Şam’da Kayısı – Erol Akın
Suriye İç Savaşı’nın 14 yıl boyunca kaç insanın hayatına, nasıl, ne ölçüde ve ne kadar süreyle tesirde bulunmuş olduğunu, sanırım, hiçbir bilgisayar saptayamaz. Burada sadece insani yardım çalışmalarının ve ortaya çıkan maddi hasarın yekününden değil; milyonlarca hayatın yön değiştirmesinden, tarihin yazılmasından bahsediyoruz: İleride “Tarihi günler” başlığı altında gelecek kuşaklara satılacak bir zaman parçasına sahibiz.
Uzaklaşan bir geçmiş kıtası olarak 2010’ların başını Suriye ile başlatmıştık. Benim kuşağım, Suriye’nin önce dost, sonra kısa bir bekleyişin ardından neredeyse “baş düşman” haline geldiğini seyretti. 2011’den itibaren, bir gün olsun Suriye’yle ilgli bir şey söylenmeyen, işitilmeyen, yaşanmayan bir günümüz olmadı.
Böylece 2010’lu ve 2020’li yılların – yeni -Türkiyesini, biraz da Suriye’deki seyrüsefer kurdu. Türkiye’nin ucuz iş gücüne dayalı ihracatçı kalkınma modelini sürdürmesini muhtemelen Suriye’den gelen nüfus sağladı. (Katledilme korkusuyla kaçanların aç kalma korkusuyla ucuz iş gücü haline gelmesinin ve bunun yerli iş gücünün bir kısmını aç bırakmasının hesabını da kimse vermeyecek)
Veganlarımız sağlıklı bir sokak yemeği olarak falafelin yaygınlaşmasını ve nargile konusunda ağzına layık marpuçu bulmakta zorlanmayanlar da bunu, muhtemelen, Suriyelilere borçlu.
Savaş başladıktan sonra sayıları hızla artan düşünce kuruluşlarının istihdam ettiği veya önünü açtığı akademisyenler de Suriye’deki savaş olmasaydı, muhtemelen, şimdi bulundukları konumda olmayacaklardı.
Bir nesil gençlik, boş vakitlerini, Suriye’deki köylerin bir ölüm yarışı kapsamında nasıl el değiştirdiğini izleyerek geçirdi.
Türkiye İslamcılığı kadastro işlerine merak saldıysa, bunu, Suriye toprağı üzerinde yaşananlar olmadan yapamazdı.
“Suri, Esad, bum bum” gibi bir argonun varlığını, bir dönem sakalı uzun her kişiye yönelen tereddütlü bakışları da Suriye’deki bağırışlardan, görüntülerden nasıl ayırabiliriz ki?
Ekonominin yeni ve önemli bir bileşeni haline gelen savunma sanayi, terörle mücadelenin Suriye’ye taşınmasından bağımsız biçimde bu kadar gelişebilir miydi?
Hasılı, Suriye, muhtemelen ilk kurşun atıldığında, çoktan bir “iç mesele” haline gelmiş bulunuyordu.
Olaylar nedeniyle, pek çok kişi gibi, bir sarsıntı yaşadığımı söyleyebilirim. Bunun temel sebebi, elbette, olayların hızı: 14 yılın 14 güne bir izdiham ve istif halinde sığabilmesini nelerin mümkün ve gerekli kıldığına dair, yavaş yavaş, bazı bulgular paylaşılmaya, tartışılmaya başlandı.
Elbette haritaya bakılınca, bu kadar uzun süreli bir “pat” durumunda kalınamayacağını gösteren bir renk dağılımı vardı. İdlib’te sıkışan kapıyı kimin hangi tarafa açacağına göre o kapı ya Hatay üzerinden bize vuracak ya da Şam’ın üzerine kapanacaktı. Sonuçta, en az iki yıllık bir hazırlığın ardından, ikinci seçenek gerçekleşti.
Ancak Suriye’de olup bitenleri hızı, etkileri ve kapsamıyla tartıştığımız kadar, kaçınması zor biçimde, bunlara verilen tepkileri tartışıyoruz. Nasıl tartışmayacağız ki? Galiplerin, mağlupların, heyecanlıların, üzgünlerin ama en önemlisi kafası karışıkların oluşturduğu bir uğultudan başımızı çevirerek uzaklaşamayız. Bir de bazı açılardan neredeyse eğlendiren şeyler görüyoruz. Mesela “En saçma konuşan kim?” kategorisi yapılsa ve buna göre ödül dağıtmam istenseydi, bu ödülü değil bir kişiye vermek, bir düzine “kanaat önderi” arasında pay edemezdim.
Devrim internetten yayımlanacak
Bu yüzden bir bütün olarak tüm trolleri tebrik etmek istediğimi söylemek zorundayım. Bütün Arap Baharını bir sosyal medya devrimi olarak değerlendirenler – bu minvaldeki tespitler 2010’ların başında çok modaydı ve Gezi Parkı adına da yapılmaktaydı – için Suriye İç Savaşı bu devrimin ayrıksı bir aşaması, yeni bir çizgisidir. Bu savaşta çekilen görüntüler, tarafların birbiri hakkındaki sözleri, kendilerine ilişkin her türlü sembol üretimi o kadar çok kullanıldı ki başlı başına bir Suriye Savaşı meme kültürü oluştu. IŞİD’in en güçlü olduğu dönemde, sadece “Allahu Akbar” nidası ve farklı patlama videolarının birleştirilmesiyle yapılan memeler bir dönem tüm internetin yüzeyini kaplamıştı: Nereye bakarsak bakalım bir yerler “Allahu Akbar” denildikten sonra infilak ediyordu. Esad’ın fotoğrafı altına yazılan “Who must go?” cümlesi bile bir meme olarak tüm interneti dolaştı durdu.
Şimdi bu “organik” meme üreticileri yerine, bıktırıcı bir şiddet ve sıklıkla propaganda yapan ve hiç de “organik” olmayan troll hesapları var. Bir kriz ve geçiş dönemi yaşanması nedeniyle yanlış bilginin yayılması için çok elverişli bir toprak: Öldürüldüğü söylenen profesörün aslında bir lastikçi olduğunu ama bu esnada Hakan Fidan ve İbrahim Kalın’ın – yıllar önce o dönemin Twitter’ındaki İslamcı bir hesabın attığı tweetten ilhamla – Kasyun Dağı’nda kahve içtiğine dair yapay zekaya hazırlatılmış bir fotoğrafı aynı anda görebiliyoruz.
Bu esnada daha az komik olmayan biçimde, yine yıllar önce Facebook’ta paylaşılmış ve Atatürk’ün ağzından yazılmış sahte bir demeci gerçekmiş gibi okuyan Ekrem İmamoğlu’nu ve bunu gerçek zannederek daha da gururlanan İsmail Küçükkaya’yı canlı yayında seyredebiliyoruz.
Tarih boyunca, toplumsal hareketler sahada kaybedilmiş veya kazanılmış ve anlamı üzerine yapılan tartışmalar, “sahadaki gelişmelerin” her zaman arkasından gelmişti. Ama artık bu hareketlerin ne olduğuna veya olmadığına anlaşıldığı kadarıyla artık – benzeri görülmemiş ölçüde – sosyal medyada karar verilecek.
Kimin kim olduğunu bilmeme mutluluğu
Tek bir ordunun yenilgisi, bir ulusun başka bir ulusa olan bakışını değiştirmek için yeterli: 1918 sonbaharında Osmanlı Ordusu Yıldırım Ordular Grubu’nun başına gelen bu oldu. Türkiye’deki bir kesim için Araplar, Araplıkla ilgili her şey ve tercihen bütün Arap dünyası, bu bozgundan sonra, mühürlenmiş ve kapatılmış bir maden ocağıdır. Girilmesi tehlikeli, gereksiz ve yasaktır.
Ne yazık ki ara sıra da olsa isabetli gözlemler yapan Yıldıray Oğur’un da gördüğü gibi, başta Kemalistler olmak üzere, Türkiye’deki pek çok kişinin Suriye’ye bakışı bir umursamazlıktı. Bu insanlar için Suriye meselesinin sebebi ve sonucu ne olursa olsun, sadece varlığı bile Türkiye’nin Orta Doğulu yapılmak istendiğinin alameti gibiydi. Bu bölge olsa olsa bataklıktır ve bataklığı kurutursun, kurutamıyorsan da bir şekilde uzak durursun.
Neredeyse 14 yıldır yatılı bir ziyaret varken bu çevrelerin Suriye ve Orta Doğu için sadece terk edilip gidilecek topraklar tarifi yapmasının açtığı boşluğu, bugün, bütün bölgenin son 150 yıllık tarihini yalanlarla, sayıklamalarla, sanrılarla yeniden canlandıran tarihçiler-yazarlar-akademisyenler-sosyal medya fenomenleri-troll hesapları dolduruyor şimdi.
Burada, artık, bir hafıza yitiminin iyice oturduğunu; İsmail Cem’in 90’ların sonunda, çok da uzak olmayan bir geçmişte, diplomasi alanında yaptıklarının dahi etüd edilmediğini anlayabiliyoruz. Fakat bu hafıza yitiminin, eski Türkiye rüyasını görmek için çok fazla alınan bazı ilaçların yan etkisi olduğunu da iddia edebiliyoruz.
Eski Türkiye rüyası, “Kimsenin ne olduğunu bilmezdik” rüyası olarak da bilinir: Etnik ve dini kimliklerin sanki kardeşçe bir saklambaç oynuyorlarmış ya da birbirlerinin canı çekmesin dermiş gibi kamusal alanda görünmediği hikayesidir bu. Bir ara Facebook ve Twitter’da Yeşilçam özlemiyle benzer biçimde bir kahırlanma, dertlenme eşliğinde söylenen bu söz, aslında, kimliklere karşı ya ilgisizlik ya da örtük düşmanlıktır.
Eski Türkiye’nin kimsenin Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, Nusayri olduğunun bilinmediği bir yaşanmış cennet olduğu düşüncesi, Orta Doğu’ya yönelik genel kayıtsızlık ve bilgisizlik ile çakışır. Bir ve aynı şeylerdir bunlar.
Bu anlayış, bir ölçüde, “Saddam Sendromu” da yaşamaktadır. Saddam Hüseyin’in ABD eliyle devrilmesinden sonra Irak, 2011’e kadar, haber bültenlerinde bir ülke olarak değil, bombalı intihar saldırılarının dekoru olarak var olmuştu. Bu yüzden Türkiye’de sağdan ve soldan pek çok kişi için Saddam’ın devrilmesinin anlamı, ülkenin parçalanması ve bir daha belini doğrultamaması oldu. Irak’ta mezhep çatışmasında hayatını kaybeden 1 milyona yakın insanın varlığı bu sendromu pekiştirmektedir.
Ancak Saddam Hüseyin’in başta olduğu dönemde Irak’ta hem Kürtlerin hem Şiilerin rejimle neden mücadele ettiği, ayaklanma teşebbüslerinde bulunduğu sorulmalıdır. Bu soru sorulduğunda Irak’taki Baas rejiminin “öteki” diye tanımladığı Kürtlere ve Şiilere yaptıklarının sonuçlarını da daha detaylı biçimde tartışabiliriz. Bu tartışma yapılmadan, Irak’ta, Saddam öncesi dönemdeki karışıklıklar, basitçe, bir “nifak sokma” ya da “ayartma” olarak görünecektir.
Bu yüzden Orta Doğu’daki aktörlerin önemli bölümü, baştan çıkartılmaya hazır şehvet düşkünlerine dönüşmeye hazırdır. Irak özelinde Saddam devrildikten sonra ve 1991 Şii ayaklanması ile 1988 Enfal Kampanyası sırasında katledilenleri birlikte hatırlayanları pek göremiyoruz. Belki de sorun Irak’ın, birbirinin acısını anlayamayacak topluluklar üzerinde, hatalı bir şekilde kurulmuş olmasıydı.
Sonuçta Saddam’ın Halepçe’de katlettiği Kürt köylüleriyle ABD’nin Saddam zorbalığına karşı savaşırken (!) Amiriye semtindeki sığınağa attığı bomba sonucunda yanarak ölen Bağdatlıları, sadece bir jeopolitika pulundan ibaret görme alışkanlığı gelişti. Bu alışkanlıktan kurtulmamızı sağlayacak yeni bir bakış açısına gereksinim duyuyoruz – hem de her zamankinden daha şiddetli ve kati bir biçimde.
Coşku
Yeni Şafak’ta bir köşe yazarının (Aydın Ünal – https://www.yenisafak.com/yazarlar/aydin-unal/halepin-fethine-uzulenler-tam-liste-4660496) Esad’ın devrilmesine üzülenler listesi yapması ve bu listeye neredeyse Cumhur İttifakı’nın makbul insanının dışında kalan herkesi yazması benim çok dikkatimi çekti. Türkiye’deki Alevilerin ve Nusayrilerin “bir kısım” şerhi düşülerek ve “Sakın yanlış anlamayın” tatlılığı gösterilerek (!) bu listede yer alması gördüğüm kadarıyla yüksek sesli bir itirazın, tepkinin konusu olmadı.
Zaten 10 yıl önce Osmanlı’nın hoşgörüsünden böbürlenerek söz edenlerin önemli bölümü, şimdilerde, Yavuz Sultan Selim’in ne kadar “haklı” bir padişah olduğu itirafı üzerinden bütün Alevilere “Ayağınızı denk alın” imasında bulunabiliyor.
“O tarafta” doğrusu haklı bir coşku var. Haklılığı, inadın ve iddianın büyüklüğünden. Suriye, Türkiye’deki İslamcıların ilk büyük rejim ihracı oldu. Yıllar boyunca İslam dünyasının liderliği için gereken yüzüğü elde etmeye çalıştılar ve en sonunda, bugüne kadar İran’ın tekelinde kalan rejim ihracı hakkını elde ettiler.
Bu büyük yatırım uğruna Türkiye’nin nüfus yapısı, kayda değer büyüklükte ekonomik varlığı, askeri kapasitesi gibi pek çok kalemde korkunç harcamalar yapıldı, bazen açıkça kayıplar verildi. Ancak sonuç odaklı dünyamızda, odak noktası, bir başarıyı gösterir ve büyük politikalar insan yutan büyük makinelerdir sadece.
Yine de en büyük başarıları bile şaibeli, şike şüphesiyle gölgeli. Muhaliflerin büyük saldırısının güney kanadında ABD’nin açık varlığını örtecek büyüklükte bir perdeyi henüz dikemediler. İsrail’in Suriye sınırındaki ilerleyişine karşı yanıtlar, en mutlu günlerinde, herkes partilerken çıkıp ortamı bozmanın gereksizliği yüzünden pek duyulmadı. İsrail’e yapılan ticaretin bir kısım İslamcıyı iktidardaki İslamcılarla nasıl kavga eder hale getirdiğini de örtbas edebilmiş değiller.
Bu esnada yine bir kısım İslamcı, retorik bir tahkimat kurduklarını düşünerek, “zalimin zalime kırdırılmasının” gerçekleştiğini söyleyebilir; buna da tarihi bir kanıt ve tanık olarak Sasani-Bizans savaşlarının İslam’ın yayılmasını hızlandırmasındaki “olumlu” etkisini getirmeye çalışabilir. Bildiğim kadrıyla Mekke’deki yeni İslam toplumu, Sasani veya Bizans imparatorluklarıyla bir 6’ncı yüzyıl NATO’su içinde müttefik değildi.
Üçüncü dünyanın gözyaşları
Uluslararası ilişkiler ağı anlamında “dünyaya” nasıl baktığım sorusuna hayatımın farklı dönemlerinde farklı yanıtlarım oldu. Ancak çok kısa olmayan bir süre zarfında, bu yanıtın ağzımdan “Üçüncü Dünyacılık” olarak çıktığını belirtebilirim. Ama bu iki kelimenin arasını doldurmamı isterseniz – az önce denedim, olmadı – bocalarım.
Yeryüzünde Avrupa-Kuzey Amerika-Japonya-Avustralya’dan oluşan dört çekirdekli kapitalist bir işlemci bulunduğunu; bu işlemcinin dışında kalan farklı bölgelerdeki – Afrika, Orta Doğu, Asya, Güney Amerika- ülkelerin de bir şekilde bu merkeze karşı direnmesi, direnme imkanları araması gerektiğini düşünüyorum dersem, açıklayıcı olabilir.
Bir süredir, benimle benzer düşünen veya düşünmemekle birlikte bazı konulara “eleştirel” yaklaşmaya çalışan insanların, kapitalist işlemci merkezi dışında ortaya çıkan veya var olan güçlerini artıran yeni merkez adaylarından medet umduğunu saklayamam. Bunlar tek parça bir grup değildi: Avrasyacılardan bir kısım sosyalistlere, bazı milliyetçilerden otantiklik arayışında olan “öylesine” kimselere kadar, “Batı bitiyor mu? Oh, ne güzel” tatlısı yiyen pek çok insan vardı. Bunların birbirleriyle ideolojik bir bütünlüğün içinde yer aldıklarını ve
Farklı yerlerden gelip Batı’ya karşı kimi zaman şüpheci, kimi zaman tümüyle karşıt bir tutum alan bu insanların – yine bir kısmı için – Rusya, Çin ve İran’ın güçlü bir yeni dünya seçeneği sunduğu barizdi.
Rusya ve İran’ın, bırakın dünyaya yeni bir nizam vermeyi; kendilerine coğrafi olarak en yakın bölgelerdeki çatışmaları bile yönetemeyişi, bu güçlerin kendilerinin ya da onların dolaylı olarak yol açacağı bir krizin Batı dışında/Batı’ya karşı bir güç ortaya çıkartacağı umudunu, bence, uzun bir süre için kırmış oldu.
Daha kendi “Direniş Ekseni”’ni koruyamayan, Irak’la girdiği savaşta kendisine çok hayati bir destek sunarak bölgedeki tek dostu haline gelen Suriye Baas’ının düşüşüne mani olamayan İran, bir “anti-emperyalist” direnç ortaya koyduğu iddiasna destekçi bulmakta zorlanacaktır. Benzer ölçümü Rusya için de yapabiliriz: NATO’yla Ukrayna’da girdiği çatışma sırasında Suriye’yi kaybederek 60 yıllık müttefikini, belki de bu esnada tüm Afrika ve Orta Doğu stratejisini de Tartus ve Hmeymim üsleriyle takas etmiştir. Kısacası “Bitti” denilen Batı/emperyalizm/hür dünya/meşrebinizce-ne-demek-istiyorsanız halen çatışmaları daha iyi yönetebilmekte ve 14 yıl süren uzun bir vekalet savaşını bile kazanabilmektedir.
Önüm arkam, solum solum
“Sol” dedim ama dedim diye büyük laflar etmeyeceğim. Bütün bir solun Suriye’de ne gördüğünü söyleyecek kadar gözlem yapmadım. Fakat genel eğilimin, Suriye’de, emperyalizme karşı bir mevkinin kaybedildiğine dair üzüntü ve “Yine mi kötü adamlar kazandı tüh” dövünmesi olduğu ortada.
Hayri Kozanoğlu’nun İtalya’da çekilmiş bir fotoğrafı kullanarak Suriye’de plaja bikiniyle gitme anlamında gayet özgür bir düzen olduğunu, fotoğrafın Suriye’yle ilgisi bulunmadığı ortaya çıktıkan sonra da ispatlamaya çalışması ise tatsız bir inatlaşma olarak kaldı.
Bunlar yaşanırken “Filistin İçin Bin Genç” adlı, son zamanlarda görülmüş en hayırlı girişimlerden birisinin de Suriye konusundaki görüş ayrılıkları sebebiyle çatırdayıp çökmesi gibi üzücü gelişmeler de vuku buldu. Bu sırada Kürtlerin Orta Doğu’da ne yaptığı veya yapmadığı üzerinden de bazı tartışmalar yürüdü veya yürütüldü. Tartışmalar sırasında ortaya konan görece mantıklı ve makul bir yaklaşım için değerli Yepisyeni Türkiye’nin Twitter hesabında paylaştığı gönderideki yazıya başvurulabilir.
Tüm yorumlardan benim payıma düşen, kafa karışıklığımın, başkalarının da kafa karışıklığıyla birleşerek iki katına çıkması oldu.
Yazar ne demek istemiş?
Suriye İç Savaşı’nın evveli, kendisi ve sonrası, bir bütün halinde, kafamı karıştırdı, demek istemiş. Savaşta yer alan hemen hemen tüm tarafların birbirlerinin esirlerine veya sivillere uyguladığı kötü muamelenin video kayıtlarıyla – ki bunun en rahatsız edici örneği, IŞİD’in 4K kalitesinde çektiği boğaz kesme, kafa patlatma videolarıydı – dolu bir 10 yılın ardından, Suriye’de “gönül rahatlığıyla” desteklenecek kimse bulamamanın bocalamasını yaşıyorum, demek. (“Gönlünü rahatlatmamız mı gerekiyordu?” diye pasif agresif bir soru soruyorsanız, ben de “Evet, ne olacaktı?” diye yanıt veririm)
Burada özellikle solun içinde, herkesin üzerinde uzlaşabileceği, yüzde 100 oranında olmasa bile kayda değer bir çoğunluğun kabul edeceği bir emperyalizm tahlilinin yokluğunun etkili olduğunu düşünüyorum. ABD’nin/Batı’nın/NATO’nun emperyalist oluşu tescilli; peki Rusya-Çin-İran ve konu özelinde Suriye’nin anti-emperyalist olmak üzere yaptığı başvuruyu onaylayacak merci nerede? Sonuçta “karşı” taraf tüm kurumlarıyla ayakta dururken “solun” bir tekkesi, dergahı, yani model alabileceği bir ülke, rejim – halen – yok.
Kendimi Suriye Baas’ının yozlaşmış, savaşın ekonomik kaynakları kurutmasından sonra büyük ölçüde uyuşturucu imalatına-satışına bağımlı hale gelmiş, başkanlığı babadan oğula geçen, 2011’den önce de örnek bir yönetim sergilediği tartışmalı rejimini destekler halde görmek istemem. 1945 sonrası dünyanın kendine has ürün olan Baasçılığın gerçekleştiremediği vaatleri altında kalarak, bu esnada yönetimi altındaki halklara da epey zulüm çektirerek, sonunda açıkça Batı destekli bir dizi askeri müdahale ile devrilmesini de heyecanla alkışlayamam.
Baas ve HTŞ arasında bir taraf seçme zorunluluğu, tam anlamıyla, “Kırk katır mı kırk satır mı?” cinsinden bir soru – ne katır ne satır demekte ısrar ediyorum.