Türkiye’nin Konut Krizi – TİP Bilim Kurulu Üyesi Sinem Yıldız ile Röportaj
Evden çıkarmaya çalıştıkları kiracılar olarak, faturasını ödeyemeyen emekçiler olarak yalnız değiliz, söyleyecek ortak bir sözümüz, yürüyecek ortak bir yolumuz var. Bunları hatırlamak, birlikte mücadele etmek için ben buradan bir kez daha herkese çağrıda bulunuyorum.
Sevgili Sinem Hocam merhaba, öncelikle İVME Hareketi’yle konut krizine dair röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Bir süredir neoliberal politikaların etkisiyle konut krizi gündemimizdeydi; ancak son bir senedir ve özellikle de yükselen ekonomik krizin neticesinde bu kriz iyice derinleşti ve artık barınma krizine döndü. Sizinle hem TİP’in kira krizine dair yasa teklifini hem de yakın zamanda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ tarafından açıklanan %25’den daha fazla artışın yapılamayacağına dair kanun düzenlemesini konuşmak isteriz.
- Öncelikle dilerseniz gündemin en yakınından Adalet Bakanı’nın açıklamasından başlayalım, bu yasal düzenleme hakkında düşüncelerinizi paylaşmak ister misiniz? Sizce bu düzenlemenin krizi çözmek adına herhangi bir etkisi olacak mıdır, yoksa derinleştirici bir etkisi mi olur?
Bu yasal düzenlemeyi iki başlık altında değerlendirebiliriz. Öncelikle, düzenlemenin mevcut sistem içinde yeterliliği nedir, buna bakabiliriz. Yani aslında bu haliyle uygulandığı takdirde yeterli mi değil mi, barınamayanların sorununa ne kadar yanıt veriyor bunun değerlendirilmesinden bahsediyorum. Örneğin düzenleme, kiracıyla kiraya veren arasında zaten var olan bir sözleşmedeki bedel üzerinden %25’ten fazla zam yapılamayacağını öngörüyor. Yani tamamen sıfırdan yapılan sözleşmelerde kira bedelinin belirlenmesi konusunda herhangi bir sınır yok. Bu da ev sahiplerini kiracıları evden çıkarmaya ve yeni kiracılar bulmaya yöneltiyor. Tam da sorunun başlangıcına dönüyoruz sonuç olarak. Bu da haliyle yeni krizlere yol açıyor; ancak bu bizim kriz olarak tanıdıklarımızdan çok, sistemin işleyişinin devamı önünde sorun teşkil eden süreçleri işaret ediyor. Nedir bunlar; açılan tahliye ve kira tespit davaları elbette. Tabi bunların da aşılması için bir reçetesi var iktidarın; arabuluculuk. Ev sahiplerinin ardı ardına tahliye davası açtığı bir dönemde, hukukçular tahliye davalarının en az 2-3 yıl sürdüğünü, haklarımızı aramamız ve sürecin takipçisi olup evlerimizden çıkmamak konusunda inatçı olmamız gerektiğini hatırlatarak bir nebze de olsa içimize su serpmişti. Ancak arabuluculuğun zorunlu tutulması bu süreci de baltalıyor. Taraflar arasında aslında var olmayan bir eşitlik kabulüyle kişilerin zaten var olan haklarını, barınma hakkını, pazarlık konusu ediyor ve süreci avantajlı olanın lehine sonuçlanacak şekilde kurguluyor. Ayrıca sorunun asıl müsebbibi olan devlet yine kendini görünmez kılarak sorumluluğu kiracı ve kiralayan olmak üzere bireylerin üzerine bırakıyor.
Ayrıca düzenlemenin sadece meskenler için geçerli olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Yani ticari alanları kapsamıyor. Bunun ne demek olduğuyla ilgili bir örnek vereyim; Beyoğlu’nda ardı ardına kapanan kitapçılar, sinemalar, tiyatrolar; kent hafızamızda yer eden mekanların birer birer mahallelerimizden dışlanması. Çünkü kira sözleşmelerinin süresi doluyor, yeni belirlenen kira bedelleri ödenemiyor. Bunun yerine sermaye sahiplerinin AVM’leri, bir içkiye 200 lira vermeden oturamayacağımız barlar konuyor. Mekanlar aracılığıyla yaşamların inşa edildiğini biliyoruz. Tüm bunlarla bizi bir müşteriye dönüştüren, kent hafızamızı tarumar eden, yaşadığımız alanlara duyduğumuz ve giderek azalan aidiyet duygusuyla yabancılaştığımız sözde kamusal alanlar inşa ediliyor. İlk başlığın sonucu da aslında bizi ikincisine, yani sözde çözümün krizi derinleştirip derinleştirmeyeceği sorusunun cevabına götürüyor. Cevap açık sanıyorum. Liberal-bireyci hukuk sisteminin mülkiyeti bir kutsal kabul ettiği, sözleşme serbestisi üzerinden mülk sahiplerinin dilediğince fiyat belirleyebileceğini görüyoruz. Bu da konutun piyasada değer yaratan bir meta olarak kabulünden geliyor elbette. Rant ve kar için su gibi, ekmek gibi en temel haklarımızdan birine erişimi cüzdanımızdaki miktar mümkün kılıyor yani. Nitekim teklif Genel Kurul’dan geçtikten sonra Bozdağ, bir televizyon programında Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, sözleşme hürriyetinin esas olduğunu, mülkiyeti üzerinde herkesin dilediği gibi tasarruf hakkını kullanabileceğini, ancak- sağ olsun- bazen bazı düzenlemelerle bu haklara kısıtlama getirilebileceğini hatırlattı.
- Kısa bir süre önce Hollanda hükümeti de bir yasal düzenlemeye gitti, kira bedellerinin dünyada ve Türkiye’de bu kadar yükselerek bir kriz haline dönmesinin başlıca sebepleri nelerdir?
Israrla şunu söylemekte fayda görüyorum; konut krizinin nedenlerini yalnızca günümüzde aramak doğru değildir. Sizin de işaret ettiğiniz gibi, konut krizi küresel bir sorundur ve sorunun en temelinde kapitalizmin kendisi vardır; üstelik sermaye sınıfından yana en kuralsız, en piyasacı biçimiyle. Özellikle 1980’li yıllarla birlikte izlenen neoliberal politikalar, konutu mübadele değerine indirgeyerek bir sermaye birikim aracına dönüştürdü. Tüm dünyayı etkisi altına alan 2008 ekonomik krizinin de temelinde konutun finansallaşması yatıyor. 2008’in de gösterdiği üzere bu sistem sürdürülebilir değil. İnsanlara bir ev sahibi olma hayaliyle inşa edilmiş bu sistemin kıyılarına vardık; artık bir kira dahi ödeyemez hale getirildik. Türkiye özelinde, AKP iktidarının, yani esasen konut baronlarının, müteahhitlerin, inşaat zenginlerinin iktidarının küresel olan mevcut krizi Türkiye için daha da derinleştirdiğini; yurttaşlardan yana değil, bu sözünü ettiğim sınıf kesimlerinden yana politikalarla krizi büyüttüğünü söyleyebiliriz.
- Dünyada sol hareketlerin ve partilerin konut ve barınma krizi hakkında sunduğu güncel önde gelen çözümler neler? Bu politikaların başarılı şekilde yürütüldüğü bir örnek gözlemlemek mümkün mü?
Geçtiğimiz aylarda, İspanya’da Podemos ve Sosyalist Parti’den oluşan hükümet bir düzenlemeyi hayata geçirdi. Yine Almanya’da kira bedellerinin 5 yıllığına dondurulmasıyla ilgili bir düzenleme yapılmıştı ancak Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Burada geliştirilen çözümlerin ne kadar işe yaradığını tartışmadan önce şuna değinmekte fayda olduğunu düşünüyorum; İspanya’da hükümeti bu düzenlemeye zorlayan önemli etkenlerden biri 2017 yılında kurulan Kiracılar Sendikası’nın yarattığı baskıdır. Yine Almanya’da, Anayasa Mahkemesinin düzenlemeyi iptal etmesinden sonra talep, Berlin’de referandum ile oylandı ve %60 oranında kabul gördü. Kararın yasal anlamda bir bağlayıcılığı bulunmuyor ancak devletin alacağı kararları etkileme konusunda bir baskı yaratacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu yasal düzenlemelerin “başarısı” baskı ve direniş mekanizmalarının kurulmasından geçiyor. Tabi ki bu devletin bir rol üstlenmemesi anlamına gelmiyor. Örneğin Hollanda’da yurttaşların barınma ihtiyacının neredeyse yarısı, sosyal konut üretimiyle sağlanıyor.
Burada İspanya’daki düzenlemeyle 10 konut ve üzerine uygulanması planlanan vergilendirmeden hareketle bir noktaya değinmek istiyorum. Bunun gibi kapitalist sistem içi iyileştirmelerin nihai çözüm olmayacağını biliyoruz. 10 konut şöyle dursun, güvenli, sağlıklı konutlara kolayca erişimimizin sağlandığı bir düzende ikinci bir konuta ve bundan gelecek kira gelirine muhtaç olmadan yaşanacak bir ülke hayali kuruyoruz. Ancak şu an yaşadığımız krizi çözmek de bizim için bir zorunluluk. Kolay uygulanabilecek bazı düzenlemelerle bile en temel hakkımız olan barınma hakkına erişebiliriz. Emekçiler, öğrenciler yıllardır sistematik bir şekilde haksız, hukuksuz olarak yerinden ediliyor, kent çeperlerine gönderiliyorlar. Boş bırakılan yerlere sermaye doluyor. Bunun ötesinde, bizim hafızamız yok ediliyor, mekanlarla olan aitlik hislerimiz ortadan kaldırılıyor. İşçilerin, öğrencilerin, kadınların, LGBTİ+’ların kent mekânından uzak kalması ne demek? Herhangi bir toplumsal mücadelede bütün direniş, dayanışma, eylem mekanizmalarımızın zayıflaması demek. Yıllardır üniversiteleri kent mekanlarından temizlemeye çalışıyorlar; güçlü, reaktif bir öğrenci hareketliliğini görmeye tahammülleri yok. Öğrencileri yalnızca “süslenmiş” mekanlarda sosyal çevre satın almaya mahkûm bırakılan müşteriler olarak görmek istiyorlar. Aynı şekilde yıllardır emekçileri kent çeperlerinde sonradan inşa ettikleri, ruhsuz alanlara hapsediyorlar. Ama tam bir hapislik hali de değil bu; çalışmak için kent mekanına hareketliliği zorunlu tutan esnek bir hapislik hali. Sorunun yörüngesinden uzaklaştığımı hissettiğim için burada bırakmak istiyorum; ancak kent ve barınma hakkı talebinin sınıfsal olduğuna değinmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
- TOKİ’nin kurulma gerekçesi eğer gerçekten doğru bir şekilde hayata geçseydi, Türkiye’de yine de bu problemi yaşar mıydık? TOKİ gibi bir kurum gelecekte toplumcu bir ajanda için nasıl düzgün bir işlev görebilir? Türkiye’de sosyal konut projelerinin geleceği hakkında düşünceleriniz nelerdir?
TOKİ’nin, 1984 yılında sosyal konut üretme gayesiyle kurulduğunu biliyoruz. Kurulduğu yılı da belirtmemin bir amacı var; tam da bahsettiğimiz neoliberalizmin, kurum, anlayış ve söylemleriyle Türkiye’de inşa edilmeye başladığı döneme tekabül ediyor. AKP dönemiyle beraber, TOKİ’nin yetkilerinin bir dizi yasal düzenlemeyle artırıldığını da biliyoruz. Ancak bunu AKP öncesinde başladığını söyleyebiliriz. TOKİ bugün, sosyal konut adı altında insanları borçlandırarak kapitalist sistemin devamlılığını sağlıyor. Borç döngüsüne giren emekçiler, işlerinden olmamak, borçlarını zamanında ödeyen “makbul” vatandaş -hatta müşteri- olmak için uğradığı hak gasplarına ses çıkaramaz hale geliyor. Türkiye’nin tarih boyunca konut politikalarına baktığımızda iki temel unsur karşımıza çıkıyor; bunlardan ilki gecekondular etrafında şekilleniyor. İlk olarak gecekondu kavramının ortaya çıkışı -ki temelinde bölgesel eşitsizliklerden kaynaklanan kırdan kente göç hareketliliği yatıyor- ve sonrasında gecekondu alanlarının dönüşümü için yapılan yasal düzenlemeler. Bunun en bilinen yöntemlerinden biri imar barışları. Diğer temel unsur ise TOKİ ve yetkilerinin artırılması için yapılan yasal düzenlemeler. Bugün TOKİ, kentsel dönüşüm projesi geliştirmekten, özel iştiraklerle ortaklık kurmaya, kamulaştırma yoluyla özel mülk edinmekten kamuya ait arazilerde konut üretme ve satmaya kadar çok geniş yetkilere sahip. TOKİ’nin yıllar içinde geçirdiği yapısal dönüşümler, bugünün kentlerini anlamada kilit noktada duruyor. Sosyal konut üretmek bir yana, TOKİ şu an kâr amacı güden bir şirketten daha fazlası değil. Dolayısıyla TOKİ’ye sahip olduğundan da şüphe duyduğumuz “toplumcu” rolünü geri vermekle mesul olmadığımızı düşünüyorum. Ama sosyal konut üretimi konusunda yeni araçların geliştirilmesinden elbette sorumluyuz.
- Barınma hakkının Türkiye Cumhuriyeti’nin hazırlayabileceği yeni bir anayasada temel bir hak olarak tanınmasının mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? Barınma hakkının temel bir anayasal hak olarak tanınması için nasıl bir mücadele verilebilir?
Barınma hakkı, bizim tam olarak tanımladığımız haliyle olmasa da Anayasada yer alıyor aslında. Anayasanın “konut hakkı” kenar başlıklı 57. maddesinde “devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler” şeklinde devletin görevleri, muğlak bir çerçevede olsa da aslında tarifleniyor. Ancak biz bunun yeterli olmadığını biliyoruz. Yaşanabilir, sağlıklı, erişilebilir konutlarda yaşamak en temel hakkımız. Ancak hakları verili ve statik olarak kabul edemeyiz. Yasal düzenlemeler bir olanaktır, ancak sorunları tek başına bu yazılı metinlerin çözemediği gibi bu metinlerin yazılması da kendiliğinden olmamaktadır. Bunun için önümüzde duran en güzel direniş öykülerinden birinin adresi Brezilya. Yıllardır topraksız köylülerin, barınamayan emekçilerin verdiği mücadele sonunda 2001 yılında, Brezilya’da federal bir düzenlemeyle “Kent Yasası” kabul edildi. Bu mülkiyet sahipliğinden bir kopuşu temsil ediyordu. Dolayısıyla kente dair tahayyüllerimizin şekillenmesi için elzem olan yeni bir yurttaşlık tanımını da beraberinde getiriyordu.
- Konut sahipliğine endeksli bir servet vergisi hakkında görüşleriniz nedir? Ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi için birden fazla konuta sahip bireylere ekstra konut vergisi getirilip buradan toplanacak vergilerle sosyal konut projelerine kaynak sağlamak mümkün mü?
Elbette mümkün. Ancak bu düzenlemelerin bir geçiş dönemini tariflediği unutulmamalı; sonrasında mevcut mülkiyet rejimini temelinden sarsacak bir toplumsal, ekonomik ve politik bir değişime olan ihtiyacımız, kriz anlarında geliştirilen düzenlemelerin gölgesinde kalmamalıdır.
Örneğin 1999 depreminin yaralarını sarmak amacıyla yeni vergi düzenlemeleri getirilmişti. Bunun nasıl yanlış işletildiğinden burada bahsetmeye gerek yok ama bunun yasal düzlemde olanaklarının kolayca yaratılabileceğini bu örnekte de görebiliyoruz. TİP’in sunduğu kanun teklifinde de aslında konut vergilerinden oluşturulan bir fon, öncelikli olarak öğrencilerin kullanımına sunuluyor. Gelir Vergisi Kanunu’na eklenen bir madde ile bir barınma fonu oluşturulmasının yasal olanağı, kolaylıkla sağlanabilir aslında. Bu fonun kullanım esaslarının belirlenmesi için yapılacak bir düzenlemeyle de soruna bütünsel bir yaklaşım geliştirilebilir.
- Türkiye İşçi Partisi Bilim Kurulu üyesisiniz aynı zamanda. İlk olarak ne zaman konut krizini parti olarak ele almaya ve bununla ilgili bir teklif hazırlamaya karar verdiniz?
Bilim Kurulu içinde bulunan Kent/Yerel Yönetimler Çalışma Grubu olarak bir süredir kent politikalarıyla ilgili bir metin üzerinde çalışıyorduk. Bu metin geniş anlamıyla sosyalist bir kent tahayyülüyle birlikte kentlerin planlanmasını, sosyalist yerel yönetim politikalarının geliştirilmesini içeriyor. Kent hakkı, barınma hakkı, kent/kır ayrışması, eşitsiz bölgesel gelişim, sosyalist planlama gibi kavramlar metnin temellendirildiği alanlar. Elbette çalışma grubumuz, partinin diğer organlarıyla beraber bunu yaparken öncelikle acil sorunlarımıza bir yanıt vermeyi de kendine amaç ediniyor. Dolayısıyla Türkiye’de yurttaşların son aylarda en yakıcı bir şekilde deneyimlediği sorunların başında gelen konut ve kira krizini acil olarak gündemimize aldık. Bu krizden hiçbirimiz azade değiliz. Genel Merkez binamız, ilçe binalarımız, parti üyelerimizin yaşadığı evler için biz de kira ödüyoruz. Partili hukukçu arkadaşlarımızın da desteğiyle bir kanun teklifi hazırlamaya karar verdik. Ancak bahsettiğim gibi, daha bütünsel bir metnin hazırlığı içerisindeyiz.
- TİP’in 5 maddede özetlediği yasa teklifinin detaylarını sizden dinleyebilir miyiz?
Sunduğumuz kanun teklifi, mevcut olan farklı kanun metinlerindeki düzenlemelerden oluşuyor. Aslında bu, en azından, emekçilere, öğrencilere rahat bir nefes aldırmanın aslında çok zor olmadığının da kanıtı. Farklı kanun metinlerinde yapılan düzenlemeler, kendi içerisinde bir tutarlılığı barındırarak birbirini tamamlıyor; İlk olarak konut sorununa çözümün, yeni konut üretiminde aranmaması gerektiğini vurguluyoruz. Bunun nedeni, inşaat zengini olan sermaye sahiplerinin zenginliklerini büyütmek için sorunun çözümünün konut stokundaki açıkta araması. Kentlerdeki konut ve iş yerlerinin niceliksel olarak tespitinin yapılması ve boş konut sayısıyla ilgili verilerin şeffaf bir biçimde paylaşılması gerektiğini söylüyoruz.
Sermaye grupları, konut ve işyeri sahipliğini bir yatırım aracı haline getirerek, mülklerini boş bırakarak piyasada spekülatif kira ve konut bedellerinin belirlenmesine sebep veriyor. Sermaye gruplarına, inşaat şirketlerine, konut baronlarına, 3 adet ve daha fazla mülke sahip olan kişi ve kurumlara karşı yasal yaptırım uygulanmasını gerekiyor. Artan oranlı vergi yaptırımlarıyla “Barınma Fonu” adı altında biriken paranın yurttaşlara insanca ve adil bir biçimde yaşayacakları konutların sunulması için kullanılmasını öneriyoruz. Öncelikle konut krizinden en çok etkilenen öğrenci ve emekçilerin bu fondan faydalanması gerekiyor.
10 yıllık süresini dolduran konut kira sözleşmeleri, mülk sahiplerinin konutu fahiş bedellerle kiraya vermesine neden olurken, kiracılar da yıllardır yaşadığı evlerinden ediliyor. Meskenler dışında kalan işyerleri de yüksek kira bedeli talebinin yerinden edilmeye neden olmasıyla sosyal dokunun dönüştürülmesi için bir araç olarak kullanılıyor. Mülk sahiplerinin keyfi kira bedellerinin belirlemesinin önüne geçmek ve kiracıları ekonomik krizden korumak için kira denetimlerinin artırılması ve kira tavan uygulamasının getirilmesi gerekiyor.
Nüfusun artışı, doğal afet gibi nedenlerle kentlerin yenilenmesi için planlanan kentsel dönüşüm projeleriyle sadece rant elde etme amaçlanıyor. Süreç yalnızca mekanların fiziksel dönüşümüyle sınırlı tutularak toplumsal, sosyolojik, ekonomik boyutları ise göz ardı ediliyor. Kentsel dönüşüm süreçlerine ilişkin yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar sadece “mülkiyet hakkı” üzerinden ilerliyor ve kiracılar dönüşüm süreçlerinin her aşamasında mağdur oluyor. Sürecin sadece mülkiyet hakkını merkeze alan bir anlayış ile yürütülmemesi, dönüşümün gerçekleştirileceği bölgedeki tüm yaşayanların sürece dahil edilmesi, sosyal dokuya uygun bir proje inşası için gerekli yasal düzenlemeler yapılması gerektiğini söylüyoruz.
- Konuyla ilgili eklemek istedikleriniz var mıdır?
Her konuşmada defalarca ifade ettiğim gibi; kent hakkını, barınma hakkını talep etmenin devrimci bir eylem olduğunu söyleyerek bitirmek istiyorum. Evden çıkarmaya çalıştıkları kiracılar olarak, faturasını ödeyemeyen emekçiler olarak yalnız değiliz, söyleyecek ortak bir sözümüz, yürüyecek ortak bir yolumuz var. Bunları hatırlamak, birlikte mücadele etmek için ben buradan bir kez daha herkese çağrıda bulunuyorum.
Sinem Hocam zamanınız ve cevaplarınız için çok teşekkür ederiz, yeniden buluşmak umudu ve dayanışma ile.