DünyaGündemPolitikaToplum ve Siyaset

Güvenlik, Birlik ve Barış: Kürt Sorunu Merceğinden Türkiye’de Şiddetin ve Şovenizmin Oluşturduğu Ulusal Güvenlik Tehditleri – Kemal Büyükyüksel

Ülkelerin kırılganlaşmasının en temel yollarından biri, ülkedeki etnik ve dini kimliksel ayrımlar arasındaki çatlakların genişlemesidir. Ancak bazıları için birçok farklı ülkede ne kadar kullanışlı bir mazeret olsa da, güvenlik risklerini artıran bu çatlakların genişlemesinden sadece “dış güçler” sorumlu tutulamaz. İç kırılganlıkların oluşmasındaki birincil sorumluluk her zaman öncelikle içeridedir. Başkaları sadece var olan fay hatlarından istifade ederek ve bu ayrımlara oynayarak ülkelerin kırılganlıklarını derinleştirebilir. Bu açıdan, ulusal güvenlik önce içeriden başlar. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi hemen içerideki “düşmanları” ve “beşinci kol” faaliyetlerini tespit etmekten değil, içerideki gerginlikleri artırabilecek toplumsal ayrımları ve fay hatlarını tanımaktan, bu ayrımları derinleştirebilecek toplumsal sorunları da inkar etmemekten geçer.

Bu bağlamda, Türkiye’de de bu çatlakların en hassas ve derin olanının Türk-Kürt ayrımında kendini gösterdiğini birçok kişi kabul edecektir. Bu çatlakların tek kaynağı devlet politikaları değil, bir yandan PKK’nın da şiddet döngüsünü sürekli yeniden yaratmaya katkıda bulunduğu eylemleridir. Bunun yanı sıra, toplumsal düzeyde birbirini karşılıklı kışkırtan ve şovenist ayrımcı söylemlere başvuran radikal Türkçü ve Kürtçü grupların tutumu, bu eylemlerle birleşerek gerginlikleri sürekli hale getirmekte büyük rol oynamaktadır. Hatta bölgesel çatışmaların şiddetlendiği bugünlerde bu radikal etnik Türkçü ve Kürtçü söylemlerin görünürlüğündeki artış, bu gerginlikleri daha da ileri bir boyuta taşıma riskine sahip.

Bu tür toplumsal yarıklar ve ayrışmaların Türkiye’de derin tarihsel kökleri var. Ancak istense ve sağlıklı bir yol izlense bugüne kadar da büyük ölçüde aşılabilirdi. Bu sebeple bu meseleyi, etkili olsalar da, sadece dış faktörlere ve “güçlere” bağlamak faydasız bir yaklaşım. Dış aktörlerin müdahil olma çabası elbette işi karmaşıklaştırmaktadır, fakat içerideki yapısal sorunlar çözülmediği sürece bu ayrışmanın başkaları tarafından suistimal edilme ve güvenlik sorunu olarak geri dönme ihtimali devam edecektir. Sorunu dışsallaştırmak bir kaçış ve kolaycılık yöntemi. Mesele de yalnızca “dış güçler” tarafından açıklanabilecek dinamiklere sahip değil. Meseleye sadece tek boyutlu bir askeri güvenlik sorunu olarak yaklaşmanın (bu boyutun var olduğu gerçeğini kabul etmekle birlikte), bunun akabinde yükselen ve sürekli beslenen aşırılıkçı milliyetçiliğin, gerek Türkçü gerek Kürtçü bağlamda, sorunu herkes için daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini görmek zorundayız. Her iki tarafta da şovenist ve şiddet yanlısı eğilimler beslenerek ayakta tutuldukça, toplumsal barışın önündeki engeller çoğalıyor. Hatta o kadar ki, bazı radikal etnikçi gruplar Türklüğü bir üst-kimlik olarak kurgulayan daha sivil milliyetçi anlayışı bile reddederek çok saf bir etnik milliyetçiliğe yöneliyor.

Rejimler içeride kırılganlığı engellemek için yalnızca kaba kuvvete başvururlarsa, güvenliğe bu şekilde tek boyutlu bir açıdan yaklaşırlarsa, tuzağa düşüp kendi elleriyle bu ayrımları derinleştirebilirler. Şiddetin gölgesinde yükselen çatışmacı söylemler karşısında toplumun daha geniş kesimlerinde ortaya çıkan güvensizlik, ayrışma ve düşmanlaşma hali uzun vadede devletin otoritesini daha da zayıflatarak radikal unsurların gücünü ve güvenlik tehditlerini artırma riskini doğurur. Her meseleye sadece güvenlikçi bir perspektiften bakmanın çelişkisi burada yatar. Güvenlik kaygısının yarattığı paranoyayla şiddete başvuranlar, paranoyalarını kendi elleriyle gerçekleştirmeye yaklaşır.

Özellikle Kürt meselesine yönelik bu bakış açısının tek boyutlu ve paranoyak ultra-güvenlikçi versiyonu, Kürt yurttaşların mevcut statükodan duydukları herhangi bir rahatsızlığı kolayca terörle özdeşleştirirken, Türk toplumunda da milliyetçiliğin aşırı dozlarda yeniden üretimine yol açıyor. Elinde sadece çekiçle hükmedenlerin olduğu yerde de herkes eline sadece çekiç alıyor. Devletin sadece askeri güçle, baskıyla ve kaba kuvvetle çözmeye çalıştığı sorunlar, şiddeti normalleştiriyor ve her iki taraf da birbirlerini topyekûn hasım haline getirerek daha sert söylemlere yöneliyor. Oysa, bu tür radikal şovenist milliyetçilik hem devlet hem de toplum için tehlike arz ediyor, çünkü ayrışmayı hızlandırıyor ve çözümü daha da zorlaştırıyor. Bu nedenle, ultra-güvenlikçilik tam da bu yüzden güvenliği zedeliyor; çünkü güvenlik sadece askeri ve polisiye tedbirlerle değil, toplumun her kesimini kapsayan bir yaklaşımla sağlanabilir. Aşırılıkçı eğilimlerin şiddet ve kaba kuvvet yoluyla güvenliği sağlayacağına dair inanç, aslında uzun vadede ulusal ve toplumsal güvenliği zayıflatacak dinamikleri besler. Bu sadece Türkiye’deki Kürt meselesinde değil, genel anlamda tüm toplumsal barışın korunmasında da geçerli olan bir risk teşkil ediyor.

Ayrımların derinleşmesini engellemek için kimlikleri süresizce ve sınırsızca baskılama yöntemine başvurmaksa ters teper. Bu baskı, yalnızca kimliklerin daha fazla radikalleşmesine yol açar. Farklı kimlik gruplarının eşit muamele görmediklerine dair hissiyatı, insanları radikalleşmeye ve şiddete sürükleyen en temel faktörlerden biri. Dolayısıyla, Kürt sorununun sadece kuvvetle baskılanacak bir mesele olarak görülmesi, Kürt kimliğinin baskılanması ve görmezden gelinmesi, akabinde uygulanan politikalar ve sürdürülen şiddet döngüsü, Türk toplumunda da milliyetçi reflekslerin güçlenmesine neden oluyor ve her iki taraf da kendi kimliğini birbirine karşı sıfır toplamlı varoluşsal bir güvenlik meselesi olarak görmeye devam ediyor. Oysa, yüzyıllarca beraber yaşamış insanların birbirlerini bu şekilde sıfır toplamlı bir rekabetin iki tarafı olarak görmesinin toplumsal ve ulusal güvenliği sağlamlaştırdığını iddia etmek büyük bir körlük olur. Ulusal birlik ve beraberliği, sulhu ve huzuru tesis etmenin yolu, şiddet ve baskı pratiklerinden öte, kimlikleri tanıyan, demokrasinin gereği olarak yurttaşların taleplerini karşılayan ve toplumsal barışı sağlayan yöntemlerden geçer.

Aşırılıkçı etnik milliyetçiliği bir kenara bırakıp, toplumun farklı kesimlerini kapsayıcılık temelinde bir araya getirecek bir siyaset izlenmesi gerekiyor. Aksi halde, bu şiddet döngüsünün gölgesinde, özellikle bölgesel çatışmaların iyice alevlendiği bu devirde radikal Türkçü ve Kürtçü şovenist söylemler, toplumsal barışın ve ulusal güvenliğin önündeki en büyük tehditler olacaktır. Buna başka bir yazının konusu olabilecek mezhepçi yaklaşımlar da eklenebilir. Aynı ülkenin yurttaşlarının birbirlerine sıfır toplamlı varoluşsal bir çatışma açısından yaklaşmaları, ulusal birlik ve beraberliğin önündeki en büyük tehlike olarak görülmeli. Bu tür sağlıksız eğilimlerin önlenmesi, toplumsal barışın ve ulusal güvenliğin korunması için kritik önemde. Üstelik, bu eğilimlerin güçlenmesi dışarıdan başka aktörlerin müdahalesiyle kolayca kışkırtılabilecek bir ortam da yaratıyor.

Ancak, bu durum ne vatanseverliğin ne de milliyetçiliğin terk edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Tüm yurttaşlarını içerebilecek kapsayıcı bir milliyetçilik veya vatanseverlik anlayışının sağlıklı olabileceği de reddedilmemeli. Türklüğün ve Kürtlüğün de değerli olduğu reddedilmemeli. Önemli olan, ne kimliklere tümüyle kör kalan ne de kimlikleri insanları tek tanımlayan özellik olarak kamplara ayıracak bir yaklaşımın benimsenmesi. Hatta toplumsal ayrışmaları dindirmek için bile etnik kimlikleri ayıran cinsten evrensel olmayan (yani her yurttaş için aynı şekilde işlemeyen) politikalar uygulamak da bu fay hatlarını istemeden yeniden yaratma riskine sahip. Kimliklere kör kalmayan, özgürce yaşanmalarını sağlayan, ancak onları bireysel ve toplumsal varoluşun merkezine koymayan ve katı yapılar olarak görmeyen bir yaklaşımın, her şeyin biraz akışkanlaştığı çağımızda toplumsal beraberlik için bir ihtiyaç olduğu anlaşılmalı.

Devletlerde ve toplumlarda kırılganlaşmanın oluşmasını engellemek de birincil olarak devletlerin ve toplumların kendi sorumluluğunda. Devlet, bu sorumluluğu kaba kuvvete de dayalı tek boyutlu güvenlik politikalarına indirgeyemez; çünkü toplumsal barışı sağlamak, ancak toplumun tüm kesimlerinin taleplerine yanıt vermekle ve tüm toplumu kapsayabilmekle mümkün olabilir. Her ne kadar “dış güçler” bu ayrımlara oynayarak kendi emellerini gerçekleştirme riskine sahip olsa da, içeride güçlü bir sosyal yapı kurmak bu müdahaleleri etkisiz hale getirmenin asıl yöntemi. Kürt meselesinde yaşanan sorunların uluslararası arenada kullanılmaya çalışılması da, içerideki yapısal sorunların çözülmemesinden kaynaklanıyor. Uluslararası arenada bunun kullanılmaya çalışılmasını da sorunun kaynağı olarak görmeyi sürdürmek, sorunun gerçekten çözümü önünde bir engel. Bunun yanı sıra bir de radikal sağ Türkçü ve Kürtçü unsurlar, sorunu daha da derinleştirerek ve üzerine oynanabilecek kitlelerin kapsamını genişleterek ülkeyi dış müdahalelere açık hale getiriyor. Suçu dışarıya atmak kolay bir yol, ancak içeride çözüm bulunmadığı sürece dış etkiler bu sorunun derinleşmesine katkıda bulunmaya devam edecektir.

Esnemeyen ve dönüşmeyen yapılar daha derinden çatırdamaya müsait hale gelir. Bu bağlamda, devletin katı güvenlikçi politikalarının, hem Türk hem de Kürt toplumlarında nefreti körüklediği ve bu tutumların radikal etnik milliyetçiliği meşrulaştırdığı ve şiddeti teşvik ettiği artık kabul edilmesi gereken bir gerçeklik. Güvenliğin sağlanması, ancak toplumsal koşullara uyum sağlanmasıyla mümkün olabilir. Devletler de toplumsal ve siyasi şartlara göre değişime uyum sağlayarak, özlerine sadık kalarak evrimleşmek zorunda. Radikal ve ayrıştırıcı unsurlara karşı sağduyulu bir siyaset izlenmediğinde, bu çatışma hali, devletin kendisini de tüketir. Evrimleşemeyen devletler ve toplumlar, uzun vadede varlıklarını sürdürememe riskini artırırlar. Bu nedenle, güvenliği sadece kaba kuvvetle ve karşılıklı düşmanlaştırmayla sağlamak isteyen şovenist kampların yaklaşımlarına şüpheyle bakmak gerekir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin geleceği, yalnızca kaba kuvvete dayalı ultra-güvenlikçi politikalarla ve buna eşlik eden hamaset dolu şovenist bir siyasi tutumla değil, toplumsal kapsayıcılıkla sağlanabilir. Radikal etnik Türkçü ve Kürtçü eğilimlerin güdümünde olan bir ülke, toplumsal barışın yerini çatışmaya bıraktığı bir çıkmaza sürüklenir. Bu eğilimlerin güçlenmesi, ülkeleri dışarıdan müdahalelere ve manipülasyonlara da çok daha müsait hale getirir. Tam da bu kitlelerin baskın olduğu toplumlara “nifak tohumları” ekmek daha kolaydır. Ki, bu tür çatışma ortamlarında sadece iki grup arasında değil, tüm gruplar arasındaki gerginlik artacaktır. Çatışmayı önleme derdiyle kırılganlığı engellemek de toplumları ve bireyleri baskılamaktan, şiddeti derinleştirmekten ve şovenistleşme dinamiklerini beslemekten değil, kapsayıcılıkla mümkün. Bu sebeple, Türkiye’nin radikal etnik milliyetçi şovenizmin beslediği kutuplaşmayı aşarak, daha geniş bir toplumsal mutabakat zemini oluşturması ve buna göre politikalar üretmesi, hem devletin güvenliğini hem de toplumun huzurunu güçlendirecek en etkili yöntem.

Özellikle İsrail’in radikal dinci-milliyetçi saiklerle genişlemeci bir savaş yürüttüğü ve bölgesel gerginliklerin had safhada olduğu bu dönemde, Türkiye de ciddi risklerle karşı karşıya. Türkiye içerisinde bu radikal dinci-milliyetçi eğilimlerin yükselmesi de, bu ülkeyi ayrıştırmak isteyecek başka aktörlerin çok kolayca sömürebileceği bir zemin oluşturuyor. Eğer bu gelişmelere karşı güvenlik kavramı yanlış bir perspektiften kurgulanırsa, amacının aksine devletin ve toplumun güvenliğini daha da riske atma ihtimali artacaktır. Siyasal ve toplumsal yaşamı farklı kimlik grupları arasında sıfır toplamlı bir mücadele olarak gören bir yaklaşım çağımızın en büyük vebası olarak kendini gösterirken, aynı hastalığa tutulmak aklın sesini dinlememek olur. İsrail gibi oluşumların dünyayı bir medeniyetler çatışması içinde resmetme çabalarına karşı cevap, bu felsefenin arkasında dizilmemekten geçer.

Tam da bugünlerde kendi işine gelebileceğine inandığı için Türkiye’deki şovenist, gerici ve ayrılıkçı eğilimleri kışkırtmaktan da pek geri durmayan başka ülkelerin kurnaz niyetlerine ve propagandasına alet olmamak için beraber yaşamı savunmamız şart. Bugünün karanlık koşullarında direnmek, ancak bu yolu seçmekle mümkün. Bu açıdan ayrışma, şovenizm ve ayrılıkçılık gericidir; dünyanın mevcut karanlık karakterini sadece daha da pekiştirir. Beraberlik ve kapsayıcılık ise ilericidir. Dünyanın mevcut karanlığına karşı, gerçekleşen savaşlara ve soykırımlara karşı bir isyan bayrağıdır; toplumların ve bireylerin güvenliğinin de gerçek teminatıdır. Ancak unutulmamalı ki zorla güzellik olmaz. Bu nedenle, sulhun ve beraber yaşamın sağlanabilmesi için kaba kuvvet ve zor değil, anlayış, kapsanma ve tanınmaya ihtiyaç var. Devlet ve tüm toplum da bu sorumluluğa göre hareket etmeli.

Son olarak, bu sözler fazla muğlak bulunursa ve ne yapmalı diye soruluyorsa bu noktayı da açık bırakmamakta fayda var. Öncelikle, ucuz siyasi hesaplarla, göstermelik biçimde ve toplumu dışlayan gizli süreçlerle değil sağlıklı bir toplumsal mutabakatla ülkedeki yasal zeminin nasıl geliştirilebileceği tartışılmalı. Ancak çoğu kişi farkında olmasa da hiçbir yasa değişmese bile bugünkü haliyle mevcut Anayasa aslında bugün birçok engellenen pratiğin uygulanmasına alan tanıyor. Resmi dil değişmeden okullarda Kürtçe’nin öğretilmesi önünde bir engel yok. Devletin Kürtçe dilinde ek hizmet sunması önünde de bir engel yok. Hatta aslında belediyelerin çift dilli tabelalar kullanması önünde de yasal bir engel yok. Yani iş her şeyden önce bir tavır meselesi. Toplumun sağduyulu tavrı ve bunun devlet yönetimine aktarılması aslında bu işin çözümü için temel zemini oluşturuyor. Zaten kağıt üstünde yazılı olanlarla sorunların çözülmesini beklemek de fazla hayalperest. Toplumsal irade ve sağduyu olduğu sürece yasalar nasıl olursa olsun asgari bir huzur sağlanabilir. Bunlar olmadığı sürece de hangi yasa yapılırsa yapılsın huzur bulunamaz. Bundan sonrasıysa hem Türklerin hem de Kürtlerin rahatsızlık duymayacağı bir toplumsal sözleşmenin nasıl olabileceğini tartışmak ve bunu tartışırken farklı toplumsal grupların endişelerini hor görmemek. Çünkü bunlar hor görüldüğü sürece korkulara oynayan aktörler işi yokuşa sürmeye devam edecektir. Bu noktada da açıkça söylemek gerekir, Kürt sorununun çözümü, diğer tüm sorunlar gibi toplumsal irade meselesidir, yasal mevzuat değil. Nitekim istense bugün Anayasa’daki ilk dört madde dahil hiçbir madde değiştirilmeden de ortak bir yaşam için çok daha iyi koşullar oluşturulabilir. Bundan sonrasıysa toplumun sağduyulu şekilde birbiriyle tartışarak varacağı yere kalmış.

Ve eğer muhalifler ve muhalefet (hele bu günlerde) bu alanı tamamen boş bırakırsa, daha makro bir perspektiften soğukkanlı bakarak neyin döndüğünü anlamaya çalışmak ve bu gerçekle uzlaşmak yerine sığ ezbere dayalı lümpen “istemezük” refleksleri gösterirse, emin olun ki iktidar gelip o boşluğu dolduracaktır. Ve olaylar gelişirken muhalifler ile muhalefet 22 yıldır olduğu gibi yine daha uyanık olduğunu sanarken başkaları tarafından sollanacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu