Weimar’dan Ankara’ya Uzanan Bir Yol Var (Mı?) – Erol Akın

Uzun süre boyunca Türkiye’nin önemli bölümünün “karanlıkta”, geçimlik tarım yaparak yaşamak zorunda kalması, bunu müteakip çok kısa sürede bu nüfusun şehirlere göç etmesi hem gecikmeli hem sancılı bir yakın tarih demektir. Şimdilerde yeniden tanınırlık kazanan Doğan Avcıoğlu başta olmak üzere, bütün bir yazar/çizer/düşünür kuşağının, “kalkınma” üzerine konuşurken bitip tükenmesini, bu gecikme ve sancıda arayabiliriz.
Yaş basamaklarında doğru yerde duranlar ve durdukları yerdeki tartışmalara ilgi göstermiş olanlar, bundan yaklaşık 15 yıl önce, Türkiye’nin falında Weimar Cumhuriyeti’nin kaderinin görüldüğünü hatırlar. Hatırlamayanlar için hızlandırılmış bir özetimiz var.
1871’de kurulan Alman İmparatorluğu, savaşın yükünü taşıyamayarak çöktüğünde, 1918 yılının kasım ayında, Weimar kentinde toplanan bir “yapı”, cumhuriyeti ilan eder. Bu cumhuriyet, pek çok başarı göstermesinin yanı sıra başarısızlıklarla da imtihan edilir ve nihayet, 1933 yılında, Büyük Buhran’ın yol açtığı sorunlara artık cevap veremeyip yatalak hale geldiğinde, eline tutuşturulan bir silahla intihara zorlanır: Nazi Partisi, seçim yoluyla başına geçtiği cumhuriyeti demokrasiden arındırır ve dünya tarihinin en meşhur diktatörlüğünü kurar.
Burası da takvim üzerinde 2000’lerin son lokmalarını yiyip 2010’ları ucundan tatmaya başlarken, bu gerçek hikâyeyi Türkiye’de yaşananlara benzetenler çıkmıştı. Basitçe, 1929’daki Büyük Buhran ve 2001’deki kriz, bu olaylar yoluyla da Nazi Partisi ve AKP denkleştirilmekte; Erdoğan ve Hitler yönetimlerinin neredeyse halef-selef olduğu savı ileri sürülmekteydi. Türkiye, Weimar’ın; AKP, Nazilerin; Erdoğan, Hitler’in ruh göçü yoluyla yeniden bedenlenmesi, tarihin bize vermiş olduğu temyize götürülemez bir hükümdü.
Bu hükmü okuyanlardan biri de Özgür Özel’di. Bugün internette kolayca bulunabilecek bir konuşmasında Nazilerin ünlü sloganı “Ein Volk, ein Reich, ein Führer”’i AKP’nin “Tek vatan, tek millet, tek bayrak” lafzıyla eş tutmuştu. Arşivler buna benzeyen demeçlerle, incelemelerle, sloganlarla, resimlerle dolu. O dönemin tartışmalı kitabı Takunyalı Führer, derdini ve niyetini yeterince açıklar: Demokrasinin temel arızası olarak görülen halk oyunun belirleyiciliği eliyle Türkiye de demokrasiden arınıyordu. Nazi Almanyası’nın son günlerini anlatan ünlü film Çöküş’ün – ki hemen hemen aynı dönemde çıkmıştı – kapağında yazdığı gibi “bir millet çöküşünü bekliyor”du. Tabii bu muhaliflerin beklentisiydi: Başka bir Nazizm bağlantısı (!) olarak AKP, Türkiye’yi uykusundan uyandırmaktaydı. Zaten Nazilerin – bir başka – ünlü sloganı da Deutschland erwache – Almanya, ayağa kalk idi.
Uzun yorum
Ben bir Weimar tarihi uzmanı veya meraklısı değilim. Bir dönem için konuya eğilmiş olmam, onu tepeden ve ancak belirli bir derinliğe kadar görmüş olmamı; sonra da ilgimin soğumasını perdelemiyor. Bu yüzden burada Weimar Cumhuriyeti’nin mufassal bir incelemesi de olmayacak.
Türkiye-Weimar, AKP-NSDAP, Hitler-Erdoğan ikilemeleri arasına “eşittir” işareti konmasını, kısaca, yanlış buluyorum. Zira bu, açıkça söylenmese bile, başka denklikler kurulması anlamına gelir ya da bunu gerektirir: Türkiye-Weimar benzerliği varsa, Alman İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu da birbirlerine benzemelidir çünkü her iki cumhuriyet de bu imparatorlukların peşinden ve üzerine bina edildi. Bu ise tarih, coğrafya, kültür, toplumsal yapı, etnik dengeler gibi pek de kısa kalmayacak bir tablo boyunca, iki ülkenin yan yana konulmasını ve aynı sütun ve satırlara bir “tik” atılmasını gerektirir. Bu hem masraflı hem de yersizdir. İki imparatorluktan birinin kurulurken diğerinin yıkıma gidişi bile aralarında bir kot farkı oluşturur. Alman İmparatorluğu’nun sermaye ihracatçısı, Osmanlı İmparatorluğu’nun da bunun en büyük ithalatçılarından biri olması bu kot farkından kaynaklanır. Birinin çıkışı, diğerinin inişidir.
Bu soy ağacı takibi, AKP-NSDAP ve Erdoğan-Hitler için de yapılmalı. Ampulün içinde gamalı haç görüyorsak, ikisinin benzer ham maddeden yapıldığını düşünebiliriz ve düşüncemizi haklı çıkartacak bir şeyler bulmak gerekir: Tarikatlar-merkez sağın hafriyatı-Anadolu sermayesi-bir kısım kent yoksulları ittifakı (bunun bir basitleştirme olduğunu kabul ederim) özgün bir kimyasal bileşiktir; bunu Nazi Partisi’nde de bulmak zordur. Orada Alman milliyetçiliği-savaş sonrası boşa düşen paramiliter güçler-orta sınıfların bir bölümü-örgütsüz işçiler-Protestan köylüler farklı, elimizdeki ilk karışıma dönüşmesi zor başka bir yapı oluşturur.
Erdoğan ve Hitler’in yaşamöyküleri de birbirini pek tutmaz: Doğrusu, ikisini yan yana getirdiğimiz bir tahayyülde, Erdoğan muhtemelen Hitler’i bohem – dolayısıyla işe yaramaz- ve ırkçı bulacak; Hitler de Erdoğan’ı demokrasiye şeklen de bağlı kalmaya devam eden, ülkesine yabancı göçünü onaylayan biri olarak beğenmeyecektir.
Türkiye’de bir Weimar görenlerin esin kaynaklarını detaylarıyla bilmiyorum, hatırlamıyorum. Fakat şimdi bakınca, bunun, bir demokratlar ittihadı veya Türkiye tarzı birleşik halk cephesi kurmanın kötü bir yolu olarak göründüğünü fark ediyorum: Nazizm, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış bir ülke için hayal edilebilecek en kötü şeylerden birisi olabilir; savaşa girmeyenler için olsa olsa Youtube’daki tarih kanallarının animasyonlarda gösterilen bir şey halinde kalabilir. Meraklıları Alman ordularının kullandığı tank modellerini, ünlü komutanlarının isimlerini ezberlemekle uğraşabilir ama İkinci Dünya Savaşı’nın baş sebebi olarak Nazizm, bizim sınırlarımızın içinde, Doğu Avrupa’daki veya Fransa’daki gibi algılanamaz. Bu yüzden Erdoğan’ı Hitler’e benzetmek, yanlış olması bir yana, bizim için o kadar da anlamlı değildir. Hiçbirimiz yeni bir Hitler’in ne anlama geleceğini, gerçekten bir Hitler görmüş insanlar kadar kavrayamayız. Bunun ters tepmesi bile mümkün olabilir: Nitekim – yukarıda ima ettiğim gibi – Türkiye’de de sayısı hiç de az olmayan Nazi Almanya’sı hayranları Alman ikmal hatlarını gözü kapalı çizebilmekte, filanca tarihte hangi Alman birliğinin hangi düşman kuvvetini mağlup ettiğini büyük bir merakla tarihten kazıp çıkarmaya çalışmaktadır (!) Bizim Nazizmden imtihan edilmemize olanak yoktu – çünkü okulumuz, sınıfımız, ders programımız 1939-1945 arasındaki Avrupa’dan farklıydı.
Kısa yorum
Aslında, ortada, biraz “abartı” vardı. AKP’nin şedit yönlerini, Ergenekon dönemindeki işlerini, özelleştirme karşıtı direnci kırmakta gösterdiği sertliği ve nihayetinde Gezi’de tamamen gözünü karartmasını Nazizme atıfta bulunmadan izah etmek olanaklıydı ve daha doğruydu. Zaten o günlerde, AKP kurmayları da çocuk oyununu hatırlatan biçimde ayna-çelik demekte; gerçek faşistin ve Nazi özentisinin CHP olduğunu ilan ediyordu. Ellerini birbirlerine kenetleyip avuçlarını muhataplarına çevirip durmaları yüzünden, kendileri dışında herkes ve her şey bir tür faşizm temsilcisi ya da faşizm adayı haline gelmişti. AKP, bugün bile faşizmden rahatsız (!): Cumhurbaşkanı Erdoğan, büyük şirketlerin yönettiği bir dijital faşizmden dert yanar.( https://www.aa.com.tr/tr/politika/cumhurbaskani-erdogan-dijital-fasizm-dogru-ve-tarafsiz-haber-alma-hakkini-engelleyen-bir-tehdit-unsuru-haline-geldi/2587773)
Faşizm, yoğun kullanım nedeniyle incelmiş, eprimiş, yırtılmış bir gömlek gibidir. O kadar çok omuzda ve kolda durmuştur ki artık kime ait olduğunu söylemek güçtür. Daha önemlisi, buna çoğu zaman gerek yoktur. AKP’yi açıklamak ve eleştirmek için Almanya seyahatine çıkmak her açıdan bir israftır. Bu seyahat için, AKP’nin resmi tarihine başvurmak yeterli gelecektir: Bu tarihe göre resmi selefler arasında gösterilen Demokrat Parti; tarikatlarla olan ilişkileri, ekonomiye yönelik seçici-geçirgen liberalliği, oy oranıyla birlikte çatılan kaşları, muhalefete yönelik tavrı ve daha pek çok icraatıyla – bu esnada AKP’nin bizzat kendisi tarafından kabul edildiği üzere – aradığımız biyolojik atadır.
1923’ten dönüş
Türkiye tarihini bir karşı-devrim olarak görmek, NSDAP ve AKP arasında bağ kurmaktan daha eski bir görüştür ve Weimar Cumhuriyeti ile kader ortağı olduğumuzu söylemek, bu görüşün alt kollarından sadece bir tanesidir.
Atatürk devrimlerinin daha 11 Kasım 1938 sabahından itibaren terk edildiğini söylemek, düşünce hayatımızdaki en yaygın tarih yorumlarından birisi olabilir. Türkiye’nin ihanete uğrayan devriminin hesabını sormak, bugün bile geçer akçedir: “Kuruluş ilkelerine dönüş”, “1923’ü sahiplenmek”, “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” kabilinden sözler, bir açık büfeye konmuş halde önümüzdedir.
Ancak mutfaktaki şeflerin kendi pişirme yöntemleri ve damak zevkleri de bulunduğunu görmek gerekir. 1923’e dönüşten söz edenler arasında, 1923’ün ne anlama geldiğine ilişkin bir uzlaşma ya yoktur ya da sınırlıdır. İhanete uğrayan cumhuriyet devrimleri Türkçülüğün altın çağı mıydı yoksa bir tür sosyalizme hazırlık aşaması olarak Aydınlanma düşüncesi ve kurumlarının yerleştirildiği bir geçiş dönemi miydi? Yakından bakınca çatlaklar, sarılıklar, pürüzler ortaya çıkıyor: Hilafetin ilgası ve komünistlerin düzenli olarak tevkif edilmeye başlanması arasında birkaç yıl var ya da yok. Bir kısım Türkçülerin 3 Mayıs 1944’teki yargılanması, ülkenin petrol çıkarmakla yükümlü resmi kurumunun logosuna bile kurt figürü konulmasına yakın bir zamanda gerçekleşir.
Cumhuriyetin hikayesi, böyle basitleştirmelerle anlatılamayacak kadar uzun ve zengindir. Belki her bir anayasayı farklı bir cumhuriyetin başlangıcı ve bitişi saymalı; böylece Fransa ve Güney Kore’deki gibi farklı cumhuriyetlerden söz etmeliyiz. O zaman da cumhuriyetleri birbirlerinden neyin ayırıp ayırmadığına karar vermek için başka bir tartışma gerekecek.
Neyi kaybettik?
2018 seçimlerinden hemen önce, ağırlıklı olarak İYİPli gençlerin başını çektiğini hatırladığım bir “ÖBTÖ” muhabbeti vardı. Bu dört harfin açılımı “öldük bittik terör örgütü” şeklindeydi ve muhaliflere enseyi karartmamalarını, iyimser olmaları gerektiğini telkin ediyordu. O gün ÖBTÖ karşıtlarının bel bağladığı partinin bugün gerçekten ölüp bitmiş olması, doğrusu, gülünçtür. Acaba Weimar Cumhuriyeti de sona yaklaşırken orada da ’Öldük bittik’ demeyin diyen birileri olmuş mudur, insan şöyle bir aklından geçiriyor…
Weimar Cumhuriyeti, 1918 yılında kurulduğunda; yönetimini, cumhurbaşkanlığı ve şansölyelik makamlarını, bakan koltuklarını sosyal demokratlar doldurmuştu. 1933’e kadar da iktidar mekanizması önemli ölçüde bir Weimar koalisyonunun elinde kaldı: Demokrat olmakta birleşen sosyal demokratlar, liberal demokratlar ve Hıristiyan demokratlar, sırasıyla SPD, DDP, Zentrum gibi partilerde temsil edilirdi. NSDAP’ın iktidara geldiği ve cumhuriyetin krizler karşısında tuş olduğu an, bir ölçüde – elbette tümüyle değil – bu demokratlar koalisyonunun ortaya çıkan yeni krizleri çözemediği, girdikleri boğazda takılı kaldıkları bir duraklama anına denk düşer. Hükümetin kurulamayışı, arka arkaya gelen koalisyonların uzlaşma sağlayamayıp özellikle ekonomiyi kurtarma programını hayata geçirememesi, artan sokak olayları ama belki de en derinlerde geçmişin yükü altında bu cumhuriyet, üç-dört yıl dayanabildi.
Geçmişin yükü, Weimar Cumhuriyeti’nin bir yenilgi sonucunda kurulmuş olmasından gelir. Kasım 1918’de Alman topraklarında herhangi bir düşman varlığı yokken, üstelik Batı Cephesi’nde durum Almanya aleyhine dönmeden önce Paris’e bile yaklaşılmışken imparatorluğun yıkılması, Ruhr’un işgali, kadim Alman toprağı sayılan Prusya’nın bir bölümünün elden çıkartılması, bu olayların üzerinden yıllar sonra bile bir kısım Almanlar için utanç hislerini beslemeye devam etmiş olmalıdır. Bu saydığımız olaylar, 1918-1923 arasında gerçekleşmişti ama belli ki unutulmamıştı. Sonuçta Nazilerin sadece ekonomik kalkınmayı hedefleyen, “teknokratik” bir programı yoktu.
Weimar Cumhuriyeti, böylece, geçmiş ve bugün arasındaki cereyan içerisinde tasfiyeye uğratılmıştı. Cumhuriyetin merkezindeki oyuncular, bu cereyanı bitirebilmek için ya zevahiri kurtarmalı ya da geçmişe yönelik farklı bir bakış sunmalılardı. Bu bakışı sunup sunmadıklarını, bilmiyorum: SPD’nin 1918’deki askeri duruma ilişkin tarihsel yorumlarına dair hiçbir bilgim yok ama zevahiri kurtarmaya çalıştıkları kesin. 1923’te hiperenflasyon – genellikle yanlış biçimde Büyük Buhran ile karıştırılır – sorunu çözüldüğünde, işgal edilen yerler kademeli olarak boşaltıldığında, Almanya’nın dış politikada yüzü gülmeye başladığında bunu bir ölçüde başarmışlardı. Nazi Partisi, 1923-1929 arasında önemsiz denebilecek kadar kenarda kalmış bir partiydi. Ortaya çıkan göreli istikrar, büyük olasılıkla, özellikle 1918 yenilgisinin yarasını hafifleten bir aspirin etkisi yapmış olmalıdır ama bu aspirin kesildiğinde, var olan ağrının daha da şiddetlenmiş biçimde hissedildiği de kesindir.
Türkiye’nin tam da bu noktada, Weimar Cumhuriyeti ile ortaklaştığını düşünüyorum: Sorunları, olumsuz şartlarda başlayan bir kuruluş hikayesinin giriş bölümünden sonra, gelmesi hem beklenen hem de gereken, gelişme bölümünün asla tam olarak yazılamamış olmasıdır. Bu kesinti, düşük yoğunlukta 1960’larda ve 70’lerde Ortanın Solu hareketinin, cumhuriyet devrimlerinin üstyapıyla sınırlı kaldığı ve altyapıya nüfuz edilemediği yönündeki temkinli eleştirisiyle ifade edilmişti ama gerçekte bundan – vardığımız noktadan bakınca – çok daha ciddi ve derin bir problem vardı.
Doğrusu, bu problemi – belki problemleri – tam olarak nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Basitçe, eldeki kaynaklar, girişilen proje için yetersizmiş ve genel güven sorunu hiçbir zaman halledilememiş gibi görünüyor. Bu da muhtemelen projeyi başlatanların, onun yönü ve kapsamı hakkında berrak bir fikri olamayışından kaynaklanıyor: Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesi” üzerine çıkma hedefini düşünün. Muasır medeniyet nedir? Ekonomik büyüme, kültürel serbestleşme, devletin merkezileşmesi, hukukun üstünlüğü veya uluslaşma mı, yoksa bunların tümünün toplamı mı? Erken Cumhuriyet döneminin bu hedeflere ulaşmaktaki gayretine rağmen elde ettiği sonuç en hafif tabirle “vasati” idi. Meseleleri ekonomik açıdan, ekonomizme uygun biçimde görmeye alıştığımızı varsayarak, Erken Cumhuriyet’in bu alanda ne yaptığına ve yapmadığına hızlıca göz gezdirince karşımıza “mütevazı” sonuçlar çıkar: Türkiye, 1960’ların ikinci yarısına kadar sanayileşememişti ve bu nedenle kendi kendine yetmek zorunda kalmış köylerden-birkaç büyük kent merkezinden oluşan bir karışım halinde kalmıştı. 1930’larda açılan fabrikaların bir sanayi altyapısı oluşturduğu, bu altyapının hem insan yetiştirerek hem girdiler sağlayarak bir sonraki sanayiye öncülük ettiği doğruydu ama arada çok uzun bir süre vardı. Uzun süre boyunca Türkiye’nin önemli bölümünün “karanlıkta”, geçimlik tarım yaparak yaşamak zorunda kalması, bunu müteakip çok kısa sürede bu nüfusun şehirlere göç etmesi hem gecikmeli hem sancılı bir yakın tarih demektir. Şimdilerde yeniden tanınırlık kazanan Doğan Avcıoğlu başta olmak üzere, bütün bir yazar/çizer/düşünür kuşağının, “kalkınma” üzerine konuşurken bitip tükenmesini, bu gecikme ve sancıda arayabiliriz.
Projenin her açıdan, gerçekten de az zamanda çok ve büyük işler yapmaya çalıştığı ama sonunda hem zaman hem de yapılacak iş noktasında tükendiğini ileri sürebiliriz. Zamanının tükenmesi, her şeyden önce, kuruluş dönemindeki yönünü arayan dünyanın sona ermesinden kaynaklanır. Türkiye, hiçbir bloğa tam anlamıyla katılamayabileceği, bugünkü anlamıyla bir süper gücün ya da süper güçlerin olmadığı, var olan güçlerin de savaş sonrası bunalım yüzünden yorgun olduğu bir çağda kuruldu. Bu çağ sona erdiğinde, 1945 yılında bir seçim yapmak zorundaydı.
Fakat daha önemlisi, kendi vücut saati açısından da çocukluğunu ve gençliğini tamamlamıştı: En geç 1960’ların sonunda, kuruluşunda çözdüğü veya çözdüğünü sandığı sorunlar yeni biçimler alarak geri gelmeye başladı; gençlik yıllarındaki heyecanı, yetişkinliğin sorumluluklarının önünde cılızlaşıyor, kuruyor ve sonunda yerini tamamen bu sorunların çözümü için gösterilecek telaşa bırakıyordu. 1970 sonrasında Türkiye’nin tanık olduğu bütün hareketleri yan yana koyduğunuzda, bunların, cumhuriyetin 1923 yılından başlayarak bir şekilde kapının dışında tutmaya çalıştığı hareketler olduğunu görürsünüz: Hemen hemen aynı anda taşranın şehirlere sökün etmesi ve şehirlerde başlayan dönüşümün kemale ermesiyle bir şekilde ilintili İslamcılık, Kürtçülük, sosyalistlik, kadın hareketi, Alevi hareketi… Tüm bunlar, sadece varlıklarıyla bile 1923’ün terazisinin tartamayacağı birer ağırlıktı çünkü herhangi bir kimlik varsa, onun talepleri de vardır. İşçinin olduğu yerde sendikal faaliyet, azınlıkların olduğu yerde azınlık hakları, dindarların bulunduğu yerde dinin görünürlüğü de tezahür edecektir.
AKP, her yönüyle, bu teraziyi kırmış ve yerine kendi terazisini koymuş bir hareket olarak, artık meseleleri, kişileri, olayları, olguları, hasılı Türkiye Cumhuriyeti’nin her şeyini kendi ölçüsüyle tartar hale geldiğine göre, Weimar Cumhuriyeti’nin yolundan biz de yürümüş olduk. AKP’nin başarısı cumhuriyeti yıkması değil, onu, özellikle sosyalizmden uzak tutmaya çalışan güçlerle bir şekilde uzlaşarak olabilecek en kötü biçimlerden birinde canlandırması; 1960’ların sonunda başlayan cumhuriyetçi kimlik krizini, özellikle hakim zümreler için en az hasarlı biçimde kemale erdirmesidir. Koç ailesi, saltanatını, başka sermaye gruplarıyla paylaşmak zorunda kalmış olabilir ama 1926’dan beri tahtta oturmasını başarmışsa, bunu, sonu AKP’de biten cumhuriyetin kimlik krizini idare edebildiği içindir. Böylece Weimar Cumhuriyeti ve Ankara Cumhuriyeti, kader ortaklığı yapmış oluyor. İlki yenilgiden, ikincisi de imparatorluk mazisinin mezarlığından çıkmıştı ve hayatta kalmaları, varoluşsal sorunlarını çözmeleriyle mümkün olabilirdi. Başaramadılar. Bugünden geleceğe daha iyisini bulamadıklarında, geçmişte daha iyisini görenlerin dirilttiği hortlakların arasında boğulup gittiler. Sonunda neye dönüştüklerini onlar da bilmiyor…