Günahlardan Arınmaya Davet: Daron Acemoğlu, Tarih ve Masal – Erol Akın
Daron Acemoğlu’nun 10 yıllık bir gecikmeyle ve hiç de özgün olmayan bir “güçlü kurumlar” tespihini çekerek, post-Kemalizmden dualar okumasının ne yeri ne zamanı.
Tarih, bir olasılıkla, bilimlerin/disiplinlerin en şanssız olanı. Ne üretim süreçlerine müdahil olabilen kimya gibi hızlıca toplumsal yarara (paraya) dönüştürülebilir ne biyoloji gibi herkesin yanında tutup ortamlara çağırmak istediği bir dost muamelesi görebilir ne de fizik gibi sabitelere dayanır: Tarihçilerin hoşgörüsüne sığınarak, tüm akademik teşrifatı çıkarttığımızda, önümüzde kalan haliyle, uzun bir hikayeciliktir; geçmişe okutulan ama bugünde ve yarında yankılanması da istenen bir şarkıdır.
Tarihçiler elbette filanca olayın, şu gün, şu saatte, şu yerde gerçekleştiğini söylemekle yetinemezler: İstanbul’un 29 Mayıs 1453 günü saat 2’de fethedildiğini açıklamak, tarihçilik değildir. Kişileri ve olayları bir şişin üzerine et dizer gibi sıralayıp meraklısının iştahına sunan tarihçiler, sadece, kronoloji aşçıları olabilir.
Bu yüzden her tarihçinin biraz hikayeci olması gerektiği iddia edilirse – benim ve daha birçok kişinin savı zaten budur – hata yapılmaz. Ünlü karanlıktaki fil meselindeki gibi, her tarihçi, tarihi gördüğü, algıladığı yerden kavrayıp aktarabilir. Ama hikayeciler, tasavvur ve hayal ettikleri hikayeleri gerçeklerden fazla uzağa götüremezler. Gerçekler ve hikayeler arasındaki manyetik bağ kaybolursa saçmalama başlar.
AKP’nin 3 Kasım 2002’de başlayan iktidarının “edebiyatını yapanlar” bu bağı hiçe sayma konusunda gereğinden fazla ileriye gittiler. Onlar kendilerinden önceki saçmalıkları, avuçlarında sıkarak şekil verdikleri ev yapımı abukluklarla birleştirdiler. Böylece ortaya birkaç ham maddeden oluşmuş alaşım halinde bir tarih yorumu çıkardılar.
Bu tarih yorumu hiçbir zaman yekpare olmamakla birlikte, köşeleri ve iç açıları toplamı da fazla değişim göstermemişti: Bir köşeye Atatürk’ün şahsına ve yakın çevresine açıkça hakaret eden hınç dolu bir magazini ve dedikoduculuğu koymuşlar; bunun hemen yanına da tarihi kişiliklerin özel yaşamları-benzersiz erdemleri ya da ahlaksızlıkları dışında hiçbir şey anlatmayan bir tür “menkıbecilik” yerleştirmişlerdi. Elçi tokatlayan Abdülhamid tarihçiliği olarak tercüme edilebilecek bu köşe, diğerlerine göre daha “eğlenceli”: Hiç değilse dizilerde izleyip vakit geçirebilirsiniz. Bunların karşısında – ama onlardan bütünüyle kopmayan – bir başka tarihçilik “sol liberal” ismiyle maruf bir zümreye zimmetliydi. Bu tarihçilik, öncekilere göre daha “bilimsel” idi.
2000’lerin sonunda ve 2010’larda bu çamur pek çoklarının gözünde ve elinde bir tür cevher gibiydi. Bu cevherden imal edilen türlü alet edevat ile Türkiye’nin “müesses nizam”, “vesayet”, “bürokratik oligarşi”, “Kemalist tahakküm” adı verilen düzenine hücum ediliyordu. Televizyonlarda bu hücumun askerleri olan tarihçiler-akademisyenler-yazarlar konuşur, AKP’nin her hareketinin ülkenin özgürleşmesine doğru atılan bir kurtuluş adımı olduğu tezi yağmur gibi üstümüze yağardı.
Tarih, bu yağmurda renk değiştirmişti. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan reform hareketleri, farklı uçurumlardan, viyadüklerden, tünellerden geçerek bir şekilde olgun bir Batılı topluma dönüşmemizi başlatmıştı. Ancak bu dönüşüm bir şekilde sekteye uğramış; cumhuriyetin olağanüstü koşullarda gerçekleşen erken doğumu yüzünden yolculuğumuz esnasında biriktirdiğimiz güzel anılar da kaybedilmişti. Türkiye bir grup elitist, Jakoben, tepeden inmeci, pozitivist, asker-sivil bürokratlar tarafından kurulmuş; böylece “lanetlenmiş” bir ülkeydi. Laneti de yeterince demokratik, sivil, çoğulcu olamamaktı.
Lanet, farklı belirtilerle vücutta ortaya çıkıyordu: Burjuvazinin, yani sermayenin Batıdakinin aksine devlete bağlı olması bunlardan sadece biriydi. Devlete bağlı sermaye demek, demokratikleşmenin gecikmesi demekti çünkü Batı’daki eğilimden ayrışmıştık. Türkiye tarihin anomalisi, üvey evladıydı. Batılı olmak, çağdaş olmak istiyorsak demokratikleşmeli; çevre güçlerin ülkeyi bu yönde götürmesine izin vermeliydik.
Bu satırların sahibinin bile, şimdilerde günahını itiraf ederek tövbe ve mağfiret suyunda temizlenmeye çalışması bir yana, bazı parçalarını kabul ettiği bir masaldan söz ediyoruz. Bir düzine popülerleşmiş kitap ile bunların müellifleri, masalı biraz daha farklı kelimelerle anlatan yalan tarih deşifreleri ve gerçek tarih ifşalarıyla İslamcı hücum kıtalarının muhtemelen bütün cepheleri; bir yığın yorumcu, televizyoncu, kanaat önderi ve teknik direktör kulübesinde AKP kurmayları bunu on yıla yakın bir süre boyunca anlattı.
Tarih Acemisi Daron Acemoğlu
Kulaklarınızda bir sorun yoksa ve ilginiz de yerindeyse, bu masalın, bir süredir, fragmanlar ve kırıklar halinde yeniden terennüm edildiğini işitebilirsiniz. En son Daron Acemoğlu’nun Osmanlı’nın son dönemindeki çoğulcu yapının Cumhuriyet’in ilk yıllarında kesintiye uğratıldığını, Atatürk’ün “merkeziyetçi” bir çözümden yana tercihte bulunduğunu açıklamasında, insan, 2011 yılının çok moda olan pop şarkıcılarını da duyabilir – çünkü tam bir 2011 işi.
Hande Yener’in Sinan Akçıl ile birlikte Daron Acemoğlu’na 13 yıl önceden cevap verdiği muhteşem şarkısı: Atma.
1923, onu aşma iddiasındaki bir iktidar tarafından yeterince tahrip edilinceye kadar kendini kimseye beğendirememişti. Daron Acemoğlu, bu müşkülpesent, özellikle 1923-1938 arasına borcunu tahsil etmeye gelen biri gibi yaklaşan, bir süredir de “sotaye yatan” çevrelere takviye gönderdi. 1923, yine, onu beğenmeyenlerle karşı karşıya. Biz de bu arada çok eski olmayan dostlarla, 10 yıl öncesinin kıyafetlerini giyinmiş halde bir kez daha tokalaşıyoruz. Birazdan belki AKP’nin otoriterleşiyor olabileceği kuşkusuyla titrer, Atatürk’ün de hataları ve yanlışları olduğunu hatırlayarak erken Cumhuriyet eleştirilerimizi letafet kılıfına sarıp biralarımızı kafaya dikebiliriz. Afiyet olsun.
Osmanlı’nın son dönemlerini bir “kayıp modernlik=demokrasi” olarak görenler, 10 yıl önce de genellikle İkinci Meşrutiyet’in Mebusan Meclisindeki etnik salatanın büyüklüğünü kendilerine şahit tutardı. İlginç olmayan biçimde, tarih dersi kitaplarında Birinci Meşrutiyet’in Mebusan Meclisi tam da bu yüzden tenkit edilirdi – Yüz bilmem kaç sandalyelik Meclisin sadece yüzde bilmem kaçı Türk olduğu için üzülmeliydik. Adriyatik-Basra arasında kurulmuş bir ülkenin meclisi Erzurum belediye meclisine benzemiyorsa suç, elbette, ilkindedir (!)
Ancak son Osmanlı Mebusan Meclisinin farklı etnik ve dini gruplardan oluşmasını “kayıp demokrasi” cetveline yazanlar, bu gruplar arasındaki ilişkinin karmaşıklığını atlar. Bu demokratik-çoğulcu düzenin içinde, en az iki tane silahlı grup, bir darbe, üç savaş, iktidarla didişen-barışan bir basın, farklı etnik-dini toplulukların kendi iç işleyişleri vardır ve demokratik-çoğulcu Osmanlı’da bir şeyin varlığı unutulur: Seçimlerin sadece belirli bir zenginliğin üzerindeki erkekler arasında yapıldığı.
Osmanlı’nın demokratikleşmesinden söz edenler, demokrasinin çok uzun bir süre boyunca zengin erkeklerin sandık başına gitmesi olduğunu pas geçer: Mülk sahibi erkekler – yurttaşlar – kendi aralarından birini seçip işlerin ona gördürürdü.
Demokrasinin mülk sahiplerinin etkisi ve idaresi altında bulunduğu, sistemin kendisiyle aynı yaşta olacak kadar kadim bir şikayet mektubu: Zenginlik bir elde birikmişse – ki istisnasız olarak birikir – orada yoksullara karşı bir güç birikiyor demektir. Zenginliğin kendisi de bir güçtür. Demokrasi, toplumsal eşitlik ipi üzerinde sürekli sendeleyen bir sistemdir. Aşağıda diktatörlükler ya da karmaşa bekler.
Demokrasinin bu yalpalayışını ve bunun etrafında oluşmuş tüm tartışmaları atlayan Daron Acemoğlu ve onunla aynı masalı okuyanlar, demokrasiyi, muhtemelen çokça eleştirdikleri gibi, oy verme davranışıyla bir tuttuklarının farkında bile değil. Osmanlı’nın kendi sonuna yaklaştıkça demokratikleştiğini – yani cumhuriyetin bozduğu iç diyalektiğimiz – ileri sürerken bize aslında hiçbir ciddi kanıt getiremezler.
Tanzimat’tan sonra kurulmuş yerel meclislerin, ülke çapında yaygınlaşan bürokratik cihazın yapısını dinleyemeyiz mesela. Halbuki modern Osmanlı düşüncesinin önemli bir bölümünün Tanzimat’la gelen düzenin “anti-demokratik” vasfına muhalefet etmekle tesis edildiğini hesaplamalarını beklerdik – beklemeliyiz de, en azından ben bekliyorum. Namık Kemal, hürriyet ve vatan şairidir. Peki kimlere karşı? Tanzimat paşalarında şahıs hüviyeti bulduğu düşünülen yolsuzlukları, baskıyı, kanunsuzluğu halkı yönetime katarak, yani kısmen Tanzimat’ın kurduğunu ona karşı kullanarak düzeltme daveti o kadar güçlüydü ki bugün bile elden ele gezer: Halkın sesini duyurmasını sağlarsak ve ülkeyi meşveretle, liyakatle yönetirsek hızla kurtuluruz çünkü bizi içinde bulunduğumuz düşürenler, kötü yöneticilerdir. Daron Acemoğlu, bu açıdan Namık Kemalcidir denebilir mi?
Son dönemin demokratik Osmanlısının sopalı seçimlerle, alıştığımız siyasi partilerden çok milis grupları gibi hareket eden partilerin birbirlerine yaptığı darbelerle, en sonunda bir savaşla dolu olmasına ne diyeceğiz?
1923’ü gerçekleştirenlerin, Polatlı-İzmir arasındaki bir enkaz havzasını devraldığı kadar, yüz yıllık bir hırpalanmışlığı da redd-i miras edemediğini nasıl unutacağız? Erken Cumhuriyet ve geç Osmanlı yan yana koyulduğunda, ikincisi lehine olan fark demokratiklik düzeyiyse, cumhuriyet döneminde kadınların seçme ve seçilme hakkı kazanmasını Cumhuriyetin başarısının kaydı olarak görmezden mi geleceğiz? Meşrutiyet döneminde sendikal hakların ne düzeyde olduğunu ne kadar kullanılabildiğini ya da kullanılamadığını biliyor muyuz?
Meşruti monarşiyi cumhuriyetten demokratik saymaya teşne bir Anglo-Sakson hayranlığı, düşünce hayatımızda, bir tütsü gibi ince ama hissedilir şekilde hep var oldu. Görünen de Daron Acemoğlu’nun bu tütsüyü yakmış olduğu. Güzel güzel tütecek, hoş bir rayiha yayarak bizleri de güzelleştirecek.
Ne yazık ki bir yerde – izafe edilenler doğruysa – Atatürk’ün de kullandığı bir yangın merdiveni var ve girişinde “Tarihi, tarihçilere bırakalım” yazıyor çünkü tarih üzerine tartışırken, her tartışmanın dokusunda var olan yanıcı maddeler daha hızlı şekilde parlayabiliyor. Zira tartışma biraz da “namus” meselesidir: Tarih tartışmasında atalar, cedler, dedeler yapı söküme uğratılır, ailenin kirli defterleri başkasının önüne fırlatılır – bu da terbiyemize, örfümüze, adetlerimize yakışmaz.
“Ankara’nın Hayalet Burjuvazisi”
Ben de buraya kadar elimde taşıdığım yükü, hareketimizin de üyesi olan Alper Kara’nın Ankara eşrafı hakkında yapmış olduğu derinlikli ve lezzetli “Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Ankara’nın Hayalet Burjuvazisi” tezinin üstüne bırakmak istiyorum. Aslında hepimiz, bir yerde, belge okumayı bilen, çeşitli kanıtlara sistemli biçimde erişebilen tarihçilere dönüp, bir hastanın doktora ne rahatsızlığı bulunduğunu sorması gibi müracaat etmek zaruretiyle kısıtlanmasak bile, bu yöndeki yokuşa girmekten kaçamayız. Tarih, bir bilim/disiplin olarak, ürünleri herkese açık olsa bile, üretim süreci biraz zanaatkar kapalılığıyla malul denebilir.
Bunun üzerine, açık sözlü de olmak lazım: Türkiye’de şimdilerde – bir kez daha – post-Kemalizm kabilesinde toplananların önemli bir bölümü, düpedüz, sallamaktadır. İkinci, belki de üçüncü el kaynaklardan derlenen bilgilerin neredeyse dedikodu sululuğu ve temelsizliğiyle çırpılmasıyla oluşan bu tarih, uydurma değilse bile düşük kalitelidir.
Alper Kara’nın tezi, bilgi ve belge olmadan, tevatür nakliyatından ileriye gitmeyen bu “tarihçiliğin” zıddı ve muarızı olarak, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet arasındaki boşluğa inen bir cesaret sergisi oldu. Yazılma sürecini gözlemleme ve destekleme şansı da bulduğum tez, Ankara’da 1923 öncesinde faaliyet gösteren burjuva ailelerinin varlığını ispatıyla, bir hayalet burjuvazinin de etini, kemiğini bulmuş oldu.
Bulmakla da kalmayıp zayıf olduğu, devletin vitamin takviyeleriyle beslediğini söylediği, bu yüzden demokratikleşmeye öncülük edebilecek şekilde ergenliğini tamamlayamadığı iddia edilen bir burjuvazinin, her yerde hazır ve nazır olduğunu ispat etti. Bu ispat, burjuvaziyi bile ezdiği sayıklanan devletin, en başından beri, Tanzimat’la birlikte kurulan yerel meclislerden başlayarak, bu burjuvaziyle nasıl kaynaştığını da gösterdi: İl ve ilçe meclislerinde, İkinci Meşrutiyet’te, Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin meclisinde, Ankara’yı temsil edenler aynı ailelerdir.
Liberal solun bir bücürük muamelesi yaptığı burjuvazinin ne kadar güçlü olduğu, yasamadan yürütmeye, üretimden sanata kadar her alanı ne kadar erken zamanlarda zapt ettiğini gazetelerden, yazışmalardan, haberlerden, bu ailelerin yaşayan fertlerinden dinlemek son derece yararlı.
Bu ilişkilerin içinde – sözde – güdük burjuvazinin 1850’lerden 1920’lere kadar Ankara kırsalını ve kent merkezini nasıl şekillendirdiği, tiftik üretimi başta olmak üzere metalaşma boyasını kapalı bir İç Anadolu ekonomisine nasıl sürdüğünü, bu boyanın büyüyerek bu aileleri nasıl birer küçük hükümdar haline getirdiğini gösteren teziyle Alper Kara, post-Kemalizm kabilesinin totemini devirmiş, bu toteme intisap eden tarihçiliği ve onun etrafındaki liberal-İslamcı-muhafazakar Türkiye tasvirini de kırmıştır.
Bu tasvir, kendini kanıtlayan bir kehanetti çünkü: Ceberrut-baskıcı devlet merkezine karşı çoğulcu-demokratik çevrenin-sivil toplumun konuşturulduğu bir Hacivat-Karagöz oyunu olarak, sonunu, bir şekilde bilebilirdiniz.
Söz konusu tez, devletin ve burjuvazinin düşman veya ayrı olmak bir yana, her zaman ve her yerde birbiriyle nasıl ittifaklar kurduğunu, bunları bazen bozup bazen güçlendirdiğini ispat ederek, gölge oyununun perdesini de ışığını da kaldırmıştır.
Ankara’nın hayalet burjuvazisi bu uzun hayat hikayesinde hiç de “mazlum”, “zayıf” veya “çevrede” değildir.
TED Koleji’nin ilk öğrencileri, Ankara’nın ilk bütçelerini ilk oylayanlar, Ankara’ya dikilecek binalara yer gösterenler onlar olmuştur ve bunu devlete rağmen değil, devletle, devlet kılığına girerek kotarmışlardır. Devletin emzirdiği zannedilen burjuvazi, kendi yemeğini pişirmek bir yana, başkasının yemeğine el koyacak kadar yaşını başını almıştır. Bu burjuvazinin üniversiteli dedeleri, yüz yıl önceki bozkırdan devşirme başkent Ankara’da mülkleri vardır. O kadar erken bir dönemde oluşmuştur ki bu güç, tez kapsamında görüşme yapılan ailelerin önemli bir kısmı için yurt dışında bir akrabalarının bulunması sıradan, artık özellik bile sayılamayacak bir şeydir.
“Arkadaşım diye demiyorum” mazeretini sunarsam, ikna edici görünmeyeceğimi biliyorum ama Alper Kara’nın tezini; onun peşinden veya önünden giderek Türkiye’nin 200 yıllık tarihinden kalanları yeni, temiz bir su kaynağında yıkamak; tarihçiliğin bugüne kadar döküntü savlarla, çürümüş yargılarla doldurularak sanrılara sebep olan bir gazla tıkanmış odasının penceresini açmak; “gerçek tarih” veya “alternatif tarih” patikası olduğu ileri sürülen ama ucu çoktan AKP’ye ulaşmış bir otoyola dönüşen çizgiyi aşmak isteyenleri, sanırım, hep heyecanla karşılayacağız.
Onlara uzaktan gelmesini beklerken gözümüzde iyice sevimlileşen, kalbimizde daha sıkı sarıldığımız akrabalarımız olarak selam vereceğiz.
Post-Kemalizm gösterileri tantanasıyla, günahlarıyla sona erdi, çoğunlukla da saçmalıklarını arkasında bıraktı. Bir semt pazarının dağıldıktan sonra etrafına döktüğü çürük, satılmamış, ezilmiş meyveler ve sebzeler, kırık kasalar neyse, post-Kemalizmin kalıntısı da odur. Post-Kemalizm ve onun tarih tefsiri olmasaydı AKP bu kadar şedit biçimde iktidara gelebilir miydi? Bu, retorik bir sorudur. Bilemeyiz dersek daha doğru konuşmuş ama hayal gücümüze haksızlık etmiş, evet ya da hayır dersek tarihin dalgalarının hangi kıyıya, nasıl vuracağını kestirme iddiasında bulunarak abartmış oluruz.
Tefsir, sonunda, sona erdi. Daron Acemoğlu’nun 10 yıllık bir gecikmeyle, kazandığı Nobel Ödülü ve hiç de özgün olmayan bir “güçlü kurumlar” tespihini çekerek, post-Kemalizmden dualar okumasının ne yeri ne zamanı. Bu metruk mabette, sadece, bir grup münzevi kaldı: Bilmediği, belgesini bulma zahmetine bile girmediği, gerçekten nasıl yaşandığını hiç anlamadığı bir dönemin üzerine ilmihal döktüren ne okunan ne dinlenen ne işitilen bir avuç tarih işportacısı.