik kazanmıştı: Milliyetçiliğin patlak verdiği ya da askeri olarak çarpıştığı dönemlerde ortadan kaybolmuş, sonrasında ise tekrar yüzeye çıkmıştı.

1980’lerde Eric Hobsbawm, milliyetçilik üzerine yapılan çalışmaların artışının bu olgunun nihayet tarihsel son aşamasına girdiğinin bir işareti olduğunu öne sürdü: “Hegel, bilgeliği getiren Minerva’nın baykuşunun alacakaranlıkta uçtuğunu söylemiştir. Uluslar ve milliyetçilik etrafında dolanması iyiye işaret.” Hobsbawm, bu konuda yapılan çalışmaların o yıllarda önemli ölçüde arttığını doğru bir şekilde belirtse de, diğerleri gibi onun da umudu yanlış çıktı. Sadece birkaç yıl sonra, Sosyalist Blok’un çöküşü ve birçok ulus devlete parçalanmasıyla birlikte, eskimiş olduğu düşünülen birçok milliyetçi iddia ve çatışma patlak verdi.

2000’lerin nispi iyimserliğinde, Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire adlı eserlerinde, küresel kapitalizmin nihayetinde ulusal aidiyetin “gerici” dar görüşlülüğünü ortadan kaldırdığını yinelediler. Bu nedenle, ulusal kimlik hem siyasi olarak reddedilmesi gereken bir şey hem de önemsiz bir mesele olarak görülmeye başlandı. Ancak, son on yılda, ulus bir kez daha çatışmalı bir siyasi kimlik olarak ortaya çıktı, çoğunlukla sağcı veya ayrılıkçı hareketler tarafından savunuldu. Donald Trump, Jair Bolsonaro, Birleşik Krallık’taki İskoç bağımsızlığı ve İspanya’daki Katalan bağımsızlığı, Avrupa genelinde birçok milliyetçi sağ partinin seçimlerde başarı kazanması ve Ukrayna’nın Rusya tarafından işgaliyle giderek radikalleşen Rus ve Ukrayna milliyetçiliği — tüm bu çeşitli olgular, ulusal kimliğin seferber edici gücünü paylaşıyor.

Ulus devletlerin siyasi gücünün dünyanın birçok yerinde zayıfladığı, küreselleşen bir ekonomi ve transnasyonal şirketlerin ve örgütlerin artan gücüyle sarsıldığı inkar edilemez. Ancak, bu durum, ulusal kimliklerin siyasi düşüşüyle karıştırılmamalı; Hardt ve Negri’nin yaptığı hatalı bir karıştırma. Aksine, ulus devletlerin gücünün zayıflaması genellikle milliyetçi duyguların yayılmasıyla el ele gider. Küreselleşme, göç hareketleri, refah devletinin neoliberal çözülmesi ve din ile sınıf aidiyeti gibi derin köklü kolektif kimliklerin gerilemesi, ulusal kimliği güçlendirmiş gibi görünüyor. Bu, Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman’ın “akışkan” olarak tanımladığı, istikrarsızlık, güvencesizlik ve belirsizlikle işaretlenmiş çağdaş toplumu anımsatıyor: Sosyal ilişkilerin ve yapıların istikrarsız olduğu, değişken ve sürekli hareket halinde olan bir toplum. Bu gerçeklikle yüzleşen ulusal kimlik, aidiyet ve topluluk hissi arayan insanlar için güvenli bir liman olarak yeniden ortaya çıkıyor. Yabancılaşma ve belirsizlik duygularını azaltmak amacıyla tutunulacak bir sembolik kimlik haline geliyor.

Bu nedenle, neoliberal küreselleşme birçok geleneksel kimliği ve toplumsal değeri köklerinden sökmüş olsa da, ulusal topluluk, milliyetçi siyaseti yeniden canlandırarak kolektif kimliğin bir kaynağı haline geldi. Dünya Değerler Araştırması’nın 2017–2022 dönemi sonuçlarına göre, dünya genelinde ankete katılanların %88.5’i milliyetlerinden “çok gurur duyduğunu” veya “oldukça gurur duyduğunu” belirtiyor. Dahası, bu araştırma yalnızca katılımcının ulus devletine karşılık gelen milliyeti dikkate almış, bu da azınlık milliyetlerini dışlamıştır; bu durum, toplam değerin daha da artmasına neden olabilirdi. Avrupa’da, Avrupa Yönetim Kalitesi Endeksi’nin gösterdiği gibi, ulus, vatandaşların en bağlı hissettikleri bölgesel kimlik olmaya devam ediyor; bölgesel kimliklerden daha fazla ve Avrupa kimliğinden çok daha fazla. Son olarak, özellikle daha düşük eğitim seviyesine sahip olan halk sınıfları, kültürel süreçlerinde daha fazla “millileştirilmiştir”. Bu, sembolik ve kültürel unsurlara ulusal aidiyetle daha fazla tepki verdikleri anlamına gelir; bu, daha yüksek eğitimli veya sınıf kökenine sahip bireylerin daha kozmopolit olduğu kesimlerle karşılaştırıldığında daha belirgin bir durum.

Ulusal-Popüler

Bu duruma bakıldığında, Sol ulusal kimliklerin varlığını görmezden gelemez. Bu kimlikler, Sol’un faaliyet gösterdiği siyasi ve toplumsal manzaranın ayrılmaz unsurları ve öngörülebilir gelecekte önemini yitirecek gibi de görünmemekte. Dolayısıyla, Sol’un ulusal kimliği reddetmesi yönündeki çağrılar çıkmaz bir yol ve Sol’u kendi halkçı geleneklerinden uzaklaştırma riski taşıyor. Aksine, Sol’un ulusal aidiyeti en azından belirli ölçülerde ve bazı şekillerde kucaklaması gerektiği açık.

Bu yeni bir fikir değil: Bugün garip görünse de, “sol” ve “ulus” kavramları başlangıçta birbirlerinden pek uzak değildi. Hobsbawm, bu iki siyasi kavramın sadece aynı beşikten — Fransız Devrimi’nden — doğmakla kalmadığını, aynı zamanda bir bakıma eş anlamlı olduklarını öne sürer. Fransız Devrimi’nin çalkantılı yazında, Üçüncü Sınıf kendisini tam ulus olarak ilan etti ve Fransız Devrimi’ni başlattı, bu da ulus kavramını siyasi düzeyde güçlendirdi. Krallığın mülk temelli siyasi temsilinin yerini halk-ulus fikri aldı: Ulus, ayrıcalıklı sınıfların karşısında egemenliğin taşıyıcısı olarak kolektif bir varlık, halk ile örtüşmeye başladı. Paris halkı 14 Temmuz’da Bastille’i bastığında ve şehri ele geçirdiğinde, Üçüncü Sınıfı savunmak için hareket ediyordu; Üçüncü Sınıf artık Ulusal Meclis’e dönüşmüştü. Ulusal Meclis tam anlamıyla kurulduktan sonra, Devrim’in destekçileri ve eski Üçüncü Sınıf sol tarafta oturdu. Bu nedenle hem “Ulusal Parti” hem de “Sol” olarak adlandırıldılar ve aynı zamanda solun siyasi kavramı da ortaya çıktı.

Fransız Devrimi örneği, bu tartışmanın önemli bir unsurunu hatırlatıyor: hem solcu hem de ulusal siyasetin kesiştiği “halk” fikri. Bu kavram, çağdaş siyasetin kurucu ve kapsayıcı bir bileşeni olmaya devam ediyor. Eğer Sol’un amacı halk desteği oluşturmak ve sıradan insanların çıkarlarını ele alan bir siyaset yürütmekse, halkla duygusal bir bağ kurmak zorunda. Peki, halk kimdir? Ernesto Laclau’nun açıkladığı gibi, halk sosyolojik bir kategori olarak var olan bir şey değil, aksine politik bir yapıdır. Bu, halkın politikadan bağımsız olarak var olmadığı anlamına gelir; politika onlara şekil ve anlam verir. Halk, bir araya gelen, ihtiyaç ve kimlikleri çeşitlilik gösteren, ancak kolektif olarak elitler tarafından göz ardı edilen, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutanların karşısında birleşen yeni bir siyasi varlık haline gelir. Bu süreçte halk, bileşenlerinin basit bir toplamından ibaret olmaktan çıkar, onları aşan ve farklı bireylerin kendilerini tanıyabileceği tek bir birleştirici kimliğe dönüşür. Tartışmamız için önemli olan nokta, halkı siyasi olarak “ulus-halk” olarak düşünmenin çok zor olması. Çağdaş toplumların büyük çoğunluğunda halk büyük ölçüde ulusal topluluğu oluşturur ve halk egemenliğinin savunulması ulus devletin sınırları içinde gerçekleşir. Dahası, ulus halk kimliklerinin ve aidiyet duygusunun şekillenmesinde önemli olan ritüeller, semboller ve kültürel referanslar yaratır. Bu da halkı ulusal toplulukla daha fazla birleştirir.

Antonio Gramsci, ulusal-popüler kavramını hem ulusal hem de halkçı olanı tanımlamak için geliştirdi. Başlangıçta bunu özellikle kültürel üretimlere, yani ulusal kültürün ayırt edici özelliklerini ifade eden ve halk sınıfları tarafından temsilci olarak kabul edilen edebi ya da sanatsal eserlere bağlamıştı. Bugün “ulusal-popüler” terimi, bir ülkenin sıradan insanları arasında yaygın olan tüm kültürel, estetik, davranışsal ve alışkanlıksal özellikleri tanımlamak için daha genel bir anlamda kullanılır. Ancak, Gramsci’nin yazılarında bu kavram kültürel boyutun ötesine geçer ve popüler kitlelerin ortak bir ulusal projeyle özdeşleşmesini içerir. Gramsci için devrimci mücadele, “en yüzeysel kozmopolitizme ve anti-vatanseverliğe” düşmemelidir. Aksine, “halk-ulusu” ile duygusal bir bağ kurmalıdır. Gramsci, yönetmeyi amaçlayan her devrimci hareketin ülkeyi temsil etmesi ve onunla özdeşleşmesi gerektiğini savunmuştur; bu ilke, burjuvaziye karşı yürütülen hegemonya mücadelesinde işçi sınıfına da uygulanmalıdır. Bu düşünce boş bir alanda ortaya çıkmadı; 1848 Komünist Manifestosu’nda Marx ve Engels’in proletaryanın zafer kazanması için “kendini ulus olarak oluşturması” gerektiğini ve bu nedenle “kendinin de ulusal olduğunu, ancak burjuva anlamda değil” yazdığı zaman zaten tasarlanmıştı. Bu satırlarda, Üçüncü Sınıfın ulus haline geldiği Fransız Devrimi’nin yankısı duyulabilir. Ancak, ulusal olmanın farklı anlamları var.

Bu ulusal-popüler boyutun örnekleri, yirminci yüzyıl Sol tarihinde sayısızdır. Geçmiş yüzyılın komünist ve işçi sınıfı partileri, kendi ülkelerinin geleneklerine, tarihine ve kültürüne derinden kök salmıştı. Bu, sert ya da muhafazakar bir milliyetçilik değildi; vatan sevgisini, tüm halklar arasında dostluk gerekliliğiyle birleştiren bir milliyetçilikti. Ulusal kimlik, siyasi kimliğin ayrılmaz bir parçasıydı ve bu, sosyalizm, ilerleme ve enternasyonalizme olan bağlılığı baltalamıyordu.

Bu, Jean-Paul Sartre’ın İtalya’daki savaş sonrası İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) başarısının anahtarı olarak gördüğü unsurdu. PCI, Batı Avrupa’daki en güçlü komünist parti haline gelmişti. Uzun süredir İtalyan komünisti olan Luciana Castellina’nın aktardığına göre, Sartre bir ziyaretinde, “Şimdi anlıyorum [neden PCI bu kadar güçlü], PCI İtalya’dır!” demişti. Sartre’ın bu sözle anlatmak istediği, partinin bir öncü değil, İtalyan halkının genel duyguları, davranışları ve anılarıyla şekillenmiş bir yapı olduğuydu.

Yirminci yüzyıl anti-faşist tarih de vatanseverlikle dolu. Örnekler çok; İtalyan komünist partizanlardan, ulusal kahraman Giuseppe Garibaldi‘nin adını taşıyan ve faşist “vatan hainlerine” karşı savaşan İtalyanlara kadar. Bu durum, António de Oliveira Salazar rejimi altındaki Portekiz komünistleri için de geçerli. Liderleri Álvaro Cunhal, 1946’da şöyle demişti:

“İktidarda kurulu faşizme karşı verilen mücadelelerde, işçi sınıfları yeniden vatanlarını buldular: Özgürlük ve demokrasi için mücadele eden Portekiz, refah, ilerleme ve kültür arzulayan Portekiz, demokratik milletler dünyasında onurlu bir yer isteyen Portekiz. Faşizme karşı savaşan Portekiz halkı, Portuguesa’yı [ulusal marş] öğrenir ve ulusal bayrağı kullanmayı öğrenir.”

Aynı şey, Küresel Güney’deki birçok sol parti için de geçerli; hem eski hem de yeni partiler için. Latin Amerika’daki Bolivarcı Sol, özellikle Hugo Chávez’in örneğinde görüldüğü gibi, yurtsever retorik ve ulusal sembolizme dayalı sosyalist bir solu temsil eder. Chávez’in sık sık Venezuela renklerini taşıyan bir eşofmanla görünmesi bu sembolizmin bir göstergesiydi. Yine de bu, Latin Amerika ülkeleri arasında ulus-ötesi işbirliğine yönelik önemli ilerlemeleri engellemedi. Eğer Venezuela patria (vatan) ise, o zaman Latin Amerika da patria grande (büyük vatan) idi.

Hegemonya, Karşı Hegemonya ve Yeniden Anlamlandırma Sorunları

Şu ana kadar anlatılanlar fazla basit görünüyorsa, bunun nedeni tartışmamıza başka önemli bir meselenin daha eklenmesi gerektiği: Günümüzde sağın ulusal kimliği tanımlama konusundaki hâkimiyeti. Son yıllarda birçok Batı ülkesinde, ulusal kimlik konusunda sağın hegemonik hale geldiği ve ulusal kimliğin siyasallaşıp sağa kaydığı görülüyor. Günümüzde ulusal kimlik ve gurur hakkında düşündüğümüzde, genellikle muhafazakârlık, geleneklerin savunulması, etnik aidiyet, çeşitliliğe karşı düşmanlık ve göçmen karşıtı söylemlerle ilişkilendiririz. Bir ülkeye ait olmak ve bu ülkeyle gurur duymak, şu anda büyük ölçüde sağın kontrol ettiği ve kendi siyasi değerleriyle doldurduğu bir anlam taşıyor.

Sol, ulusal-popüler bir proje ortaya koymak istiyorsa, bunu yalnızca ulusal kimliğin unsurlarını söylemine dâhil ederek değil, bu unsurları sağdan koparıp onlara kapsayıcı ve ilerici bir anlam kazandırarak yapmalı. Marx ve Engels’in sözlerini ödünç alırsak, ulusal olmalı, “ama burjuva anlamda değil.” Bunu başarmak için karşı hegemonya mücadelesine girişmek gerekiyor. Teoride, bu mümkün, çünkü ulus ne sabit ne de önceden belirlenmiştir; ulusal kimlik ve aidiyet, tekil olmayan olgular olup farklı anlamlar taşıyabilir ve farklı siyasi değerler kümeleriyle ilişkilendirilebilir. Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler adlı çığır açıcı çalışmasında savunduğu gibi, uluslar “modülerdir” ve “farklı sosyal zeminlere, çeşitli derecelerde bilinçli olarak ekilebilir, çeşitli siyasi ve ideolojik takımyıldızlarla birleşebilir ve onlarla kaynaşabilir.”

Ulusun her zaman bir sınırı vardır, kimlerin bu sınırın içinde yer aldığı ve kimlerin almadığına dair bir çizgi çeker (Anderson’un açıkladığı gibi, ulusun tanımlayıcı bir özelliği “sınırlı” olmasıdır), ancak bu sınır sürekli değişir ve politiktir. Bu, ırktan toplumsal sınıfa, etik değerlere, dile veya kültüre kadar çeşitli kriterlere dayanabilen bir dışlama çizgisidir. Bu sınırı belirleme ayrıcalığı, ulusal alan üzerindeki hegemonya mücadelesinin özüdür ve çağdaş siyasetin önemli bir sorunudur.

İspanya’daki Podemos deneyimi, ulusal alanda karşı hegemonik siyasetin belki de en sistematik örneği. Partinin liderliği, halkçı ve solcu bir gündemi ilerletmek için ulusal kimliği sağdan geri almak ve yeniden tanımlamak gerektiğine inanıyordu. Podemos liderleri bu nedenle İspanya’ya olan gururlarını ve sevgilerini sürekli dile getirmeye başladılar. Patria’yı (vatan) ve İspanyol olmayı övdüler, politikalarını açıkça vatansever olarak nitelendirdiler. Bir yandan bunu, siyasi rakiplerini, özellikle sağdakileri, yolsuzluk, özelleştirme politikaları, sosyal yardımlarda kesintiler ve zenginlere vergi indirimi sağlama gibi nedenlerle “İspanya’nın düşmanları” ve “vatan hainleri” olarak nitelemek için yaptılar. Öte yandan, solcu bireylerin ve etnik azınlıkların da özdeşleşebileceği ilerici bir yurtseverlik formunu teşvik etmeye çalıştılar. Bunu, ülkenin temel özelliklerini halkçı seferberlik, dayanışma, bir refah devleti ve dilsel ya da etnik ayrımcılığa dayanmayan bir ahlaki topluluk olarak tanımlayarak yaptılar.

Ulusal aidiyet zemininde karşı hegemonya mücadelesi vermek, önemli bir siyasi tercih. Bu mücadelenin verilmemesi, sağın kolektif yaşamımızın bir parçası olan tüm ulusal-popüler unsurları ele geçirmesine ve bunları kendi muhafazakâr fikirleriyle ilişkilendirmesine yol açar. Bu da sağın, ülkenin neyi temsil ettiğini ve bu ülkeye ait olmanın ne anlama geldiğini sorgusuz sualsiz belirlemesine olanak tanır. Bunun sonucu, göçmenler ve azınlıkların her gün bu muhafazakâr ve dışlayıcı ulusal kimliğin bedelini ödemeleri olur; topluluğun bir üyesi olarak kabul edilmezler.

Ancak, bu durumun basit bir siyasi strateji olmadığını ve risklerden muaf olmadığını unutmamalıyız. Siyasette sihirli çözümler nadiren vardır. Eğer sağ ulusal aidiyetin anlamını hegemonik hale getirmeyi başarmışsa, ona karşı hegemonik bir proje ortaya koymak, ulusal kimliğin birçok yönünü yeniden anlamlandırmayı gerektirir — ve yeniden anlamlandırma hiç de kolay değil. Yeniden anlamlandırmanın önemli olması nedeniyle, bu siyasi tercihle ilgili sorunları açık gözlerle incelemek gerekir.

İlk sorun, bu süreç için önemli bir hegemonik güce ihtiyaç duyulması. Bellek burada önemli bir rol oynar ve ulusal kimliğin belli bir anlamı kolektif hayal gücünde derin bir şekilde kök salmışsa, bunu değiştirmek oldukça zor olabilir. Bir ülkenin toplumsal algısında yaygın olan anlamları değiştirmek genellikle zaman ve güç gerektirir. Bu bağlamda İtalyan sağının örneği aydınlatıcı. Silvio Berlusconi ve Matteo Salvini, İtalyan kimliğinin anlamını hegemonikleştirme ve değiştirme konusunda çok başarılı oldular; bunu, ulusun Direniş mitinden kopararak, Berlusconi’nin durumunda anti-komünizm, kamu harcamalarında kesinti ve serbest girişimcilik ile, Salvini’nin durumunda ise yabancı düşmanlığı ve diğerlerine nefretle ilişkilendirerek başardılar. Ancak bu, siyasi ve medya gücüyle mümkün oldu: Berlusconi, ülkenin en önemli televizyon kanallarını kontrol ediyordu ve onları Forza Italia için avantaj sağlayacak bir anlatı oluşturmak amacıyla pervasızca kullandı. Salvini ise yıllarca sosyal ağlardaki üstünlükten yararlandı; La Bestia olarak bilinen agresif, kural tanımaz ve son derece pahalı bir sosyal medya aygıtı tarafından desteklendi. Siyasi ya da medya gücü olmadan ulusal kimliği yeniden anlamlandırmak zor ve bu tür girişimler ters tepebilir. Ulusal kimlik, tüm bu nedenlerle sağlam bir güçtür. Onunla uğraşmak ateşle oynamak gibidir. Ulusal kimliği sağa karşı kullanmak için siyasallaştırırsanız ancak sonunda toplumsal anlamını değiştirmekte başarısız olursanız, sağın kendi siyasi hedefleri doğrultusunda sömürmeye devam edeceği kelimeleri, sembolleri ve aidiyet biçimlerini popülerleştirme riskini alırsınız.

Diğer bir sorun ise, ne kadar fazla yeniden anlamlandırmaya ihtiyaç duyarsanız, ulusal kimliğin yerleşik unsurlarından o kadar rahatsız olduğunuz anlamına gelir. Ulusal kültürel referansların daha yaygın olduğu halk sınıflarından uzaklaşma riskiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Kısacası, Sol’un ulusal kimliğe yönelik kendi fikrini inşa edebilmesi için dayandığı mevcut unsurlar azsa, bu, yeni anlamlarla radikal bir ulusal kimlik inşa etme gerekliliğine işaret eder; bu durum, ulusal hale getirilmiş popüler kesimlerle iletişim kurmada zorluklar yaratabilir. Ulusal aidiyet ve gururu ilerici anlamlarla yeniden anlamlandırma ihtiyacı ile halkın sözcüklerine, sembollerine ve kültürel referanslarına yakın kalma gerekliliği arasında sürekli olarak zor bir denge bulmak gerekir.

Yıllar önce, Podemos üyeleriyle partinin yurtseverliği üzerine doktora araştırmam sırasında röportajlar yaparken, İtalya’da ulusal kimliğin Sol adına geri kazanılmasının daha kolay olacağını düşündüklerini söylediler. Bunu düşünmelerinin nedeni, İtalya’nın Garibaldi’ye, Direniş’e ve Nazi Faşizmi’ne karşı zafer kazanmış olmasına dayalıydı; bu da yeni İtalya’nın doğuşuna işaret ediyordu. Buna karşın, İspanya’da benzer tarihsel referanslar bulunmadığı için retorik olarak güçlü, ancak kültürel sembollerden yoksun bir yurtseverliği takip etmek zorunda kalmışlardı. Ulusal bayrağın, monarşiyle fazla ilişkili olduğunu ve yeniden anlamlandırmanın zor olduğunu düşünüyorlardı. Podemos’un ilk lideri Pablo Iglesias’ın İspanyol gururunun bir örneği olarak sık sık referans verdiği Napolyon’un 1808’deki işgaline karşı Madrid ayaklanmasının, örneğin İtalyan Direnişi kadar sembolik güce sahip olma olasılığı çok daha düşüktü.

Son olarak ele alınması gereken bir diğer önemli mesele ise göç meselesi. Avrupa ülkeleri büyük göç akınlarıyla karşı karşıya kalırken — hükümetlerin bu akınları durdurma yönündeki cezai girişimlerine rağmen, Akdeniz binlerce kişi için bir mezarlığa dönüşüyor — farklı etnokültürel geçmişlere sahip insanlar giderek daha fazla Batı şehirlerine yerleşiyorlar, sık sık yoksulluk, ayrımcılık ve sömürü kurbanı oluyorlar. Sol, bu bireyleri göz ardı etmeden ulusal kimlik ile bir bağ kurmayı nasıl başarabilir?

Bu sorunun çerçevesi bile ulusal aidiyetin ne anlama geldiğine dair sağcı söylemi bir ölçüde içselleştirdiğimizi gösteriyor. Etnik ve kültürel çoğulculuk, ulus için yalnızca sağcı bir bakış açısından bir sorun olarak görülür ve bu bakış açısına meydan okumak, karşı hegemonik çabanın ana unsurlarından biri. Fransa’da Jean-Luc Mélenchon bu durumun sembolik bir örneği. Onun Fransa ve Fransız gururu hakkındaki görüşü, partisi La France Insoumise tarafından teşvik edilen bir fikir olarak, etnik ve dini çoğulculuğu kucaklıyor. Mélenchon, “kreolizasyon” kavramını benimseyerek ulusal kültürü oluşturan farklı etkilerin sürekli kaynaşmasını savunuyor. Onun sözleriyle,

“Fransız olmak, belirli bir dine mensup olmak, belli bir ten rengine sahip olmak, belirli yemekleri pişirmek ya da belli başlı eserleri sevmek anlamına gelmez. Cumhuriyet’te Fransız olmak, ‘liberté, égalité, fraternité’ (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) programına abone olmak ve yasaya saygı duymaktır. Fransa’nın kreolize bir ülke olmasına izin veren şey, Fransız Devrimi’nin evrenselciliğidir.”

Bu nedenle, La France Insoumise’nin ulusal sembolleri yoğun bir şekilde kullanmasına ve Fransa’ya yönelik olumlu referanslarda bulunmasına rağmen, partinin Paris banliyölerinde, özellikle Avrupa dışından gelen birçok bireyin yaşadığı bölgelerde başarılı olmasının şaşırtıcı olmadığı açık. Bu strateji, göçmen toplulukların ev sahibi ülkenin belirli ulusal-popüler referanslarına daha az duyarlı olabileceği gerçeğiyle karmaşıklaşabilir, çünkü kendi kültürel referansları farklıdır. Amaç, ulusal aidiyet ve gururu, göçmen geçmişine sahip insanları tam olarak kapsayacak şekilde yeniden anlamlandırma ihtiyacı ile halk arasında yaygın olan ulusal-popüler sembollere ve kültürel referanslara yakın kalma gerekliliği arasında bir denge bulmak. Yine de bu hedef, göründüğü kadar zor olmayabilir; zira göçmen topluluklar, ayrımcılık, kaynak eksikliği ve sınırlı fırsatlar nedeniyle ev sahibi ülkenin alt toplumsal tabakalarında sosyalleşme eğilimindedirler. Bu nedenle, ulusal-popüler kültürel ve sembolik referanslarla sık sık karşılaşırlar; çünkü daha önce de belirtildiği gibi, bunlar genellikle orta sınıfa göre daha fazla işçi sınıfı arasında yaygındır.

Sınıf Mücadelesinin Bir Başka Cephesi

“Göstermek istediğim şey şu: Siyah olabilir, banliyölerde büyümüş olabilir, mütevazı bir yaşam sürüyor olabilir ve yine de Fransa’yı sevebilirsin. Çünkü Fransa hepimize aittir!” Fransız Netflix dizisi En Place’deki Stéphane Blé, ilk adaylık konuşmasını bu sözlerle bitirir. Stéphane, Paris banliyölerinden gelen bir sosyal hizmet görevlisidir ve solcudur; ancak merkez solun fırsatçılığından, ikiyüzlülüğünden ve ideallerin yokluğundan hayal kırıklığına uğramıştır, bu yüzden kendisi cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olmaya karar verir. Sloganı “Fransa Herkes İçin” olan Stéphane, dizinin ilerleyişi boyunca onu Fransa’nın ilk siyah başkanı olma olasılığına yaklaştıran sıra dışı ve özgün bir seçim kampanyasına başlar.

Stéphane’nin bu sözü, bu makalenin temel argümanını özetliyor: Sağın, ulusun ne anlama geldiğine dair vizyonuna meydan okurken, kapsayıcı ve ilerici bir topluluk fikrini temsil eden solcu bir ulusal aidiyet fikrine ihtiyaç var. Bu, siyasi konsensüs sağlamak için gerekli bir koşul; çünkü Michael Harrington’ın otobiyografisinde yazdığı gibi, “Eğer Sol, bu ülkeyi değiştirmek istiyorsa, sadece ondan nefret ettiği için halk Sol’u dinlemeyecektir ve halk haklı olacaktır.” Bir ülkeyi sevmek, olduğu haliyle sevmek anlamına gelmez; aksine, Harrington’ın sözleriyle, “kar altındaki tohumu hissetmek; yozlaşma, adilik ve insan ilişkilerinin ticarileşmesi örtüsünün altında, kendi kaderini tayin edebilecek erkek ve kadınları görmek” anlamına gelir. Ülkeyi değiştirmek için aktif bir şekilde çalışmak, onunla özdeşleşmek ve onu temsil etmek demektir. Bu, Komünist Manifesto’da proletaryanın “kendini ulus olarak oluşturması gerektiği” ifadesinin derin anlamıdır ve Fransız Devrimi’nin yankısını taşır.

Siyasi olarak etkili olabilmek için yenilikçi bir ulus fikri, mevcut toplum ve onun temel değerleriyle tamamen yabancılaşmamalı. Sosyalist bir perspektiften bakıldığında, mevcut toplum ile gelecekteki toplum arasındaki ilişki her zaman diyalektiktir. Marx, özgürlük ve ilerleme gibi modernliğin hedeflerini ya da bunları gerçekleştirme araçlarını, yani üretici güçlerin gelişimini sorgulamamıştır; ancak bu modern ideallerin hiçbirinin toplumun sınıf bölünmesini aşmadan tam olarak gerçekleşemeyeceğini savunmuştur. Aynı şekilde, yeni bir ülke fikri inşa etmek için ulusal-popüler ile ilişki diyalektik olmalı: Referanslar ve kelimeler halk kültüründen alınır, bazıları güçlendirilir, diğerlerinin anlamları değiştirilir ve yenileri eklenir. Gramsci’nin bize öğrettiği gibi, yeni bir toplum halkın duygularına ve sağduyusuna karşı inşa edilemez; bunlar, yeni bir “kolektif ulusal-popüler irade” için başlangıç noktası olmalı.

Vatanseverliğin Sol için riskler taşıdığı inkâr edilemez, çünkü günümüzde ulusal aidiyet duygusu birçok Avrupa ülkesinde ve ötesinde sağa yönelmiş halde. Rakibin siyasi silahlarını ve kelimelerini kullandığınızda, bu silahları ve kelimeleri değiştirmeden meşrulaştırma ve kendi değerlerinizi ve stratejik ufkunuzu kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Bu tuzağa düşmemek için gereken şey, rakibin retorik silahlarının ara sıra ve araçsal kullanımı değil, kapsamlı ve karşı-hegemonik bir ulus fikri. Sol bir ülke fikri, sağın vizyonuna karşı çıkarak, onun sefaletini, ikiyüzlülüğünü ve misafirperver olmayan yanlarını ifşa etmeli, kendisini daha çekici bir seçenek olarak sunmalı. Sağın, herkesin piyasa yasalarının insafına terk edildiği dışlayıcı, etnik ve kültürel olarak homojen ulusu yerine, topraklarını seven, her türlü ayrımcılığı ve marjinalleşmeyi reddeden dayanışmacı bir topluluk olmalı — ülkeye olan duygusal bağ, sınırları kapatma arzusunu değil, toplumu ayakta tutan sıradan insanların onuruna sahip çıkma isteğini ifade etmeli.

Bu, Sol’un siyasi mücadelenin zeminini yalnızca ulusal aidiyet meselesine kaydırması ya da buna birincil siyasi önem vermesi gerektiği anlamına gelmez. Bu, ulusal kimliğin siyasi mücadelenin dışındaki bir mesele değil, hegemonya mücadelesinin verildiği savaş alanlarından biri olduğunu kabul etmek anlamına gelir — Sol’un terk etmemesi gereken, kendi değerlerini ve topluluk fikrini getirebileceği ve sağın ülkenin neyi temsil ettiğine dair kararı tek başına vermesini engelleyebileceği bir savaş alanı. Otto Bauer, uluslar üzerine Marksist bir bakış açısıyla bir inceleme yazan ilk Marksist siyasetçi ve entelektüeldi ve onun karmaşık teorik düşüncelerinden çıkan sonuç, ulusal aidiyetin nihayetinde istikrarsız bir zemin olduğuydu, sürekli olarak değişim içinde ve sınıf perspektifleri arasındaki sürekli çatışma tarafından parçalanan bir varlıktı. Başka bir deyişle, ulusal aidiyet de sınıf mücadelesinin bir başka cephesi.

Tüm bu nedenlerle, ulusal çıkarların tanınmasını Sol’un mücadeleleriyle basitçe birleştirmek mümkün değil, çünkü siyasi bir anlatımdan bağımsız bir ulusal çıkar yok. Ulusun çıkarına olan şey, ulusun ne olduğu ve siyasi sınırlarının nerede çizildiğine bağlı. Bu nedenle mesele bir toplama meselesi değil, hegemonya meselesidir: Sol’un mücadelelerinin ulusal çıkarlarla örtüştüğünü iddia etmektir.

Sonuç olarak, kamu sağlığını, okulları ve ulaşımı genişletmek ve iyileştirmek; işçi sınıfı üzerindeki vergi yükünü azaltmak ve devasa servetlere sahip olanların vergilerini artırmak; ulusal enerji üretimini kamusal kontrol altına alarak temiz enerjiye yönelik gerçek bir ekolojik geçiş başlatmak; kimsenin cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği ya da ten rengi nedeniyle ayrımcılığa uğramamasını ya da yoksulluk, gelecek belirsizliği ve yalnızlıkla baş başa bırakılmamasını sağlayan yeni yasalar çıkarmak; kapitalist sömürüye ve düşük ücretlere karşı mücadele eden yeni işçi hakları sağlamak gibi önlemleri ülke için verilen mücadeleler olarak ele almamak mümkün mü? Bunlar, ülkeyi daha yaşanabilir bir yer haline getirecek ve on yıllardır süren neoliberal politikaların onu yıpratıp, satıp, yoksullaştırdığı, öfkelendirdiği ve büyük bir eşitsizlik ile adaletsizlik yarattığı bir ülkeye yeniden gelecek verecek solcu programlar.

Ulusal-popüler bir proje, solcu hedeflere anlam, inandırıcılık ve güç verebilir, onları bir ülke fikri içinde yapılandırıp birleştirebilir.

Çeviri: Kemal Büyükyüksel

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu