Dış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündem

Nükleer Silahların Yarattığı Tehditle Yüzleşmek Niçin Bu Kadar Zor? – (Çeviri: Ali Mert Samen)

Putin’in nükleer saldırıya geçtiği bir gelecek gerçeklik kazanırsa, ki bu pekala bizim zamanımızın bir gerçekliği olabilir; bunun ise insanlık için felaket boyutuna varan neticeleri olacak. Felakete yol açan en aşikar sebepler, yaratacağı ani yıkım ve ölümcül miktarda radyoaktif parçacığı oldukça geniş bir alana yayacak radyoaktif serpintidir.

Phil Torres’in Current Affairs’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir.


Nükleer savaş tehlikesini idrak etmek bizi aciz duruma düşürmek zorunda değil. Nükleer savaşı engelleyebiliriz.

İnsanlık hikayesi nasıl sonlanacak? Kesin olan bir şey var: Bundan çok uzun bir süre sonra giderek genişleyen evrenimiz, termodinamik dengeye ulaşarak bir noktada sonsuza dek sürecek bir buzul kaosa sürüklenecek ve evrende hiçbir yaşam imkanı kalmayacak. Bu gerçekleşene kadar karşılaşabileceğimiz süper yanardağ patlamaları, asteroit ve kuyruklu yıldızlar, gama ışını patlamaları, kara delik patlamaları ve süpernovalar gibi bir dizi doğal tehlike de cabası. Neyse ki bunların gerçekleşme olasılığı düşük. Bu senaryolar arasında en olası görünen süper yanardağ patlamalarının her 50.000 yılda ortalama bir kez gerçekleşmesi bekleniyor. Aslında homo sapiens atalarımız tarih boyunca iki kez süper yanardağ patlamalarından sağ kurtulmayı başardı. Öyleyse türümüzün bir doğal fenomen nedeniyle sonunun gelmesi üzerine fazla endişelenmeye gerek yok.

Maalesef antropojenik -yani insan kaynaklı- tehditler için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Alanında en önde gelen uzmanlar, bu yüzyılda insanlığın kendi kendini tükenişin eşiğine getirme olasılığının %20 ve üzeri gibi ürkütücü derecede yüksek bir ihtimal olabileceğini hesaplıyor. Hatta Lord Martin Rees, 2100’den önce uygarlığın çökme olasılığının yarı yarıya olduğunu savunuyor, ki bu da türümüzün sonunun gelmesiyle sonuçlanabilir. Bugünlerde en çok konuştuğumuz antropojenik tehdit ise elbette fosil yakıt kullanımının sebep olduğu iklim değişikliği. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin son raporuna göre:

“Dünya nüfusunun yarısı iklim krizinin sebep olduğu ciddi etkiler sebebiyle “son derece savunmasız” koşullarda bulunuyor. Kıyı bölgelerde yaşayan bir milyar insan taşkın riskiyle karşı karşıya. Ağaç ve mercan türleri dahil birçok türün kitlesel yok oluş süreci başladı.   Dünya’da tarım arazilerinin onda biri tarıma elverişsiz hale gelme aşamasında.”

Şüphe yok ki önümüzdeki bin yıl boyunca insan yaşamının -ve diğer tüm yaşamların- koşullarını kökten değiştirecek bir iklim felaketine doğru gidiyoruz. Örneğin iklim değişikliğinin sonuçlarından yalnızca biri olan biyoçeşitlilik hakkında ümitsiz bir istatistiği ele alalım: 1970-2016 arasında aralarında memeliler, kuşlar, sürüngenler, amfibiler ve balıkların bulunduğu vahşi omurgalı canlıların biyoçeşitliliği %68 oranında azaldı. Geleceğe baktığımızda bunun hangi noktaya ulaşabileceğini siz düşünün. Bugün doğan bazı çocukların bunu tahayyül etmesine gerek olmayacak, zira biyosferin çöküşünü bizzat deneyimleyecekler.

1990’lardan bu yana kültürel hayatımızda önem arz etmeyen tehlike ise nükleer savaş. Bunun en bariz sebebi 1991’de Soğuk Savaş’ın bitmesi ve böylelikle ABD ve Sovyetler Birliği’nin karşılıklı olarak şehirleri hedef alıp birbirlerini nükleer füze sağanağına tutma ihtimalinin ciddi ölçüde azalması. Gerçekten de [savaşın bitmesi] insanlık için olağandışı, ümitvar bir andı ve kitlesel yok oluşa yakınlığımızı tahmin etmeye çalışan Kıyamet Saati, 1988’de -kıyametin gerçekleşeceği saati temsil eden- gece yarısından 6 dakika önceyi gösterirken, 1990’da 10 dakika öncesine gerilemiş ve de takip eden yıl 17 dakika öncesini göstermiştir.

Fakat tehdit hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı: Kuzey Kore 2006’dan bu yana altı nükleer test gerçekleştirdi, 2002’de ikisi de nükleer ülke sınıfında olan Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim, neredeyse “iki hükümetin de nükleer yollara başvurabileceği bir savaşla” sonuçlanacaktı. Soğuk Savaş’tan sonra 1995’te de bundan kıl payı kurtulduğumuz bir vakayla karşılaştık. Bu vaka esnasında olanları eski Ploughshares Fund başkanı Joseph Cirincione şöyle anlatıyor:

“Rus askeri yetkililer, Norveç tarafından atmosfer araştırması amacıyla fırlatılan bir sondaj füzesini Amerikan denizaltısından fırlatılan bir balistik füzeyle karıştırdı. Boris Yeltsin önünde ‘nükleer çanta’ açılan ilk Rus başkan oldu. Bir dizi nükleer füzeyi ateşleyecek düğmeye basma kararını vermek için sadece birkaç dakikası vardı. Çevresindeki kurmayların düğmeye basmak zorunda olduğuna ilişkin ona tavsiye verdiğini düşünüyoruz. Neyse ki radarların hatalı olduğuna kanaat getirdi ve çanta kapatıldı.”

Bu vaka, 1945’ten bu yana neredeyse nükleer savaşın eşiğine gelip kıl payı kurtulduğumuz birçok vakadan yalnızca biridir. 1962’de bir Sovyet denizaltısında yetkili olan üç subaydan ikisi oyunu ABD’ye bir nükleer torpido fırlatmaktan yana kullandı. Karşı oy kullanarak oy birliğini engelleyen Vasili Arkhipov olmasaydı muhtemelen bu, Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatan eylem olacaktı. Bir diğer vaka: Kuzey Karolina’daki Goldsboro kentinin yakınlarındaki bir arazide ABD’ye ait bir bombardıman uçağından kazara düşüp patlamamış bir termonükleer bomba olduğunu pek az kişi bilir (tam olarak nerede olduğunu kimse bilmiyor, tertibatın nerede olduğu hiçbir zaman bulunamadı). Eğer patlasaydı ortaya çıkacak kaotik durumda ABD’nin Sovyetler Birliği’ne saldırması işten bile değildi. Kıl payı kurtulduğumuz durumları düşününce 1945’ten bu yana tarihin kaydını geri sarıp tekrar oynatsak, daha ilk denemede uygarlığın kendi kendini yok edişiyle sonuçlanacak bir ihtimalin gerçekleştiğini görebilirdik. Birçok insan halen hayatta olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzun farkına varmıyor.

Gelelim geçtiğimiz haftalarda nükleer söylemleriyle herkesi teyakkuza geçiren Putin’e. 19 Şubat’ta Putin, “stratejik nükleer füzelerle gerçekleştirilen bir askeri tatbikata” nezaret etti ve sonrasında Rusya’nın nükleer güçlerini yüksek teyakkuz durumuna geçirerek düşmanlarını ‘tarihte eşi benzeri görülmemiş neticelerle’ tehdit etti. Rusya hazırda tuttuğu 1.588 nükleer başlıklı balistik füzeyle dünyanın en fazla nükleer teçhizata sahip olan ülkesi. Birçok uzmana göre Putin, Rusya’nın çatışmayı “dindirmek-için-tırmandırma” politikası çerçevesinde pekala bu füzelerden biri ya da birkaçını Ukrayna’da kullanmayı seçebilir. Hatta bazılarına göre bu senaryo, Ukrayna’da çatışma uzun sürelere sarkarsa gerçekleşebileceğini düşünmemiz gereken ölçüde muhtemel görünüyor. Fiona Hill, Politico’ya verdiği demeçte “’Hayır bunu da yapmaz, değil mi?’ diye sorulan her durumda cevabın ‘evet, yapabilir’” olduğunu belirtiyor. Putin’in emrindeki Rus güçler Ukrayna’da bir kadın, bir de çocuk hastanesi vurdu; daha önce Suriye’de savaş suçu işledi ve en az iki suikast vakasında hükümet, Noviçok adında silah mahiyetinde bir sinir gazı kullandı. Putin her eylemiyle kabul edilebilir ölçülerin sınırını zorluyor.

Bu noktada büyük kozmoloji uzmanı ve bilim iletişimcisi Carl Sagan’ın sözlerini anımsıyorum. 1993 tarihli Soluk Mavi Nokta’da Sagan şöyle belirtiyor:

“Zaman zaman bize şu veya bu buluşun kesinlikle kötüye kullanılmayacağını söyleyenler olmuştur. Aklı başında hiç kimse böylesine pervasız bir şey söylemez. Bu “yalnızca bir aklını kaçırmış biri buna kalkışırdı” demektir. Bunu ne zaman duysam (…), kendime aklını kaçırmış birilerinin var olduğunu hatırlatıyorum. Üstelik bazen böyleleri modern endüstriyel ulusların siyasetinde üst mevkilere kadar gelebiliyor. 1945 kış ve baharında Hitler, Almanya’nın ve de “hayatta kalmak için insanların temel düzeyde ihtiyaç duyabilecekleri her şeyin” yok edilmesini istedi. Çünkü hala hayatta kalan Almanlar ona ‘ihanet’ etmişti ve kalanlar ölenlerden daha ‘aşağı’ idi. Hitler’in nükleer silahları olsaydı, karşısındaki Müttefiklerin de nükleer silah kullanabileceği ihtimalinden muhtemelen çekinmez, hatta bu onu belki de teşvik ederdi.”

Putin’in nükleer saldırıya geçtiği bir gelecek gerçeklik kazanırsa, ki bu pekala bizim zamanımızın bir gerçekliği olabilir; bunun ise insanlık için felaket boyutuna varan neticeleri olacak. Felakete yol açan en aşikar sebepler, yaratacağı ani yıkım ve ölümcül miktarda radyoaktif parçacığı oldukça geniş bir alana yayacak radyoaktif serpintidir. Tarihe baktığımızda, nükleer savaş sonucu oluşacak radyoaktif serpintinin patlama noktasının çok uzağındaki insanları dahi etkileyebileceğini ilk kez 1944’te keşfettik. ABD’nin Marshall Adaları’nda patlattığı termonükleer bomba neticesinde ortaya çıkan enerji beklenenden 2.5 kat daha fazlaydı. Bu yalnızca rüzgarın doğrultusunda bulunan 13 Japon balıkçının akut radyasyon zehirlenmesi geçirmesine neden olmakla kalmadı, dünya çapında radyoaktivite artışı tespit edildi. Bu deneme bize, H[idrojen]-bombası adı da verilen termonükleer silahların kullanılacağı nispeten küçük ölçekte bir savaş durumunda bile DNA mutasyonuna yol açan radyasyonun bütün gezene yayılabileceğini gösterdi. Albert Einstein’ın imzasını taşıyan son belge olan, filozof Bertrand Rusell’la birlikte 1955’te ilan ettikleri manifestoda şunlar kaydediliyor:

“Hiç şüphe yok ki H-bombalarının kullanıldığı bir savaşta kocaman şehirler yer yüzünden silinecek. Fakat bu başımıza gelecek felaketin yalnızca küçük bir kısmı. Londra, New York ve Moskova’da yaşayan herkes yok olsa dünya birkaç yüzyıl içinde bunun yaratacağı etkinin üstesinden gelebilir. Fakat Bikini denemesi [1954 Marshall Adaları vakası] neticesinde artık biliyoruz ki nükleer bombaların yaratacağı yıkım beklenenden çok daha geniş bir alana ulaşıyor. (…) Ölümcül radyoaktif parçacıkların nerelere kadar yayılabileceğini kimse kestiremiyor; ancak H-bombalarının kullanıldığı bir savaşın insan ırkının sonunu getirebileceği konusunda en yetkin bilimciler mutabık. Birçok H-bombası patlatılırsa bunun sonucunda dünya çapında bir ölüm yaşanacağından korkuluyor. Fakat sadece küçük bir azınlık için ölüm ani olacak; geri kalan çoğunluk, ölmeden önce hastalık ve çürüme içeren bir işkenceyle karşı karşıya kalacak.”

Durumu en iyi idrak edenlerin, en karamsar izlenimlere sahip olacağını söylemeyi de ihmal etmiyorlar. Gerçekten de Bikini denemesi, entelektüeller ve kamuoyu arasında ‘panik’ diye ifade etmeyi uygun bulduğum hislere neden oldu: ilk atom bombasının tasarlanması ve yapımında yer alanlar da dahil olmak üzere en önde gelen bilim insanları, insanlığın gerçekten dünyayı uçsuz bucaksız bir radyoaktif mezarlığa çevirip kısa zamanda kendini imha edeceğine dair ciddi endişe duydular. Bununla birlikte, Arthur Schlesinger’ın ‘insanlık tarihinin en tehlikeli anı’ diye tanımladığı Küba Füze Krizi’nden bir sene sonra 1963’te ABD ve Sovyetler Birliği arasında ‘Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması’nın imzalanmasıyla nükleer kaygılar azaldı. Gerilim dindi ve Kremlin ve Pentagon arasında “kırmızı telefon” olarak da bilinen doğrudan iletişim kanalı tesis edildi. Bu kanal, olası krizlerin çözülmesi ve felaketlerin önlenebilmesi amacıyla halen kullanımda.

Daha sonra 1980’lerin ilk safhasında önemli bir gelişme oldu: iki bilim insanı, (sera gazlarının ozon tabakasını yok ettiğinin anlaşılmasında da katkısı olan) Paul Crutzen ve John Birks, radyoaktif serpintinin nükleer savaşın en korkunç neticesi olmayabileceğini keşfettiler. Daha ziyade endişelenmemiz gereken, nükleer patlamalar sonucunda ortaya çıkan ateş fırtınalarıdır. Böyle bir fırtınaya, Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında rastlamıştık. Bu ateş fırtınaları öyle bir sıcaklık oluşturur ki yayınım sayesinde yanmayla birlikte oluşan kurum, yüzeydeki atmosferin üst tabakalarına kadar ulaşır. Hava atmosferin alt tabakalarındaki parçacıkların kalkmasına neden olduğu için bu tabakanın üzerinden biriken kurum çok uzun süreler boyunca havada kalabilir.

Bunun zararı, kurum nedeniyle oluşacak bulutların gökyüzünü karartmasıyla güneş ışığının yeryüzüne ulaşamaması, böylece sıcaklıkların düşmesi ve bitkilerin fotosentez yapamamasıdır. Bitkiler olmazsa, besin zinciri ve bununla birlikte uygarlık çöker ve insanlık böyle bir nükleer kış senaryosundan sağ kurtulamayabilir. Sagan’ın 1983’te Foreign Affairs’te çıkan yazısında söylediği gibi “nükleer savaşı takip eden soğuk, karanlık, radyoaktivite (…) ve ultraviyole ışınlar hayatta kalan herkesi tehlike altında bırakacaktır.” Aynı yıl yayımlanan başka bir yazısında ise şöyle ifade ediyor:

“Küresel uygarlığımızın yıkılacağına dair pek az şüphe var. İnsan nüfusu tarih öncesi seviyelere ve belki daha da azına düşecek. Sağ kalanların hayatı son derece zor olacak. Ve insan türünün bütünüyle yok olması da gerçek bir ihtimal gibi görünüyor.”

Putin’in bu tehlikeyi idrak edip etmediği, sınırlı bir nükleer çatışmanın bile bütün insanlığı doğrudan etkileyeceğinin farkında olup olmadığı belirsiz. 2007’de yayımlanan bir çalışmaya göre “küçük çaplı ve bölgesel bir nükleer savaş bile İkinci Dünya Savaş’ındaki can kaybı kadar ölüme neden olabilir, on yılı aşan bir süreçte küresel iklimi tahrip ederek dünyadaki herkese zarar verebilir.” Bu çalışmanın yazarları, subtropikal kuşakta Hiroşima’ya atılanla aynı boyutta sadece yüz bombanın kullanıldığı bir nükleer savaşta olacakları şöyle anlatıyor:

“Tam tekmil bir savaş durumunda yaşanacak ‘nükleer kış’ senaryosunda karşılacağımız ölçüde olmasa da küresel çapta iklim anomalileri görülecek. Yüzey sıcaklığı, yağış oranı ve mevsimlerin uzunluğu üzerinde dolaylı etkiler yaratacak. Bütün bunlar; 1784 Laki patlaması sonrası Afrika, Hindistan ve Japonya’da, [1816’yı ‘Yaz Yaşanmayan Yıl’a çeviren] 1815 Tambora patlaması sonrası kuzeydoğu Amerika’da görülen tarihsel kıtlık olaylarına sebebiyet verebilecek ölçekte tarımsal verimliliği azaltacak. İklimsel anomaliler, duman stabilizasyonu nedeniyle on yıl boyu sürecek, ki bu önceki nükleer kış tahminlerinden ve volkanik patlama sonucu görülenlerden çok daha uzundur.”

Elbette Putin taktiksel amaçlı nükleer bomba kullanırsa NATO buna nükleer karşılık vermeyebilir; ancak bu ihtimal kimin içini rahatlatıyor? Bulletin of Atomic Scientists’te çıkan yakın zamanlı bir makalede şöyle belirtiliyor: “Nükleer savaşın ‘sınırlı’ olabileceği düşüncesi tehlikelidir. Pratikte ve savaşın yarattığı belirsizlik koşullarında nükleer güçler çatışma esnasında bir kez nükleer silah kullanırsa, bunun bütüncül bir yangına dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.” Daha da kötüsü -mevcut jeopolitik vaziyetimizden bir anlığına uzaklaşırsak-, Alman filozof Günther Anders’in 1957’de işaret ettiği üzere, nükleer silahlar icat edilmiş olduğu için artık bundan geri dönüş yoktur, insanlık hiçbir zaman bu akıbetten kaçamaz. Her an (Sagan’ın söylediği gibi) “aklını kaçırmış birilerinin” eylemleri ya da 1995’teki gibi bir hata, insanlık serüveninin sonunu getirebilir. John F. Kennedy’nin Küba Füze Krizi’nden bir yıl önce dile getirdiği belagatli sözlere kulak verelim:

“Bu gezegende yaşayan herkes gezegenin bir gün yaşamaya uygun olmayabileceği ihtimali üzerine düşünmelidir. Demokles’in nükleer kılıcı altında nefes alıp veren her erkek, kadın ve çocuğun durumu, yalnızca bir kaza, hesap hatası ya da çılgınlık nedeniyle kopabilecek bir pamuk ipliğine bağlıdır.”

Peki o gün üzerine düşünmek ne denli mümkündür? Bu tehdidi ahlaki ve duygusal boyutlarının gerektirdiği ciddiyetle kavrayabilmek? Burada Anders felsefisine bir kez daha başvurabiliriz. Türümüzün nükleer yok oluşuna ilişkin derinlikli bir yazısında Anders, “atom çağına geçişimizle gezegenimizde yaşayan herkesin ‘tersinden ütopyacı’ hale geldiğini” savunuyor. “Sıradan ütopyacılar zihinlerinde canlananı gerçeğe dökemezken, bizler ise gerçekte yarattıklarımızı zihnimizde canlandıramıyoruz” diye yazıyor. Bu, “günümüz insanının ahlaki durumunu” tarif eden, “çağımızın bir ikilemidir.” Başka bir ifadeyle “kendimizden daha küçük hale geliyor, kendi yarattığımız gerçekliği kavrayamıyoruz.”  Anders bunu şöyle açıyor:

“Kıyamet tehlikesi, böylesi bir felaketin azametini zihnimizde canlandıramadığımız için aslından çok daha fazla tehlike arz eder. Birinin yok olduğunu, sevdiğimiz birinin öldüğünü gözümüzün önüne getirmek zordur; ancak şimdi hayal gücümüzden beklenen vazifeye kıyasla bu ancak çocuk oyuncağıdır. Zira şimdi gözümüzün önüne getirmek zorunda olduğumuz şey, halihazırdaki bağlam içinde karşılaşıp var kabul ettiğimiz belli bir şeyin yok-oluşu değil, bizzat o bağlamın, yani dünyanın ya da en azından insanların dünyasının, tümden ortadan kalkmasıdır. Böyle “bütünsel bir soyutlama” doğal hayal gücümüzün sınırlarını aşar.”

Anders bu durumun psikolojik sonuçlarından birinin “Kıyamet Körlüğü” olduğunu söylüyor. Yıkım kapasitemiz ve hayal gücümüz arasındaki ayrışma bir noktadan sonra öyle büyüyor ki doğamız gereği tehlikeyi göremez hale geliyoruz. Kendimizin sebep olduğu nükleer yok oluşun gerçek boyutlarını, neslimizin tükenişinin sonuçlarını bir türlü tam anlamıyla kavrayamıyoruz ve bu, riskleri yeterince ciddiye almamıza engel oluyor. Anders’e göre nükleer kış senaryosu dünyada bugün hayatta olan herkesin ölümü anlamına gelmekle kalmaz, hem gelecek jenerasyonların varoluşunu olanaksız kılar ve hem de bizden öncekilerin hatırasını kalıcı olarak siler—bu onun deyimiyle “ikinci bir ölüm”dür. 1983’te yazdığı bir yazıda Sagan, dünya nüfusu sabit tutulsa ve insanlık bu şekilde 10 milyon yıl var olsa, gelecekte toplam 500 trilyon insanın yaşayacağını söylüyor. Bu alçakgönüllü bir tahmin. Neslimizin tükenmesi aynı zamanda bilimin, sanatın ve ahlakın gelişimini de sonlandırıyor. Bazı filozoflar, bunun yaşanacak sayısız can kaybı üzerine katmerlenen bir trajedi olduğunu düşünüyor.

Belki de bir ihtimal, Putin’in Ukrayna saldırısı dünya üzerindeki kolektif serüvenimizin son bölümünün ilk cümlesidir—bunu kim bilebilir? Fakat bu, dikkate almaya değer bir tehlike. Anders’a göre nükleer tehlikeyi bertaraf etmek için öncelikle Kıyamet Körlüğümüzü, tehlikenin gerçek ve sonuçların felaket seviyesinde olduğunu kavramada gösterdiğimiz direnci aşmak gerekiyor. Bunun için her gün elimizden geldiğince olası bir nükleer soykırım sonucu yok oluşumuzun vahametini hayal etmemizi öneriyor ve ekliyor: “Mecburiyetimiz, hayal gücümüzün sınırlarını genişletmek, ya da somutça ifade etmek gerekirse, korku kapasitemizi artırmaktır. Bu nedenle korkmaktan korkmayın. Korku duymaya cesaret edin ve başkalarının da korku duymasını sağlayın. Komşunuzu da kendiniz gibi korkutun.”

Verebileceğimiz en iyi karşılık korku duymak mıdır? Buna ‘duruma göre değişir’ diye cevap vermek gerek. Anders, insanı acziyete düşürmeyen, bunun yerine cesaretlendiren türden bir korkudan söz ediyor. Onun sözleriyle ifade etmek gerekirse bu, “korkusuz bir korku (1), siperler altında saklandıran değil sokaklara çıkıp harekete geçiren bir korku (2), önümüzdeki tehlikeden korkan değil gelecek nesillere sevgi duyan bir korkudur (3).” Nükleer çatışma ihtimaliyle yüz yüze kalan insan, nihilizmi değil aktivizmi seçmelidir. Sesimizi duyurmak zorundayız: “Nükleer bir savaş kazanılamaz ve bu savaş hiç açılmamalı.” Doğada hiçbir kanun yoktur ki insanlığın yok oluşunu buyursun ve kaçınılmaz kılsın—siyasal irade ortaya koyabildiğimiz müddetçe karşı karşıya olduğumuz her tehlike aşılabilir. İklim krizi çözülebilir. Nükleer savaş önlenebilir. Asteroidlerin bile dünyaya doğru seyrini değiştirebiliriz. Türümüzün korunumu için yürütülecek aktivizm için ilk adım ise insanlığın içinde bulunduğu durumun ciddiyetini kavramak olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu