Euphoria: Gen Z’nin Çürüme Arzusu ve İsyanı – Beliz İmge Bayülgen
Dizideki karakterlerin her biri aslında bir travma hikayesi olarak ele alınabilir, ve bu travmalar kuşkusuz Z kuşağının toplumsal yaşantısının önemli bir parçası.
Son birkaç haftadır Twitter sayfam ortadan ikiye bölünmüş durumda. Önüme düşen tweetlerin yarısı Ukrayna işgali, Migros grevi, muhalefet liderlerinin görüşmeleri gibi gündemlerin analizi, diğer yarısı ise az önce bahsettiğim gündemleri (muhtemelen) takip eden fakat Twitter üzerinden gündelik anksiyete ve heyecanlarını paylaşmayı tercih eden tanıdıklarım. Bunların arasında da ders seçimleri, yemekhane fiyatları, ve HBO’nun 2. sezonu yayınlanmakta olan dizisi Euphoria var.
“Z Kuşağı” üzerine yazılıp çizilmiş olan onca tahlil, öngörü ve anket analizi içerisinde yakın çevremin dünyayı anlamlandırma biçiminin en basit temsili bu olabilir. Gözaltında “Erasmus da yandı şimdi” diye düşünen, Çağlayan’da bilgisayardan derse giren, bütün dünyanın yükünü sırtlandığını düşünse dahi bunun ağırlığını hissedip hissetmemek arasında gidip gelen bir grup genç.
Bugün de bu kuşak, hem “savaş aslında böyle bir şey” fotoğraflarının arasında kaldığı hem de Ukrayna ordusuna gofundme yardımı yapmasının istendigi çarpık bir hakikat düzlemini idrak ve idare etmeye çalışıyor.
Eğer önümüzdeki seçim sonuçlarına veya dijital dönüşümün toplumsal etkilerine dair bir çıkarım beklentiniz varsa özür dileyerek belirtmeliyim ki bu yazıda böyle bir iddiam veya amacım yok.
Onun yerine, sonsuz spekülasyona konu olmuş fakat yarım bırakılmış bir kuşağın hikayesinin yansımalarını; eksikliğini hissettiğim bir samimiyetle ele almak istiyorum.
Euphoria, dizinin ana karakteri olan 17 yaşındaki Rue Bennet’in anlatımıyla başlıyor. “Bir zamanlar mutluydum” diyerek hikayesini anlatmaya koyulan Rue hakkında öğrendiğimiz ilk şey, 11 Eylül saldırılarından 3 gün sonra doğduğu. Doğumunu takip eden günlerde Rue’nun ailesinin hastanede üzüntüleri hissizliğe dönüşene dek defalarca ikiz kulelerin düşüşünü izlediğini görüyoruz. Ve böylelikle bütün hikaye, Z Kuşağını ele alan diğer her hikaye gibi, jenerasyonumuzu tanımlayan siyasi olay ile başlıyor.
11 Eylül’den neredeyse bir sene önce doğduğumda, 2000 Amerikan seçimlerini takip eden haftalarda sıradaki başkanı belirleyecek olan Florida’daki oyların yeniden sayılıp sayılmayacağı tartışılıyordu. Benim için Amerika’daki ailemi doğum sonrasında televizyona kilitleyen olay buydu. Benimki gibi Demokrat bir eyalette yeni çocuk sahibi olmuş bir aile için önümüzdeki senelerde Amerikan demokrasisinin ve kurumlarının zayıflığıyla yüzleşecekleri pek çok anın da ilkiydi.
Ondan birkaç sene sonra 11 Eylül, 2008’de televizyonda ilk defa kulelerin düşüşünü gördüğümü hatırlıyorum. Kafa karışıklığı ve panik içerisinde annemin insanları aramasını, yakınlarımızın güvende olduğunu bildirmesini istedim. Telaşımı anlamlandırmaya çalışan annem ise kısa süre içerisinde bana 11 Eylül saldırılarından bahsetmediğini fark etti.
İlk bakışta önemsiz gelen bu geç aktarım durumu, 2008 Amerikan seçimlerinde değişen atmosfer, hakikat ile ilişkimdeki ilk darbeydi. Bağlam eksikliğim sebebiyle 11 Eylül’den haberdar olana dek haberlerde ve etrafımda gördüğüm ve duyduğum her şeyi normal bulmuştum. Televizyonda gördüğüm savaşlar, havalimanından geçmenin zorluğu, herkesin yüzünden okunur olan huzursuzluğun bir sebebi olduğundan veya olması gerektiğinden haberdar değildim.
Z Kuşağını tanımlayan olay bu sebeple 11 Eylül’ün kendisinden ziyade, 11 Eylül’ü deneyimlememiş olmak ve bu durumun getirdiği bağlamdan kopukluk hali diyebiliriz.
Rue’nun karakterini ve hikayesini tanımlayan özelliklerden birisi de bu kopukluk. Böylelikle Rue, çocukluğundan itibaren anksiyete ataklarına, kendisini tecavüz edeceğini söyleyen anonim hesaplara ve kendisiyle aynı akıl sağlığı problemlerini paylaşan bütün “akıllı, yaratıcı, özel” insanların intihar ettiği bilgisiyle yaşamak zorunda olan ama bunların hiçbirini anlamlandıramamış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı doğumu sonrasında kulelerin çöküşünü izleyen ailesi hakkında söylediği gibi, üzüntüsünün yerine hissizliği koymaya çalışan birisi.
Euphoria’yı sadece twitter üzerinden deneyimleyenlerin dizi hakkında haberdar olduğu tek şey muhtemelen renkli ışıklar, seks, uyuşturucu ve simli göz makyajıdır. Rue rehabilitasyona yatırılmadan önce bize bağımlılıklarını tanıtan ilk montajda ise bunların hemen hepsi var.
Euphoria ilk yayınlandığında, tematik olarak benzetildiği pek çok dizi gibi kendisi de bağımlılığı ve uyuşturucu kullanımını romantize etmek ile suçlanmıştı. Dizinin ikinci sezonunda Rue’nun psikedelik ilaçlar ve ağır yatıştırıcılar kullanmaktan eroin kullanımına geçmesiyle dizinin başlangıcından itibaren kademeli olarak bağımlılığı renkli montajların konusu olmaktan çıkıyor.
Buna rağmen “Euphoria estetiği” olarak nitelendirilen bu durumu bir arzu nesnesi haline getiren şey ne? Sadece dizideki karakterlerin bireysel hikayelerini değil, çevremdeki insanların hikayelerinde de gördüğüm ama ismini koyamadığım motifler ve motivasyonları açıklayacak bir şey bulabilir miyim?
Dizideki karakterlerin her biri aslında bir travma hikayesi olarak ele alınabilir, ve bu travmalar kuşkusuz Z kuşağının toplumsal yaşantısının önemli bir parçası.
Dizide Rue’dan sonra yakından tanımaya başladığımız ilk karakter Jules. Diğer karakterlerin yaşadığı şehre yeni taşınmış olan Jules renkli ve hiperfeminen tarzı ile sadece seyircinin değil Euphoria evrenindeki karakterlerin de ilgisini hemen çekiyor. Öncelikle Jules’u bir uygulamada yarı çıplak ve orta yaşlı erkeklerin fotoğraflarını sağa ve sola kaydırırken görüyoruz. Sezon boyunca Jules’un bu ilişkilerine ve bu ilişkileri sürdürmek için yaptıklarını tedirginlik ve üzüntü ile takip ediyoruz. Bu diziden beklemeyeceğimiz düzeyde muhafazakar bir cinsel hikaye içerisinde Jules’un hazzını anlamak yerine neden buna mecbur hissettiği sorgulanıyor. Bu soru Jules’un trans kimliğinin keşfedilmesi ile bir bağlama oturuyor ve Jules’un arzulanmak, erkeklerin arzuları doğrultusunda inşa etti feminenliğini performe etmek için tek seçeneğinin bu ilişkiler olduğu ileri sürülüyor.
Jules’un deneyimi bana ister istemez özellikle LGBTİ+ arkadaşlarımı liseden itibaren benzer durumlarda gördüğüm zamanları hatırlattı. Burada kesinlikle tek seferlik, cinsellik odaklı ilişkilere ahlakçı bir yerden yaklaşmak veya insanların aslında bu ilişkilerden tatmin olmadığını/olamayacağını iddia etmek gibi bir amacım yok. Fakat henüz reşit bile olmayan arkadaşlarımın hayatları boyunca özgürce keşfetmelerine izin verilmemiş romantik ve cinsel arzularını kendilerini istismar edilme riskine savunmasız bırakacak düzeyde bastırmış olmaları aslında jenerasyonumuzun cinsel politikalarını bilgilendiren deneyimlerden sadece bir tanesi.
Dizinin genelinde cinselliğe, güç ilişkilerinin materyalize olduğu bir alan olarak bakılıyor. Z Kuşağı hakkında yapılan pek çok analizde de cinsel devrimin etkisiyle, cinselliğimiz ile önceki jenerasyonlardan daha barışık olduğumuz ve birbirimize daha özgür bir biçimde yaklaşabildiğimiz teorize edildi. Ancak benim deneyimimde, cinsel arzularımızın dünyadan kopuk olmadığının da biraz daha farkındayız. Cinsel arzu ve deneyimlerimizin sebep ve sonuçlarını incelemeye, hatta bunlardan endişe duymaya çok daha meyilliyiz. Bu da daha önce bahsettiğim gibi jenerasyonumuzun belirleyici deneyimlerinden biri olan “bağlamdan kopukluk” ile mücadele etmenin bir yöntemi aslında.
Bu durumu en iyi kristalize eden karakterlerden biri de dışarıdan klişe bir liseli Amerikan futbol oyuncusu gibi gözükse de aslı çok daha karmaşık ve tehlikeli olan Nate.
Nate, 11 yaşında babasının başka erkeklerle ve Jules da dahil olmak üzere trans kadınlarla şiddetli cinsel ilişkiye girdiği gizli kasetlerini bulmuş ve hayatı boyunca onları izleyerek travmatize olmuş. Öyle gözüküyor ki, dışarıdan mükemmel gözüken geleneksel aile yapısının içerisindeki bu saatli bombadan öyle korkmuş ki büyüdükçe geleneksel, heteroseksüel, ikili cinsiyetli sınırların dışına çıkan her şeyi kendi hayatında da bir tehdit olarak algılamaya başlamış. Dizi süresince hem partnerlerine hem de başka karakterlere fiziksel ve psikolojik şiddet uyguladığını ve şantaj ettiğini gördüğümüz bir karakter Nate. Buna rağmen karakterini aklamak gibi bir amacım olmasa da, beni kendisini anlamaya çalışmaya itiyor.
Dizi içerisinde defalarca Nate’in cinsel yönelimi özellikle bir soru işareti olarak bırakılıyor. Eşcinsel bir flört uygulamasında Jules ile tanıştığını, bu süreçte telefonunda yüzlerce erkeğin çıplak fotoğrafını bulundurduğunu biliyoruz. Bunun ardından ise kendisine “Kimse %100 eşcinsel veya %100 heteroseksüel değil sonuçta.” diyen sevgilisine “Bu %100 saçmalık” diye bağırarak tepki veriyor.
Nate hakkında yapılabilecek en yüzeysel ve kapsayıcı yorumlardan biri, porno sektörünün ve toksik maskülinitenin hakim olduğu bir kültürün Nate gibi erkeklere yol açtığı. Kendisini toksik maskülinitenin hem ürünü hem de bir üreticisi olarak görmek, hepimize kendimizi içerisinde bulunduğumuz güç yapılarında büründüğümüz kimlikleri daha gerçekçi bir biçimde ele alma fırsatı sunuyor. Nate, sadece cinsel dürtüleri ve arzuları doğrultusunda değil, bu arzularının ifade ettikleri doğrultusunda hareket eden bir karakter. Sevgilisi Maddie ile seks yapmadan önce, sevgilisinin bakire olmasının kendisi için ne kadar önemli olduğunu öğreniyoruz. Aynı zamanda Nate’in “erkekler gibi” giyinen, konuşan, davranan, ve en çok da kıllı kadınlardan nefret ettiği bize tanıtılıyor. Burada Nate’in arzusunun “feminen olan” ile kurduğu kritik ilişki de işte bu arzuların içerisinde anlamlandırıldığı bağlam, yani en basit haliyle, babasının aksine geleneksel ve “doğru” olana tutunma isteği.
Dizinin ilerleyen bölümlerinde Nate’in Jules’a hissettiği çekim de bu doğrultuda bir tehdit unsuru haline geliyor. Çünkü Jules, geleneksel ve “normal” olanın sınırlarının dışında varolan yıkıcı bir güç olarak yine de çevresindeki erkeklerin talep ettiğini düşündüğü bir kadınlık algısını performe ediyor. Dizinin ilk bölümlerinde Jules, el yordamıyla inşa edilmiş bir cinsiyet performansını temsil ediyor. Dizide gösterilen diğer feminenite performanslarına nazaran Jules’un performansının belirginliğinin bir sebebi de dizi ilerledikçe kendi inşa ettiği kadınlık algısını yıkım sürecine şahit olmamız.
Yukarıda bahsettiğim, Euphoria estetiğini bu kadar çekici kılan ve içerisinde barındırdığı arzuya verebildiğim tek isim çürüme, kendi kendini yok etme arzusu. Neticede bizler bütün korkularına ve şüphelerine rağmen bizlere çökerek yıkılan bir dünya düzeni bırakan jenerasyonun yetiştirdiği duyarlı ve dikkatli çocuklar olmalıydık. Böyle olmamız bekleniyordu.
Onun yerine bir şeylerin elimizden alındığının farkındayız, ama nasıl geri alacağımızı veya mahrum bırakıldığımız şeyin ne olduğunu bile bilmiyoruz belki de. Faili belirlemek dahi imkansız geliyor. Bize yalan söyleyen bir dünyanın yalanlarının ürünü olmak veya onları yeniden üretmek istemiyoruz, ama etrafımıza baktığımızda sahici bir şey de göremiyoruz.
Bu yüzden çürümek, yok olmak bir arzu nesnesi haline gelmiş durumda. Günden güne yapaylığını yadırgadığımız ilişkilerimiz ve ne içinde ne de dışında varolabildiğimizi hissedebildiğimiz gündelik normlar ile pratikler arasında sahici gelen tek şey bu olduğu için belki de.
Beliz İmge Bayülgen