Kültür ve Sanat

Bilimkurguya ve Graeber’e Saygı – Erol Akın

Tekniğin gelişimi anlamında modernlik, kendi sınırlarını olduğu kadar insanlığın, toplumların, ülkelerin, ekonomilerin, tabiatın, hasılı tüm var oluşun sınırlarını sınıyor.

“Bu yazı, bir süredir taslak aşamasında, kafamda bekliyordu. Başlangıçta sadece bilimkurgu edebiyatının eleştirisine benzeyecek, daha ileriye gidip gitmeyeceği bu eleştirinin devam etmesiyle kesinleşecekti.

Bu esnada, çok erken bir yaşta yaşamını yitiren David Graeber’ın “Kuralların Ütopyası” isimli kitabını bitirdim. Kitaptaki süper kahraman yapıtlarının incelenmesine ayrılan bölümün ardından, taslakta şekil değişikliği yapmam gerekti.

Ortaya çıkan metin, pek çok açıdan, Graeber’ın “Kuralların Ütopyası”’nda kaleme aldığı bölümden esinler içeriyor. Graeber’ın 1960’ların bilimkurgu filmlerini konu alarak yaptığı incelemenin biçim-içerik açısından çok daha başarılı ve akıcı olduğunu söylemek gerekir diye düşünüyorum. Onun konuları çözümlemede gösterdiği başarıya yaklaşabilirsem, kendimi taltif edilmiş sayacağım.

Bu yazıyı; günümüz dünyasındaki bitmek bilmeyen, kabusvari sorunlarımızı paylaşabileceğimiz bir dost gibi konuşan, tüm iyi niyetiyle ve belagat gücüyle bizi uyarmaya çalıştığını düşündüğüm David Graeber’a, bir saygı nişanesi olarak ithaf etmek istiyorum. Erken ölümüyle bizlere veda etmiş oluşunu, yapıtlarıyla biraz olsun telafi edebiliyoruz.

Yine de Şahlanıyor Aman

Film ve dizi izleme konusundaki sicilim, arkadaşlarımdan aldığım film/dizi/kısa film/belgesel önerilerinin sohbetimiz bittikten sonra bir daha hatırlanmaması nedeniyle boşluklarla dolu. Ancak Dune‘un, bir kilometre taşı olmasa bile, bir otobüs durağı olduğunu ileri sürmekten kendimi alıkoyamıyorum: Game of Thrones‘un dizilerde, süper kahraman filmlerinin sinemada yaptıklarından; yani kurgunun fantastik yönünün ağır bastığı bir dönemden sıkılan yolcuların inebileceği, gelecek yeni otobüslere binebilecekleri bir duraktır artık. Bir film olarak Dune‘un, bilimkurgu türünün tamamı adına bir deri değiştirme, çiçek açma veya “Eller havaya” anonsu anlamına geldiğine inanıyorum.

Bilimkurgunun, 2000’lerin ortasından 2010’ların sonuna kadar önce korku konulu yapımların (Supernatural, Son Durak ve Paranormal Activity serileri ve bunların bir alt türü olarak görülebilecek Alacakaranlık) arkasında kaldığını; bu güneş tutulmasının en büyük sebebinin ise Yüzüklerin Efendisi ve Ejderhamızrağı gibi klasiklerden başlayarak Harry Potter ve Game of Thrones’a kadar devam eden fantastik kurgu türü olduğunu düşünüyorum.

Bu tutulma sırasında büyük gişe hasılatı elde eden süper kahraman filmlerinin, yani Marvel ve DC evrenlerinin de ortaya çıktığını; bunların bilimkurgu türünden bazı özellikler ithal ettiğini ama sonuçta bu ithalatın sınırlı kaldığını da ileri sürüyorum. Ancak 20-25 yıl önceki koşullar, açık biçimde, bilimkurgunun lehineydi.

Neden?

Bana kalırsa keramet, sayılarda, daha doğrusu takvimde gizliydi: Bir yüzyılın battığı yerde yeni bir yüzyıl doğuyordu ve bu hareketi, teknoloji tarihinde benzerini göstermenin çok zor – belki de imkansız – olduğu bir “icat” eşlik ediyordu. Bu hareketlilikten, özellikle internet ile ona bağlı bilgisayar teknolojilerinin insanlığı esenliğe ulaştırabileceğini söyleyen bir “tavır” ortaya çıktı. Buna milenyum iyimserliği diyelim.

Bu tavır o kadar çok insana, o kadar yoğun ve etkili biçimde sunuldu ki bugün bile yüzeyindeki bozulmalara, darbelere, çürüklere rağmen kullanımı, dağıtımı ve tüketimi devam ediyor.

Milenyum iyimserliğini tadanlar, ne kadar farklı yerlerden gelirlerse gelsinler, günün sonunda hep aynı sofraya otururlar: Bu sofrada internetin bilgiye ulaşmayı kolaylaştırması sayesinde tüm geleneksel ve kötü yapıların aşılacağı umudu, ekonomik liberalizme benzeyen bir girişimcilik övgüsü, internet ve bilgisayar teknolojisine olan merakın ileriye götürülmesinden kaynaklanan bir pozitif bilim saplantısı, sürekli hareket halinde olmaya övgü, biraz da çocuksuluğun dumanı ve kokusu dolaşmakta, tabaklara bunların karışımından oluşan yemekler dökülmektedir. Sofranın yaş ortalaması 35-45 arasında bir yerdedir çünkü milenyum iyimserliği, interneti gören ilk kuşağı, 90’ların gençlerini yakalamıştır. Bu gençler ve biyolojik olarak daha geride veya ileride olmalarına rağmen onlara benzer fikirleri olanlar, fevc fevc Matrix hayranı olmaya koştular.

Matrix yapılabildi çünkü internetin ve bir bütün olarak teknolojik ilerlemenin sınırlarının nereye uzanabileceğini merak eden, bunun heyecan ve kaygısını aynı anda yaşayan yani Matrix‘i izlemeye hazır bir kitle ortaya çıkmıştı.

Bu kitle, bilimkurgunun motorlarını çok uzun olmasa da kayda değer bir süre boyunca besledi ve çalışır halde tuttu: Sinema perdesinde Ben, Robot, V for Vendetta, Dünyalar Savaşı,Wall-E, Avatar, Tron ve nihayetinde Interstellar; matbuat perdesinde Metro ve Ateşi Yakalamak serileri (bunların ayrı bir tür oluşturup oluşturmaması tartışmaya açık) hesap için referans alınırsa 1999-2014 arasını buluyoruz.

Bana kalırsa bitiş noktasını belirleyen Interstellar, olsa olsa, bir tür saygı duruşuydu – bilimkurgunun gecesi, 2010 dolaylarında çoktan başlamıştı. Pazar doymuş ama her şeyden önce internet o kadar da şaşırtıcı bir şey olmaktan, neredeyse mucizevi olma niteliğinden kurtularak meta ekonomisi içinde çözünmüş, paketler halinde alınıp satılabilen, insanların Facebook’ta sanal tavuk yetiştirmesini sağlayan bir şeye dönüşmüş, kısaca ele ayağa düşmüştü.

Okur, haklı biçimde, yukarıdaki küçük listede yer alan yapıtların bile aynı şecereyi paylaşmadığını ileri sürebilir: V for Vendetta politik bir bilimkurguydu ancak Wall-E yan ve alt metinleri ne olursa olsun bir animasyon filmi ve neredeyse “sevimli” bir öyküydü. Avatar’ın “masalsı” dokusuyla Interstellar‘ın “bilimsel” katılığı arasında da fark var. Her şeyden önce Matrix, bunların içinde, 90’lar sonu-2000’ler başındaki internet fetişizmine en uygun ve yakın olanı. Buradaki mesele, tüm yapımların tek bir odaya açılması değil; milenyum iyimserliğinden yayılan enerjinin, farklı şekiller aldığının veya almış olabileceği iddiasından ibarettir.

Estetik, İktisat, Diplomasi

Bilimkurgunun kendi tarihi, milenyumla çakışan yükselişin bir istisna ya da arıza olmadığını gösterir. Jules Verne’in Ay’a topla ateş ederek insan göndermesinden sonra 1950’lerin ve 60’ların bilimkurgu atağı; ondan sonra Star Trek ve Yıldız Savaşları gelir. Bu dönemlerin çok farklı toplumsal yapılara denk düştüğünü kavramak zor değildir: Jules Verne, ilk sanayi devriminin sonlarına, metalürji ve elektrik teknolojilerinin yükselişine yetişmişti. Uzay Yarışı, nükleer enerji, Soğuk Savaş olmadan Star Trek ve Yıldız Savaşları’nı hayal etmek pek kolay olmayacaktır.

Milenyum dönemindeki bilimkurgu da NAFTA’nın, Sovyetler Birliği’nin enkazının, dünya çapında dezenflasyonun, ilk arama motorlarının, küreselleşmenin, Maastricht Kriterleri’nin üzerine, ABD yönünden doğdu. Bu sırada, günümüzde Y2K estetiği olarak bilinen bir estetik anlayışını da var etti.

Y2K estetiği; hareket halinde olmayı ve sınır tanımamayı – yani yüzyıl geçişindeki küreselleşmeyi- yamuk şekillere, parlak renklere, metalik yüzey ve dokulara, akışkanlığı ve hızı çağrıştıracak mekan tasarımlarına dönüştürerek anlatma yolunu tutmuştu.

Bu estetiği göstermek, anlatmaya çalışmaktan daha kolay. Basit ve üstelik yerli bir örneğimiz var: G.O.R.A filmindeki renk kullanımı, mobilyalar, kıyafetler vs. o dönemde nasıl bir gelecek hayal edildiğini, bu hayali biraz alaya alarak da olsa bize aktarır.

Y2K estetiğinin esin kaynakları arasında CD’lerin de bulunduğunu anlatan ve estetiğin tüm özelliklerini ele alan bu video, eski güzel günlere dönmek isteyenler için bir tavşan deliği. Tıklayarak içine atlayabilirsiniz.

Yeni(den) Bilimkurgu

Temelinde, oluşum aşamalarıyla ve bulunduğu ortam bakımından petrole benzeyen bir güç kaynağının bulunduğu Dune, 2010’ların sonu ve 2020’lerin başındaki dünyaya, kitap serisi olarak yayımlandığı 1960’ların dünyasına olduğundan daha çok yakışır. Şirketleşmiş hanedanların gezegenin tamamına yayılabilen mücadelesinde, “tekno-feodalizm” türünden kavramların hatırlattığı bir güncellik; Arrakis’teki yerli halk, ruhban ve hanedanlar/imparatorluk düzeni arasındaki mücadelede, 2000’lerin iyimserliğini kısa sürede yok eden ve halen devam eden Orta Doğu-Kuzey Afrika merkezli savaşların yankısı vardır. İzleyicilerin, açıkça dile getirmeseler bile, bu yankıyı takip ettiklerini; Dune sayesinde bilimkurguya döndüklerinde, kendi gerçekliklerinin bir uzantısına dönmüş olduklarını düşünüyorum.

Kişisel düzeyde duyduğum merak, beni de bilimkurguya geri döndürdüğünde, konuları ne olursa olsun, bilimkurgu yapıtlarında bazı ortak özellikler bulmaya başladım.

Farklı dönemlerde farklı alt bilimkurgu türleri gelişebilir ancak bir bütün olarak bilimkurgu türünün kendisi, içinde yaşadığımız modern dönemin tamamı adına söz hakkı sahibidir. Bu hakkı ister sinemada ister televizyonda ister resimde ister edebiyatta kullansın, sonuç değişmeyecektir. Bilimkurgu, bu başarısını, modernlik dediğimiz sürecin en ayırt edici özelliğini; teknolojik gelişimin, tarihte benzeri veya öncülü bulunamayacak bir düzeye varmış olduğunu kavraması sayesinde elde ediyor.

Tarihin hiçbir döneminde teknik araçların bu kadar güçlü, yaygın ve yoğun biçimde insan hayatına nüfuz ettiği bir dönem yaşanmadı. Akla gelen her ölçü birimi, Sanayi Devrimi ve sonuçlarının insan ırkı için bir felakete yol açmasa bile, daha önce yaşanmamış bir dünya yarattığını gösterecektir: Üretim, tüketim, hız, kapasite, verimlilik, yaygınlık gibi herhangi bir ölçüye göre teknolojik gelişmenin kayıtlı tarih içinde muadilini bulamayız.

Teknik güçlerin çok kısa bir zamanda, gezegenin kaynaklarını zorlama, yer yer kurutma pahasına bu kadar gelişmesi; son 30 yıl içinde internetin ve en sonunda yapay zekanın da omuz vermesi sonucunda, bugün artık mesleklerin yaratıcı yıkım döngülerine göre değişmesinden değil de insanların mesleksiz kalmasından; ortaya çıkacak artık insan miktarıyla ne yapılması gerektiğinden; “şeylerin” internetinden; hemen her şeyin insansızlaşmasından konuşuyoruz. Yapay zeka çalışmaları, açıkçası, bende – ve muhtemelen pek çok kişide – bir keşfin heyecanını değil, bilinmeyen ve bilinmediği için de kontrol altına alınamayan bir kuvvetle karşı karşıya olmanın endişesini besliyor. Tekniğin gelişimi anlamında modernlik, kendi sınırlarını olduğu kadar insanlığın, toplumların, ülkelerin, ekonomilerin, tabiatın, hasılı tüm var oluşun sınırlarını sınıyor.

Başa Çıkılamayan Modernlik

Teknolojinin gelişme seviyesi sadece ekonomik faaliyetleri değil, aynı zamanda ve çoğunlukla, insanların/nesnelerin/hareketlerin takip edilmesini sağlayan cihazların, sistemlerin de neredeyse kusursuz hale gelmesine sebep oldu. Bu yüzden “gözetleme kapitalizmi” adı verilen yeni bir kapitalizm modelini tartışabiliyoruz: Bizim kimliğimize ilişkin hayal edilebilecek bütün veriler düzenli olarak – mesela siz bu yazıyı okurken– kesintisiz, zaman ve mekan kısıtlamasına sıkışmadan, sürekli olarak deyim yerindeyse süzülüyor, biriktiriliyor ve böylece veriler halinde şirketlerin ve devletlerin veri tabanlarında, artık o veri tabanına ulaşan kim ya da kimler varsa, onların amaçlarına uygun biçimde kullanılmak üzere raf ömrü uzatılmak suretiyle muhafaza ediliyor. Bütün insanlık, çeşitli veri şekilleriyle, çeşitli makinelerin içinde, paketlenmiş halde kullanıma hazırdır.

Bu, teknolojik gelişmelerin hızını, sıcaklığını, miktarını ayarlayabilen büyük yapılar; yani şirketler ve devletler için de tarihte emsali olmayan bir iktidar demektir. Doğu Hindistan Şirketi, muhtemelen, en güçlü olduğu dönemde bugünkü herhangi bir işletmenin sahip olduğu bilgi ve gözetleme teknolojisine haiz olmadığı gibi, tarihteki hiçbir devlet uyrukları üzerinde bugünkü devletlerin sahip olduğu kadar katı, yekpare bir otorite kuramamıştı. Bu kuvveti onlara veren, teknolojidir; teknolojinin devletler ve şirketler koalisyonunun belirli bir kesimi tarafından, bu koalisyonun teknolojiden gelen gücü temellük etmesini sağlayacak biçimde yönlendirilmesidir.

Bilimkurgunun değişmez özellikleri burada belirgin hale gelir: Ele aldığı olay, yazıldığı dönem, üslubu, ana fikri ne olursa olsun, herhangi bir bilimkurgu yapıtı, basitçe makineler ve insanlık arasındaki ilişkilerin çatışmaya dönüşmesini anlatır. Bu çatışma ya insan yapımı olan makinelerin insanın kontrolünden çıkarak onu tahakküm altına almasıyla, bir yabancılaşmayla başlamıştır veya sonunda bu yabancılaşmaya dönüşerek sona erecektir. Bilimkurgu, bu nedenle, küçülen insanlar ve büyüyen makineler hakkındadır. Bazı yapıtlarda bir kozmik dengeden veya varlıktan söz edilse bile, bu denge/varlık, makine ve insan arasındaki ilişkilerin bozulduğu anda veya bu bozulmanın sonucunda ortaya çıkar.

Yukarıda bahsi geçen eserleri düşünün: Matrix’in kendisi, insanlarla girdikleri savaşı kazanan makinelerin inşa ettiği bir “sanallık” hakkındadır. Ben, Robot robotların bilinç sahibi varlıklara dönüşerek, Isaac Asimov’un Üç Yasa’sı tarafından korunan dengeyi bozmalarını anlatır. V for Vendetta, bir tiranlığa karşı savaşan insanların hikayesi, Wall-E ise iklim değişikliği sonucunda yaşanmaz hale gelen dünyadan kaçan insan ırkının yine makinelerin eliyle insanlıktan çıkışının dökümüdür. Dünyalar Savaşı’nda insanların istilacılara karşı elinden hiçbir şey gelmezken Avatar’da teknolojinin bir gezegenin sınırlarını daha fazla sınamasına karşı direniş konu edilir.

Kişisel merakımı tatmin etmek için başladığım birkaç yapıt da bu şemanın dışına çıkmıyor: Mevki Uygarlığı, İçeriden Ölmek, Çocukluğun Sonu, Ölüme Yazgılı Şehir, Uzayda Piknik, Tanrı Olmak Zor İş, Kıyamete Bir Milyar Yıl, Ölüme Giden Adam – bunlar İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri serisinden okuduklarım. Bu anlatıların neredeyse hepsinde bazen kapitalist, bazen feodal, bazen sosyalist nitelikte ama mutlaka teknolojik açıdan baş edilmesi, direnilmesi, dışına çıkılması mümkün olmayan büyük kurumların karşısındaki insanların mücadelesidir konu edilen.

Bilimkurgu, bu yüzden, “başa çıkılamayan modernlik” denebilecek bir uygarlık aşamasının; insanın, kendi yaptıklarının önünde zayıf düştüğü özel bir dönemin tanıklığıdır. Bilimkurgu yapıtlarında ya ebat olarak ya da güç düzeyi açısından devasa ölçülerle karşılaşmamız, bu tanıklıktan kaynaklanıyor: Ya cihazlar, şehirler, bölgeler, gezegenler irileşir (Arrakis gezegeni, melanj baharatı hasat eden makineler, galaksi ölçeğinde siyasi yapılar vb) ya da canlı varlıklar kas gücünün ötesinde birtakım kuvvetleri kullanmak gibi (Yıldız Savaşları’ndaki ünlü Güç gibi) yetenekler kazanırlar. Karakterler, bireyler olarak, bu aşırı gelişmiş yapılarla mücadele ederek kendilerini gerçekleştirmek, bu esnada olay örgüsü içinde ortaya konmuş sorunları da aşmak zorunda kalırlar. Böylece makine-insan karşıtlığı, yavaşça, düzen-birey karşıtlığına dönüşür.

Bilimkurgu, bu yüzden, fıtraten anarşist-liberteryen, daha doğrusu herhangi bir düzenin karşıtı olmaya yatkın ve hazırdır: İnsanlar, otoritelerle genellikle tek başlarına, kahramanca mücadele etmek zorunda kalırlar ve bu mücadele içerisinde, genellikle, topyekün otorite karşıtlarına dönüşürler.

V for Vendetta‘nın ünlü Guy Fawkes maskesinin Gezi Parkı eylemlerinde bile kullanılan bir anti-otoriteryanizm nesnesi olmasının sebebi bu yatkınlıktır. Matrix bugün dünya çapındaki alternatif sağ hareketlerin bir kısmı için sanal gerçeklikten kopmanın sembolüne dönüştü: Ünlü kırmızı hap/Red Pill doktrini, adını, doğrudan buradan alıyor.  1984 ve Hayvan Çiftliği, Türkiye’de yaklaşık 10 yıldır muhalif kitlelerin psikolojik bunaltılarını hem yansıtan hem çözümleyen hem de tedavi etmese bile belirtilerini hafifletebilen bir ilaç olarak tüketiliyor.

Fazla Uzak Olmayan Bir Gelecek

Yapay zeka ve internet, bir tarihi kesitin iki ucunu belirleyen, klişe tabirle “devrim niteliğinde” çalışmalar oldular fakat bu devrimlerin yapısı, hedefleri ve sonuçları, onları birbirlerinin devamı olarak görmek isteyenler için bile, fazlasıyla farklı. Var olan benzerlikler de “olumlu” özellikler taşımıyor: İki gelişme de ücretli emeğin aşılamadığı bir dünyada, ücretli emeğin koşullarını iyileştirmek için kullanılmadı. Marksistlerin isteyebileceği türden bir çalışma sonrası toplumun inşası gerçekleşmezken çalışma sürelerinin fiilen uzadığı, iş yükünün arttığı karşıt yönde bir yıkım hareketi başladı ki COVID salgını, bu hareketin hızlanması için, aranıp da bulunamayan bir yokuş oldu: Uzaktan çalışma günlerini iyi hatırlayanların azınlıkta kaldığını, iş ve ev arasındaki mesafenin yok oluşunun kimseye iyi gelmediğini düşünüyorum. Bu mesafenin ortadan kaldırılması ve zaten kişisel hayatlar üzerindeki gölgesi yeterince büyük olan mesailerin bu hayatları yutmasının yan etkilerini bugün bile yaşıyoruz.

Teknolojinin gelişimine karşı kuşku duyanlara, genellikle, teknolojinin kendi başına iyi ya da kötü sonuçlar vermeyeceği, “doğru” ellerde kullanıldığında işe yarayacağı cevabı verilir. Marksizm içerisinde, bu tartışmanın alışıldık yanıtı, Sanayi Devrimi’nin başlangıcındaki Luddistleri “hayalcilikle” suçlamak, teknolojiyi tahrip etmeye değil onu zapt etmek gerektiğine yönelik bir hatırlatmada bulunmaktır. Bunlar, basitleştirilmiş yorumlar olmakla beraber, yaygın tavrı özetler: Teknolojinin zararı veya yararı, onu kullananın niyetiyle ilgilidir.

Ancak bence, artık bir bütün olarak teknolojinin görece basit ve insan kontrolünde bulunmak zorunda olduğu günlerin aşıldığını kabul ederek, yeni bir teknoloji betimlemesi yapmamızın vakti gelmiş bulunuyor. Araçların basitçe araçlar olarak kalmadığı, onları kullananları değiştirmek bir yana, artık bir kullanıcıya/geliştiriciye ihtiyaç duymadan kendi kendilerine çalışır/gelişir hale geldikleri bir çağda, teknolojiyi, en kötü ihtimalle fazla yenirse mide bulantısı yapacak bir gıda yerine koymaktan vazgeçme zorunluluğunu, eminim ki bir tek ben duymuyorum: Bir buharlı treni kazanına kömür atmayarak durdurabilir, otomobil fabrikasındaki kaynak makinesini fişten çekebilirdiniz: Yapay zekanın katlanarak artan kapasitesi, günün birinde, kendi enerjisini insan müdahalesinden koruyabilir hale geldiğinde ne yapacağız? Bunun yanı sıra mahremiyet duvarlarını kevgire çeviren gözetleme teknolojilerini nasıl “iyi” amaçlarla kullanabileceğimizi de sorgulamak zorundayız: Sizi bu yazıyı okurken, beni de bu yazıyı yazarken gözetleyen bir “şey”, nasıl benim iyiliğim için çalışabilir? Mahremiyetim karşılığında hangi “iyi” gelişmeyi satın alabilirim? Bilimkurgu türünün köklü iddiası olan makine-insan mücadelesinin artık “kurgu” olarak basitleştirilip gemlenebilecek, hayal sathında kalacağı söylenerek içleri soğutabilecek bir yönü kalmadı. Geleceğin toplumsal hareketleri hangi noktalarda, nerelerde, hangi şekillerde ortaya çıkarsa çıksın, bundan 100 yıl önce yine bilimkurgunun tartışmaya başladığı bir konuyu müzakere etmek zorunda kalacaklar: İnsanlığın, devlet-şirket eliyle aşırı geliştirilmiş teknolojilere karşı ve onları kullanan bir “elitler eliti”ne karşı kenetlenmesi, hiç değilse teknolojik gelişmelerin yönü ve hızının denetlenmesi için hangi önlemlerin alınması gerektiği. Asimov’un Üç Robot Yasası, bir kurgu unsuru olmaktan gerçek bir ülkeler ve kurumlar arası uzlaşma halini alırsa kesinlikle şaşırmayacak, aksine mutlu olacağım: En azından birileri, kurgunun gerçeğe dönüştüğünü kabul etmiş olacak.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu