Mark Fisher’ın Yoksunluk Hayaletleri – Devin Thomas O’Shea
Kapitalist gerçekçiliğin hayaletimsi boşluğu, kolektif neşe ve bolluk potansiyelini gölgeliyor. Mark Fisher’ın yazdıkları, bugünün kaçınılmaz gibi görünen gerçekliğinin ötesinde yatan olasılıklara dair bir bakış sunuyor.
Devin Thomas O’Shea’nin Jacobin dergisinde yayınlanan yazısının çevirisidir.
Koridorda, karşı taraftaki aynada bir silüet görür gibi oluyorsun, ama geri dönüp tekrar baktığında orada kimse yok. Hayaletler boş mekânlarda oyalanarak kasvetli bir atmosfer yaratırlar — tıpkı eski bir malikânenin koridorları ya da ıssız bir mezarlık patikası gibi. Bunlar bir hayaletin varlığı için klasik sahnelerdir; tıpkı bir Potemkin köyünün yapay ve tuhaf boşluğu gibi.
Birleşik Devletler’deki büyük bir şehrin silüetine bakıp, o ışıl ışıl gökdelenlerin bazılarının tamamen boş olduğunu bilmek garip; bunlar, gayrimenkul portföylerinde sırf finansal varlık olarak tutulan “hayalet konut kuleleri”, kendi boşluklarıyla lanetlenmiş gibiler. Aynı şekilde hayaletlerin, The Shining filmindeki ikizler gibi tekinsiz bir “çiftlenme”siyle veya huzursuz edici taşkınlıklarıyla — kara sinek sürüleri, karga sürüleri, gaipten gelen sesler — ünlü oldukları söylenir. Benzer bir biçimde, büyük bir perakende mağazasının arka tarafına, yükleme rampalarının ötesine gidip bakınca; içi tamamen yenebilir yiyeceklerle veya paketinden çıkmamış, ama satılmamış ve şimdi çöplüğe doğru yola çıkmış tüketim mallarıyla dolu çöp konteynerleri bulmak da insana tuhaf gelir.
Mark Fisher, The Weird and the Eerie adlı eserinde, bu tekinsiz hislerin aslında algımızın ötesindeki şeylere — tam anlamıyla tarif edilemeyen hayaletimsi bir şeye — işaret ettiğinden bahseder. Örtük ve dünya dışı nitelikteki bu musallat olma hâlleri, Fisher’ın çarpıcı bir ifadeyle “özgür olabilecek bir dünyanın hayaleti” diye adlandırdığı şeye dikkat çeker.
Hayatı boyunca klinik depresyonla mücadele eden Fisher, 2017’de yaşamına son verdi; ancak çalışmaları umutsuzluğa karşı bir panzehir olarak varlığını sürdürüyor — özellikle de şaka yollu isimlendirdiği son kitap taslağı, Acid Communism.
Kapitalist Gerçekçiliğin Aynasının Ötesi
Fisher’ın en ünlü eseri hâlâ Capitalist Realism (Kapitalist Gerçekçilik) olarak bilinir. Bu kitap, içinde hapsolduğumuz, geleceği olmayan düz bir sistemi anlatır; kültürel durgunluk ve kemer sıkma dönemini, dünyanın yakında sonunun geleceğine dair sürekli bir şüpheyle iç içe geçen bir süreci betimler.
Fisher, kapitalist gerçekçiliği yapay biçimde inşa edilmiş bir dünya görüşü olarak tanımlar; bu görüşün bizi depresif bir döngüde kilitlediğini söyler. Sistemin ayakta kalabilmesi ise bir paradoksa dayanır: Her yanı sarmış bir felaket ve karamsarlık duygusu, statükoyu aslında daha da güçlendirir. Fisher’a göre bu kötümser bakış, neoliberal kapitalizmin stratejik bir ürünüdür. Bu strateji, ne kadar çabalarsak çabalayalım kendi sınırlarının ötesini düşünemememizi sağlar. They Live filmindeki o ideoloji gözlüklerini çıkarsak bile, gerçekte yüzümüzde hâlâ başka bir They Live gözlüğü daha vardır ve farkında bile olmayız. Kırmızı hapla Matrix’ten kaçışa yeltendiğimizi sandığımızda dahi, aslında sadece “gerçek dünya” yazan başka bir Matrix odasına geçiş yapmış oluruz. Bu tekinsiz, Eschervari çiftlenme olgusu, tüm bu musallat oluşun bir parçasıdır ve bu konuyu konuşabilmek için zorunlu olarak kurgusal anlatımlara başvurmak gerekir.
Önceki kuşaklar, şimdiki zamana dair birtakım ideolojik projelere inanırdı ve bunları daha iyi bir gelecek inşa etme hedefiyle ilişkilendirirdi. Oysa “kapitalist gerçekçilik,” bütünüyle kapitalizm tarafından tanımlanır; kısa vadeyi öne çıkarır ve kapitalizmin olmadığı bir geleceği tümüyle siler. Seçenek ya daha fazla kapitalizm ya da dünyanın sonudur. Başka bir alternatif yoktur.
Bu durum on yıllar içinde yavaş yavaş gelişerek, toplumun atomizasyon yoluyla kitlesel bir felç yaşamasına yol açmıştır. Ancak Acid Communism’de, Fisher bu sistemin gücünü tersine çevirmeye çalışır, deyim yerindeyse Golyat’ı tepetaklak etmeyi amaçlar: “Sermayeyi alt etmeye çalışmak yerine, sermayenin her zaman engellemek zorunda olduğu şeye odaklanmalıyız: birlikte üretme, birlikte ilgilenme ve birlikte keyif alma kapasitemize. . . ‘zenginlik yaratma’dan ibaret olmaktan çok uzak olan sermaye, ortak zenginliğin üretimini aslında daima bloke eder.”
Hem Fisher hem de Fredric Jameson gibi entelektüel kahramanları için, “özgür olabilecek bir dünya” ile elimizdeki mevcut dünya arasındaki mesafe, özellikle bilimkurgu gibi kurguların metafor ve dili kullanıldığında ölçülebilir bir alan hâline gelir. Bununla birlikte Acid Communism’de, Fisher aynı zamanda 1960’larda gelişip serpilen demokratik sosyalizm ve özgürlükçü komünizm denemelerindeki coşkulu çoğalmaya dikkat çekerek, tarihe ve somut örneklere dayalı yeni bir bakış yolu sunar.
1960’ların karşı kültürü, maddi koşulların bir ürünü olarak ortaya çıktı — Fisher, buna örnek olarak, radyo DJ’i Danny Baker’ın 1966’da ailesiyle yaptığı bir tatili anlattığı anılardan bahseder. Baker’ın ailesi, önceki kuşakların büyük çabalarla elde ettiği işçi hakları sayesinde sahip oldukları boş zamanı kullanarak, makul fiyatlı bir tüketici otomobiliyle aileyi sahile götürür. Kumsalda, dalgaları seyrederek keyif yaparken, o dönemin bir ev aleti boyutlarındaki transistörlü radyosu sayesinde The Kinks’i ve The Beatles’ı dinlemek mümkündür; bu gruplar, hayaller, algı ve dünyanın kurallarının aslında kırılmaz olmadığını anlatan şarkılar söyler. Gerçeklik psişik bir esrikliğe benzer, değiştirilebilir ve sürekli akış hâlindedir; eğer herkes bir şeyin durmasına ya da başka bir şeyin başlamasına karar verirse, bizim kolektif arzumuz — bir geleceği istememiz — tür çapında engellenemez bir güçtür.
Fisher’a göre bu hayallere dalma hâli, boşa kürek çekmek değildir; katı bir gerçeğin mantıksal kabulüdür: kolektif kapasitemiz, dünya savaşlarında korkunç sonuçlarla da olsa fiziksel anlamda kanıtlanmıştır.
Kıtlık Yalanının Hayaleti
Fisher, Danny Baker’ın kamusal yayıncılıktaki kariyerini, savaş sonrasında kamusal alanda yaşanan dönüşümün bir parçası olarak görür. Radyo ve televizyonda işçi sınıfının bakış açıları çoğalmaya başlar; özellikle de devletin seferber ettiği programlar, Batı kültürüne dair içerikleri birer mühimmat gibi “düşmanlara” doğru fırlatacak şekilde finanse edince, hem Avrupa faşizmi hem de Sovyet komünizmi bu kültürel bombardımandan nasibini alır.
Yeni Düzen (New Deal), GI Yasası (GI Bill) ya da Birleşik Krallık’taki kapsamlı sosyal konut politikaları gibi programlar, Batılı hükümetleri yalnızca kapitalist değerlerin yılmaz bekçileri değil, aynı zamanda yarı-komünal yapılara mimarlık eden aktörler olarak da gösterir. Örneğin, Çalışma İlerleme İdaresi (Works Progress Administration) veya ordunun kendisi, kitleleri kolektif biçimde örgütleme konusunda devletin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlar.
Savaş sonrası dönemdeki ekonomik büyüme, milyonlarca (büyük oranda beyaz) insanı güvenlik, toplumsal itibar, tüketim imkânları, yaratıcı fırsatlar ve dinlenmeyle tanımlanan yeni orta sınıf hayatlarına taşıdı. Otomasyon, yeni yapı malzemeleri ve tarımdaki ilerlemeler bu dönüşümü desteklerken, hükümetlerin bir gecede çok güçlü kamu sistemleri kurabileceğini göstermiş oldu. 1960’lara gelindiğinde, böylesi bir kolektif gücü tüm dünya çapında — ırk, cinsiyet ve milliyet gözetmeksizin — kullanmayı hayal eden bir kuşak doğdu.
Buna karşılık elimizde koca bir “kıtlık” söyleminden başka bir şey kalmadı.
Acid Communism adlı eserinde Fisher, kapitalist gerçekçilikten sıyrılmak için gündelik yaşama yeni bir estetik kazandırma, bilinci yükseltme ve kapitalist gerçekçiliğin kâğıttan kaplan olduğunu görme ihtiyacımıza göz kırpan bir başlık seçer. Fisher’a göre, kıtlık ve yapay kısıtlamalar, savaş sonrası düzene hükmedenlerin servetini yaratan başlıca unsurlardır.
2024 seçimleri boyunca “enflasyon” sözcüğü gündemden düşmedi; kısmen gerçek kıtlıktan kaynaklanıyordu bu durum — tıpkı pandemi sırasında yaşanan çeşitli tedarik zinciri krizlerinin en zengin Amerikalıların servetini yüzde 40 artırması gibi. Ancak şirketler, fahiş fiyatlandırmayla da hiçbir yaptırım olmadan kârlarını büyütmeyi sürdürdüler. Bu da maaş artışlarının değerini enflasyon yoluyla fiilen yok eden bir tür yapay kıtlık yarattı. Fisher, bu döngüyü neoliberal kapitalizmin belirleyici bir özelliği olarak nitelendirir: “Yapay kıtlık yaratıp gerçek kıtlık üretmek, gerçek kıtlık üreterek de yapay kıtlık yaratmak.”
Pestisitlerin üst toprağı (toprağın en verimli katmanını) aşındırması buna bir örnektir; bu sayede Monsanto gibi şirketler önce pestisit satışından kâr elde eder, ardından da yarattıkları tahribatın çözümü olarak genetiği değiştirilmiş gıdalar satarlar. Bu döngü, sözde “zenginlik yaratma” amacını güder gibi görünür ama gerçekte ortak zenginliğin önünü tıkar. Toplu şekilde tüm insanların ihtiyaçlarının — barınma, gıda, sağlık, anlamsız işlerden uzak bir yaşam — karşılanabileceği bir sistem, “Kızıl Bolluk” (Red Plenty) olarak anılan o hayali, kasıtlı olarak kösteklenir.
Fisher’a göre, bu mesele “karşı kültür”ün tam da maddi özüne dayanır. Bugün elimizde barış işaretleri, deri yelekler ve dönemin müzikleri gibi hippie kalıntıları var; bunlar o dönemden geriye kalan, hakkıyla gerçekleşememiş bir potansiyelin hayalet izleridir. Fisher, hippilere ve uyuşturucuyu kutsayan tavırlarına — “hedonik çocukluk” diye küçümsediği bir yaklaşım — sert eleştiriler yöneltir; bunun kapitalist gerçekçiliği pekiştirmekten başka bir işe yaramadığını düşünür. Yine de Fisher, “psikedelik” kurtuluş düşüne, yani kolektif kapasite ve olasılık vizyonuna sadık kalır.
Donald Trump bir kez daha yönetimin başındayken işe gitmek, dünya 1,5 derece eşiğine hızla yaklaşırken artan sıcaklıklara dayanmak, giderek daha felaket boyutlara varan hava olaylarıyla yüzleşmek ya da egemen sınıfın sergilediği son bocalama ve zulüm hikâyelerini dinlemek… Tüm bunların ortasında, “dünyanın sonu”nun statükoyu sürdürmek için bir tehdit olarak nasıl kullanıldığını fark etmek önemlidir. “Rekor kıran sıcaklıklar,” “hayatta bir kez görülebilecek şiddette yağış” ya da “Hillary Clinton’ın önerileri” gibi kalıp ifadelerin durmadan tekrarlanması tedirginlik yaratır; ancak gerçekte böyle olmak zorunda değildir.
Peki “psikedelik akıl” nasıl bir şeydir? Psikedelik bilinç ile sınıf bilinci, kapitalist gerçekçiliğin ötesinde bir dünya tasavvur etmek için nasıl kesişebilir?
Gerçekliğin Çölünde Yumruk Sallamak
David Graeber, Bullshit Jobs (Tırışkadan İşler) adlı eserinde, her gün iş sistemimizin “kolektif ruhumuza” ahlaki ve manevi bir yara açtığından söz eder. Graeber, 1930’da iktisatçı John Maynard Keynes’in, ABD ve Birleşik Krallık’ta 2000 yılına gelindiğinde haftada on beş saatlik çalışma düzenine geçileceğini öngördüğünü hatırlatır. Oysa, Graeber’a göre, teknoloji tam tersine hepimize daha fazla iş yaptırmanın yollarını bulmak için kullanılmıştır. Bunu başarabilmek için de gerçekte hiçbir toplumsal katkısı bulunmayan iş kolları yaratılmıştır.
Graeber; idari sektörün şişmesi, finans hizmetlerinin, pazarlamanın, kurumsal hukukun, insan kaynaklarının ve halkla ilişkiler danışmanlığının astronomik boyutta büyümesini, çalışanlarının bizzat kendilerinin “Topluma katkımız yok gibi hissediyoruz” itirafında bulunduğu mesleklere örnek olarak gösterir. Hepimiz bunun büyük ölçüde bir saçmalık olduğunu biliriz. Pek çoğumuz, maaş alabilmek uğruna işe gider, saatleri sayar ve sonra da ertesi günü aynı döngüyü tekrarlayabilmek için kısıtlı boş zamanımızı kendimizi teselli etmeye ayırırız.
Benim de çalıştığım çoğu işte hissettiğim buydu ve bu durum günbegün “kırbaç ve merhem” döngüsü yaratır; insanlarda depresyon, madde bağımlılığı ve bireysel bir anlamsızlık duygusunun yayılmasına yol açar — üstelik finansal anlamda fena sayılmayacak ücretler alsak bile. Bu, ertelenmiş bir bolluk vizyonunun — elimizin ulaşamadığı gibi görünen ortak imkânlar ütopyasının — yarattığı bir sonuçtur. Ne var ki, içinden nasıl çıkılacağına dair ipuçları, Fisher gibi düşünürlerde belirmeye başlar. Acid Communism’de Fisher, bu bunalımı modern hayatın bitmez tükenmez döngüsünün dışına çıkan bir bakışla tasvir eder:
“Günlük hayatın kaygılı rüya-çabası, yanı başından ya da daha yukarısından, hatta ötesinden süzülüyormuşçasına gözlemlendiğinde: Geç uyanan birinin yüksek penceresinden gözüken, hareketli sokak — yatağı sanki nazikçe kürek çekilen bir kayığa dönüşmüş gibidir; Pazartesi sabahının sisini ve ayazını iplemeyen, sonsuza dek sürmesi gerekmediğini bildiğimiz bir Pazar öğleden sonrası güneşi; ya da oyalana oyalana gezinen aristokratik bir malikânenin, artık asla mesai saatine dönmeyecek işçi sınıfı hayalperestleri tarafından işgal edilmiş yüksek kulesinden bakınca, iş dünyasının acil ve önemli dertlerine havadan bakıp küçümseyerek geçip gitmek.”
Fisher’ın k-punk blogu, 2000’lerin başındaki blog kültüründe önemli bir yer tutuyordu; ta ki çevrimiçi mecraların büyük şirketlerin çevirimine girmesine kadar. İnternet, devasa ve güçlü bir kamusal enformasyon sahası olarak kalabilirdi; ancak en boş ve mutsuz insanlar tarafından, sonsuz kâr amacıyla kullanılacak bir araca dönüştü. Yapay zekâ, dilimizi, sanatımızı ve dünyayı anlama biçimimizi yozlaştırırken; teknolojik ilerleme, kitlesel işsizliğin, gözetimin ve sosyal medyada sınırsız kaydırma, beğeni, tekrar katılım gibi emek sömürü biçimlerinin simgesi hâline geldi. Tüm bunlar olurken Florida sular altında kalıyor, yeni salgınlar ve çevre felaketleri birbirini izliyor.
1,5 derece sonrasının dünyasında, terk edilmiş sanayi bölgeleri neden daha güzel şeylere ev sahipliği yapamasın? Örneğin kamusal medya alanlarına, sanat galerilerine, konser salonlarına, tiyatrolara, stadyumlara, spor sahalarına? Ya daha fazla insan gününü bir tiyatro oyununda replik ezberleyerek, kostüm tasarlayarak veya doğrudan oyunu izleyerek geçirse? Ya insanlar tamamen sıkılıp bıkıncaya kadar hiçbir şey yapmasalar ve ancak ondan sonra gerçekten ne tür bir işten tatmin olacaklarını keşfetseler?
Ütopyacı düşünce genelde ciddiyetsizlik işareti gibi görülür, özellikle de solda, saf olma korkusuyla. Ancak Fisher’ın Acid Communism’i hatırlatır ki “her şeyin nasıl olabileceğini” hayal etmek, umutsuzluğa karşı önemli bir panzehirdir: “Tatminliğin imgeleri… onları bastıran toplumu yok eder.”
Fisher, burada Herbert Marcuse’nin “sanatın ütopyayı ya da gerçek tatmini betimleme gücüne sahip olmadığı” fikrinden ilham alır. Sanat sadece, bugünden “Kızıl Bolluk”a giden mesafemizi ölçebilecek bir pusuladır — kapitalist gerçekçiliğin çoraklığı içinde ütopyayı betimlemek o çorak toprağı bir sel gibi basacaktır. Bunun şiddet değil, tatmin yoluyla gerçekleşeceği vurgulanır: Güvenlik, refah, bolluk, gerçek anlamda büyüme ve her anlamda kamu yararının coşkulu akışıyla.
Fisher, Capitalist Realism adlı eserinde 2006 yapımı Children of Men filmini ünlü bir örnek olarak ele alır; bu filmde insanlar kısırlık salgını yüzünden neredeyse yok oluşa sürüklenir ve yıllardır hiç bebek doğmayan dünyada ilkokullar ıssız, çocuk seslerinden yoksundur. Hikâye, onlarca yıl sonra ilk kez doğan bir bebeği korumaya çalışan kahramanlara odaklanır; adeta bir mesih anlatısı gibi, bu bebek de kötücül distopyada ruhani bir yenilenme umudunu temsil eder. Fisher, bu kurgusal distopyanın bizim gerçeğimize ne kadar benzediğini vurgulayarak, filmin sunduğu kurtuluş fikrini inceler.
Fisher zamanı için epeyce öncü bir figürdü; dünyanın acısını haddinden fazla hisseden biriydi. Acid Communism’de kendi kurtuluş yollarını aradı ve son derslerinden oluşan Postcapitalist Desire (Matt Colquhoun’un derlediği) kitabında bu arayışın izlerine rastlarız. Keşke bu projesi yarım kalmasaydı diye düşünen çoktur. Ama şimdi onu tamamlamak bizim işimiz — Fisher’ın düşüncesi, Inventing the Future: Postcapitalism and a World Without Work ve After Work: A History of the Home and the Fight for Free Time gibi eserlerde ilerlemeye devam ediyor.
Acid Communism’in temel temalarından biri de “gündelik hayatın estetikleştirilmesi”dir — sıradan olana gözlerini kısarak bakmak, onu kökten farklı bir şey gibi görebilmektir. Bu, The Secret tarzı bir büyüsel düşünme değil, teslimiyetçiliğe karşı bir silahtır. Gündelik hayatı yeniden büyüleyerek, ufak ütopya izlerini — Kızıl Bolluk’un ipuçlarını — fark edebilir ve günümüzün bunaltıcı “kaçınılmazlığını” reddedebiliriz. Fisher, küresel insan onurunu bastırmak ve uyuşuk hâlde tutmak zorunda kalınmasının, mevcut düzeni ayakta tutmak için ne kadar gerekli olduğunu gözler önüne serer. Peki “psikedelik aklın” sınırlarında daha ileriye nasıl gidebiliriz? Fisher, bunu sormaya başlayarak bize yol gösterdi: “Neoliberalizmin başarısı, kapitalizmin kaçınılmazlığının bir kanıtı olmaktan ziyade, özgür bir toplum fikrinin hayaletinin ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunun göstergesi olamaz mı?”
Çeviri: Kemal Büyükyüksel