Toplumsal Bir Gereklilik Olarak Katil, Kurban ve İdam: Dead Man Walking – Kadir Demiryürek
Din bir çelişkiler yumağıdır. Yoruma açık muğlaklığıyla onu araçsallaştıran herkesin işine yarar. Kutsal kitabın çelişkilerinden, yorum farkından hareketle girişilen kötücül eylemlerin yahut onu bu eylemlerin dayanağı olarak göstermenin bir yanlış anlaşılma olduğunu söylemek, eksik bir bakışın dilidir. Din en çok da kalabalıkların destekçisidir. Dünün engizisyon kaynağı, bugünün “kamu vicdanı” muhafızıdır. “İnsan öldürmek kötüdür” diyen vicdanın sızısı “ama o bir insan değil” -O bir canavar!- diyerek dindirilir.
Spoiler içerir.
Yönetmen Tim Robbins’in 1995 yılında gösterime sunduğu sarsıcı Dead Man Walking filminin kısa özeti ile yazıya başlayalım:
Carl Vitello ve Matthew Poncelet (Sean Penn), bir gece alkol ve uyuşturucuyla iyice kafayı bulmuşlarken, ormanlık alanda 17 yaşındaki Walter Delacroix ile 18 yaşındaki Hope Percy’ye rastlarlar. İşkence ve tecavüzden sonra, ikisini de pompalı tüfekle enselerinden birer el ateş ederek öldürürler. Vitello avukat tutacak imkâna sahiptir ve idamdan paçasını sıyırır. Poncelet ise parasız, dolayısıyla avukatsızdır. Böylece ölü adamın yürüyüşü başlar. Ona bu yürüyüşte Helen Prejean adındaki rahibe eşlik edecektir.
Poncelet ve Prejean karakterlerinin merkezinde suç ve ceza üzerine geniş bir perspektifle karşılaşırız. Toplumsal düzende saygın bir yere sahip rahibe ile insan olarak görülmeyen bir cani aynı eksende buluşup, bizlere kurban ve cellat arasındaki ayrım üzerine etraflıca düşünme imkânını verirler.
Tim Robbins, Prejean karakterini İsa peygamberin bir temsili olarak sunar. Fakat bu temsil, mevcut toplumsal düzenin sürdürülmesine katkı sağlayan din anlayışının karşısında yer alır. Bir yandan İncil’den ve Tevrat’tan bölümlerle katilin katlinin vacip olduğu savı din adamının, valinin, yargının, polislerin, basının, kurbanların ailelerinin ağzından desteklenir; öte yandan Prejean ise bu katlin dinde yerinin olmadığı savıyla ötekilerle mücadeleye girişir. O halde hangi taraf haklıdır? Yönetmen, Prejean’ın temsil ettiği dinin haklılığından yana tavır gösterir. Eleştirisini de o yandan bakarak yapar. Alt metinde güruhun bu planlı cinayeti (idam cezasını) haklı ve meşru göstermek adına dini dayanak gösterdiğini ve bunun yanlış olduğunu okuruz. Oysa din tam da Prejean’ın temsil ettiği gibi bir şey olmalıdır, denmektedir. Sevgi büyük güç gerektirir ve rahibe bu canavarı dahi tıpkı İsa peygamberin yaptığı gibi, sevebilir. İdamına değin Poncelet’ın yanında duracak, ona acıyıp yardım eli uzatacak, onun için ağlayacak, kendiyle yüzleşmesini ve kendine saygı duymasını sağlayacak ve en sonunda da onu sevecektir. Oysa kuşkucunun elinden iki taraf da kurtulamaz. Öyle ki hem Tevrat kitabında “öldürmeyeceksin” kelamına karşı çıkana dinin kısas usulünün uygulanmasını vaaz ettiğini söyleyen rahip, hem de İncil’de İsa’nın merhamet ve barıştan söz ettiğini söyleyen Prejean haklıdır. Din hem öldüreni öldürün diye buyurur hem de öldürene merhamet gösterin der. Bu ise, öldüreni öldürerek ona merhamet gösterin, diye yorumlanabilir.
Din bir çelişkiler yumağıdır. Yoruma açık muğlaklığıyla onu araçsallaştıran herkesin işine yarar. Kutsal kitabın çelişkilerinden, yorum farkından hareketle girişilen kötücül eylemlerin yahut onu bu eylemlerin dayanağı olarak göstermenin bir yanlış anlaşılma olduğunu söylemek, eksik bir bakışın dilidir. Din en çok da kalabalıkların destekçisidir. Dünün engizisyon kaynağı, bugünün “kamu vicdanı” muhafızıdır. “İnsan öldürmek kötüdür” diyen vicdanın sızısı “ama o bir insan değil” -O bir canavar!- diyerek dindirilir. Bu bakımdan yönetmenin ilettiğinin aksine din daha çok, Prejean’ın betimlediği değil, onun karşısındaki herkesin betimlediği forma uygun düşer.
İmha düzeneği kurulmuştur: masum iki gencin vahşice öldürülmesinin sorumlusu olan katil, adalet adına idam edilmelidir. Kısasa kısas… Ancak ölüm koğuşu yalnızca Poncelet’ı ağırlamıyordur. Hepimiz biliriz ki yeni canilikler kapımızda sıraya dizilmiştir. Öncekinin ölümü sonrakilere bir gözdağı olsa da sonraki caniler hep var olacaktır. Tıpkı onları toplumca cezalandırma ediminin var olacağı gibi. Her vahşi cinayette “toplumsal bilinç” kan kokusu almış yırtıcılar gibi bir anda canlanıverir. Güvenliği tehdit eden bu canavarın kanı dökülmeden, bir sonraki vakaya (öğüne) kadar rahatlamayacaktır. Bu rutinin, bu ritüelin ortasında tanışırız Matthew Poncelet ile. Önden ölü siyah adamlar yürümektedir. Sırasını bekleyen kapana kısılmış katilimizi tanıdıkça görürüz ki bilinci açık, eleştirel düşünebilen, onu seven acılı bir anne ve kardeşlere sahip bir insanla karşı karşıyayızdır. Tam da kendi koşullarının insanıdır. Hepimiz gibi. Yoksul bir bölgede cehaletin kucağında yetişmiştir. 12 yaşında ilk içkisini babasıyla içmiş, 14 yaşında da onu kaybetmiştir. Kadınları yalnızca seks objesi olarak görür. Çevresindeki baba figürlerinin peşinde oluşan kişiliği onu Carl Vitello’nun izindeki katliama kadar götürmüştür. Evet, suçludur, bunu bilir. Başlarda inkâr mekanizmasıyla psikolojik güvenliğini korumak istese de en sonunda rahibenin ve kendisini bekleyen sonun etkisiyle çözülecektir. Fakat Prejean’ın itirazı bu suça bakışı sorunsallaştırır: “Yaptığı şey şeytanlıktı. Bu doğru. Ama birine öldürmenin yanlış olduğunu söylemek için onu öldürmenin anlamı nedir?” diye sorar. Fakat amaç birine öldürmenin yanlış olduğunu söylemek değildir hiçbir zaman. Öyle olsaydı, suçun oluşmasına neden olan etkenler üzerine yoğunlaşılır ve bu etkenler yok edilmeye çalışılırdı. Yani onu suça götüren nedenler ortadan kaldırılsaydı Poncelet bir katil olmayacaktı. Oysa sistemin böyle bir derdi yoktur. Katili savunan yaşlı Avukat Hilton Barber’ın Poncelet’ın ölümünü bir seçim vaadi olarak öne süren valinin atadığı siyasilerden oluşan kurula savunmasını yaparken söyledikleri önemlidir: “Ölüm cezası. Bu yeni bir şey değil, yüzyıllardır bizimle. İnsanları canlı canlı gömdük, kafalarını kopardık, insanların korkulu bakışları altında canlı canlı yaktık. Bu yüzyılda ise sevmediğimiz insanları öldürmenin daha insancıl yöntemlerini araştırdık. Grup silah ateşiyle öldürdük, gaz odalarında boğduk. Fakat şimdi tüm bunlardan daha insancıl bir araç geliştirdik. Öldürücü iğne!”. Bu dile getirişle filmdeki temel meselenin zemini açığa çıkar. Ölüm cezası, toplumsal düzenin bir gerekliliğidir. Böylece bireyler için de bir gereksinme halini alır. İnsanlık bunu değil yüzyıllardır, bin yıllardır yapmaktadır. Suçun yalnızca tanımları değişir, kendisiyse hep var olur. Sistemin devamlılığına tehdit olan her insan suçlu olarak çeşitli şekillerde toplum huzurunda infaz edilir. Bugün kan görmeye dayanamayan ama kan dökmeden de yapamayan insanlığın steril bir infaz aracı (öldürücü iğne) ile kendini tatmin etmesi yapılanın korkunç gerçekliğini örtbas etmeye yetmeyecektir. Film bu gerçekliği başarıyla yüzümüze vurur.
Düzen her seferinde kendine karşıt olanı yine kendisi yaratır. Filmin gerçekliğinde ekonomik süreklilik için suçun faal olduğu varoşlar gereklidir. Mekanizma kendini ancak böyle işletir. Kutusuna para atmadan korku tüneline giremezsiniz. Ama oraya girmeden de edemezsiniz. O halde o parayı kutuya atmayı göze almalısınız. Poncelet gibileri sayesinde kolluk güçleri, mahkemeler, basın, siyasetçiler, din görevlileri, hastaneler, okullar, psikanalistler, mezarlıklar ve daha başka her oluşum bir korku tüneli panoraması olarak işlevsel hale gelir. Bu uğurda yeni katillere ve kurbanlara sessizce salık verilir. Yaşadığımız coğrafyada özellikle kadın cinayetleri için de aynı mekanizma yürümektedir. İş kadın cinayetlerini engellemek olduğunda kimse elini taşın altına sokmaz. Ya da okul önünden kaçırılıp, istismar edildikten sonra öldürülen çocuklar söz konusu olduğunda, devlet görevlileri çıkıp bu tip durumlarda ebeveynlerin çocuklarına çığlık atmayı öğretmesi gerektiğini söyler! Aksi halde, düzen bozulacaktır çünkü. Böyle bakılınca görülür ki katiller de tıpkı kurbanlar gibi sistemin kan arzusunu doyurmak için yaratılan birer kurbandırlar. Asıl katiller, bu kısır döngünün son bulması adına, imkânlara sahip oldukları halde çabalamayanlardır.
Marx’ın derdi işçi olmayı ortadan kaldırmaktı örneğin. Bugün ise işçi olmak yüceltiliyor. Böylece sendikalar, hükûmetler, işçi ölümleri, birbirini çeşitli nedenlerle öldürmeye hazır insanlar yeniden ve yeniden üretiliyor. Ve planlı cinayetler sahnelenen bir oyun halini alıyor. Hem sistem hem de ona bağımlı kitleler için kurban etme törenleri düzenleniyor. Adına idam denmeyen infazlar aktif olarak peşimize takılıyor.
Devlet mekanizmasının görevlisi olan Sister Helen Prejean’dan beklenen de bu cinayetin aşamalarının gerçekleşmesine hizmet etmesidir. Tıpkı hapishanedeki rahip gibi… Prejean’ın, kendisi istemese de sistemin bir aracı olarak korunduğunu izleriz. Öyle ki olayların akışında sürüklenirken arabasıyla fazla hız yaptığında, trafik polisi bir rahibeye ceza kesmek istemeyerek gitmesine izin verir. Ailesi, enerjisini ölmek üzere olanlara harcamaması telkininde bulunur. Devlet bütün kurumlarıyla onu göreve çağırmaktadır. Fakat rahibe kendisini saran kimliğini yırtacak bir karaktere sahiptir. Bekâretini Tanrı’ya vererek dünyanın kirliliğinden uzak durmuştur. Bulunduğu konumla hiç uyuşmaz. Katı din anlayışıyla alay eder. Rahibe kıyafeti giymez. Tam bir uyumsuzluktur. Tabi bu da etrafça pek de hoş karşılanmaz. Başta kurbanların acılı aileleri olmak üzere hemen herkes, iktidarın diline ve davranış modellerine uymayan bu kadını anlamakta güçlük çekip tepki gösterirler.
“İdam koğuşunda parası olan kimse yoktur.”
Kendisiyle aynı suçu işlediği halde “kurallara uyan” Vitello, ekonominin her şey demek olduğu yaşam ortamında Poncelet’ın akıbetine uğramaz. Bunu iyi bilen katilimiz yargıca “kukla” demekten çekinmez. Rahibenin İncil’i okuması yönündeki telkinine kulak asmadan, kutsal kitabın onun uykusunu getirdiğini, oysa bilincinin açık olmasına ihtiyaç duyduğunu söyler. Çünkü son ana kadar bu kıyıma engel olmak adına her yolu denemesi gerektiğinin farkındadır. İtirafı ise ancak infazına birkaç saat kala, bütün umudunu yitirmişken gerçekleşir. Ölüm koğuşunda ırkçılık da devam etmektedir. Siyah adamlar önce idam edilir. Final yaklaştıkça bizler de dehşete Prejean’ın gözünden tanık oluruz. Poncelet’ın hücresinin dışında bekleyen rahibenin ardında hiçbir sıradışılık yokmuş gibi bir gardiyan televizyon izlemektedir. Öldürme merasiminin izleyicileri bir kokteyle katılmış gibi masadaki yiyecekleri atıştırıp, sohbet ederler. Hapishanenin dışındaki idam taraftarları, tıpkı Noel’i bekliyor gibi gece yarısını beklerler. Bu tabloya dayanamayan rahibe kendisini tuvalete atıp “Tanrım, bu planlı bir cinayet, lütfen bana ve ona yardım et, bize güç ver!” der çaresizce. Lakin devlet tüm ihtişamıyla bu ritüele çoktan hazır durumdadır. Ve kurban huzura çıkarıldığında son sözlerini dile getirir: “İnsan öldürmek kötüdür. Hem benim için hem sizler hem de devletiniz için…”. Bizlere de bu dehşet verici ritüeli kendi deneyimlerimiz üzerinden duyumsamak kalır.
Kadir Demiryürek