Şimdiki Zamanda Vicdan – Aybike Mergen
Tarihin en kötü döneminde yaşamıyoruz, evet. En korkunç doğal afet de bu yaşadığımız değil, insanlık olarak çok daha büyük canilikler de yaptık. Ama iyi insan olmaya çalışmanın yükü hiç bu kadar ağır değildi sanırım. Peki neden?
The Good Place dizisinde karakterler neden uzun zamandır kimsenin cennete gitmediğini anlamaya çalışırken modern hayatta ‘net sevap’ yapmanın zorluğunu fark eder. Annenizi sevindirmek için hediye vermek bile toplamda negatif puan demektir çünkü hediyenin üretiminde çocuk işçi çalıştırılmış ve çevre kirletilmiştir. Dizinin bağlamı olan cennet/cehennem, sevap/günah konseptlerini göz ardı ettiğimizde dahi, mesaj aslında çok net: neoliberal kapitalist sistem içerisinde net olarak iyi olmak çok zor.
Uluslararası şirketlerin bilerek karmaşıklaştırdığı üretim ve güç ilişkileri, bireylerin ve yerel mücadelelerin etkisini ciddi olarak sınırlandırıyor (bakınız, Amazon örneği). Giderek bozulan güç dengesi, kazulet sermayeyi devletlerin yasalarından koruyor. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası sivil kurumlar uygulanabilir politikalar ve yaptırımlar konusunda hem yavaş hem de yüzeysel söylemlerden ileri gidemiyor. Herhangi bir kısıtlama olmadan kar ve güç elde etmeye odaklanan şirket ve kişiler her geçen gün daha da güçleniyor, verdiği zararı artırıyor ve mücadele edilmesi zorlaşıyor. İşin kötüsü bu kısır döngü sürekli aleyhimize işlemeye devam ediyor. Hele ki iktidarın sermaye ile el ele verdiği ülkelerde yıkım, insan ve hayvan hakları, doğanın korunması, eşitlik, adalet gibi kavramların altını oyuyor, yetmiyor ateşe verip etrafında dans ediyor. Bize de elimizde küçük bir bardak, dört bir yanımızı saran yangınları söndürmeye çalışmak kalıyor.
Tamam ama yine de yukarıda bahsettiğim gibi tarihin en korkunç döneminde değiliz (giderek kaçınılmaz hale gelen iklim krizi hariç, o konuda tarihte benim diyen döneme parmak ısırttırırız). İnsanlık tarihi maalesef savaş, açlık ve sefaletle dolu. Bugün gelişmiş ülkelerdeki sıradan bir insanın yaşam standardı bundan iki yüzyıl önceki bir kralı ciddi ciddi kıskandıracak bir seviyede, modern tıp ve gıdaya erişimin iyileşmesi ortalama yaşam süresini dünyanın her yerinde arttırdı (daha detaylı bilgi için, Standards of Living and Modern Economic Growth). O zaman neden vicdanlı olmak bugün bu kadar zor? Bu soruya birkaç açıdan cevap verilebilir. Birincisi neoliberal kapitalist sistemin gemi iyice azıya almış olması. İkincisi ise tarihte hiçbir zaman olmadığımız kadar kötü giden şeylerin farkında olmamız.
Günümüzde her gün 24 saat izleseniz/okusanız yetişemeyeceğiniz bir bilgi ve haber akışı sürekli timelinelarımızı dolduruyor. Netflix’de ve Youtube’da çok sayıdaki kolay ulaşılabilir gıda belgesellerini izlerseniz yeme alışkanlıklarınız, dev tekstil firmalarının yarattıkları üretim fazlası kıyafet dağlarını gördüğünüzde giyiminiz, Save Ralph’ı izlediğinizde kişisel bakımınız, kuryelerin çalışma şartlarını öğrendiğinizde internetten sipariş vermek birden günlük hayatın normal parçalarından ahlaki birer savaş alanına dönüşüyor. Bir yandan daha ‘iyi’ ürünlerin ve seçimlerin fiyatlarının daha yüksek olması, zor bulunması kısıtlı kaynaklar açısından problem yaratırken, öbür yandan gün be gün alışkanlıklarının, keyif aldığı masum görünen küçük zevklerinin yarattığı kötü etkileri bilmek insanın vicdanında sürekli ve giderek ağırlaşan bir yük oluşturuyor.
Üstelik şimdiki zamanda vicdanın yükü yalnızca kendi günlük hayatımızdaki bu ahlaki komplikasyonlarla da sınırlı değil. Kendimden örnek verirsem, ne zaman sosyal medyada biraz vakit geçirsem arka arkaya sınırdan geçmeye çalışırken donarak ölen mülteci kadın ve çocuklarını, canlı canlı derileri yüzülmüş veya belediyelerin presli çöp kamyonuyla topladığı sokak köpeklerini, cebinde 4 lirayla okulda aç gezen, gelecek umudu kalmamış gençleri ve daha nicelerini görüyorum. Gerçekten de o kadar güçlü bir kötü haber bombardımanı altındayım ki, sosyal medya şirketlerinin içerik seçme algoritmaları da sağ olsun, internette 5 dakika geçirmek bütün hayat enerjimin çekilmesine ve kişisel hayatımdaki iyi şeylerden bile utanmama neden olan varoluşsal bir sorgulamaya itmeye yetiyor (bakınız, Doomscrolling).
Bu saydıklarımı internette görmesek, bilmesek de yaşanmaya devam ettiğini düşünebilirsiniz. Haklısınız. Ama insanın bilişsel psikolojisi ahlaki sorunların şiddetini başka faktörlerin yanında olayla yüzleşmek zorunda kalma sıklığına göre de belirliyor. Dolayısıyla durup düşündüğümde bir yerlerde sokak köpeklerinin donarak veya açlıktan öldüklerini bilsem de, hergün onlarca farklı köpeğin bunu yaşadığını fotoğrafları ve hikayeleriyle görmem benim için ahlaki krizi güçlendiriyor. İnternetin yaygınlaşmasından önce insanlar yüzyıllarca kendilerinden birkaç yüz kilometre ötede olanları bilmezken, 40 yıl önce anne babalarımız bile kendi etraflarında olmayan olayları yaşandıktan sonra radyodan dinliyorlarmış. Şimdiyse ben bir gün içerisinde hem başka bir ülkede yaşanan halk direnişini hem de Türkiye’deki asgari maaş görüşmelerini aynı anda canlı olarak takip edebiliyorum. Dahası eş zamanlı olarak duruşması olan bir muhalifin desteklenmesi için düzenlenen imza kampanyasını destekliyorum, sokak ortasında öldürülen bir kadının katilinin tutuklanması için hashtag ile tweet atıyorum ve kendimi sürekli muhalefetin olaylara verdiği tepkileri denetleme sorumluluğu altında hissediyorum. En kötüsü de bu kadar gündemle iç içeyken bile yeterince şey yapmadığımı hissediyorum. Sürekli yeni çıkan yangınları takip etmeye çalışırken ne her biri uğruna bir ömür harcanacak konulara yeterince tepki gösterebiliyorum, ne de yarının dolu gündemi içinde aslında dün yaşananları tam hatırlayabiliyorum. Günün sonunda psikolojik olarak bitmiş ve dünyada bir şeyi değiştirememiş olmanın üzücü bilinciyle yattığımda geriye vicdan azabı ve gelecek ile ilgili karamsarlık kalıyor.
Peki çözüm ne? Özür dilerim sevgili okuyucu ama bu soruya öyle net, hap gibi bir cevabım yok. Olsaydı zaten uygular, bu kısır döngüden kendimi kurtarırdım, yazının da tonu daha pozitif olurdu. Ama bildiğim bir şey var: karşımızda ahlaki kaygıları olmayan, güç ve para odaklı global bir sistem ve bu sistemin çürümüşlüklerini desteklediği her türden aktör var. Çocukken oynadığımız oyundaki gibi kafasını gösteren canavara hızlı reaksiyon gösterip etkisiz hale getirmeye çalışmak tamamen yararsız olmasa da kesinlikle yeterli değil. O yüzden de 2000’lerde ortaya çıkan ve ‘yeni sosyal hareketler’ denilen, vaka bazlı olarak birleşip, tepki gösterip sonra dağılan gruplar aslında çoğu zaman yapısal problemler için en fazla yara bandı oluyor. Daha kalıcı ve iyi yapılanmış bir şekilde örgütlenmemiz şart. Devletlere veya uluslararası kurumlara güvenemediğimiz bir bağlamda bizim bizden başka dostumuz yok. Bizi bu vicdani krize sokan sosyal medyayı gerçek dünyada karşılık bulan global bir dayanışma ve direniş ağı kurmak için kullanmamız lazım. Açıkçası benim için de İvme Hareketi aslında bu demek: yüz yüze hiç karşılaşmadığım onlarca insanla bir anlayış ve tutum birlikteliği içerisinde daha sistematik bir şekilde hareket edebilmek. Farklı uzmanlık ve ilgi alanları olan kişilerin bu konularda inisiyatif alarak direnişi ve çözüm üretme sürecini yönlendirdiği, her yangınla tek başıma mücadele etmek zorunda hissetmediğim bir düzen. Dünyanın farklı yerlerinde benzer kaygıları taşıyan kişi ve hareketlerle iletişmek ve dayanışmak için bir platform. Tabii ki bir şeyin değişmesi gerektiğinde mutabık olmak her zaman o şeyin neye dönüşmesi gerektiği hakkında bir fikir birliği anlamına gelmiyor. Ama etrafım canavarlarla çevriliyken, filmlerde olduğu gibi sırt sırta vererek birlikte çarpışabileceğim insanların olması ölümle kalım arasındaki farkı yaratacaktır.