Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Son Virajda Gerekli Çözüm: Sosyal Demokrasi – Alper Kara

Vurgulanması gereken en önemli hedef, her yurttaşın refahta eşitlenmiş bir yaşamı ve güvenceyi hak ettiğidir.

Türkiye, tarihindeki en kritik dönemeçlerden birisine doğru yol alıyor. Yaklaşan seçimler demokrasi ile otoriterliğin uç ikilemliğinde halk için bir karar verme zamanı olacak. Ama daha da önemlisi seçimin kazanılması halinde iktidarın ve de politika yapıcıların yönünü nasıl tayin edeceği ve neyin üzerine bir inşada bulunacağıdır. Seçim kazanmak önemli bir aşama da olsa Türkiye’deki yurttaşların deneyimlediği yıkımdan kurtulup kurtulamayacağı yeni çizilecek rotalarla belli hale gelecek. Mevcut yıkıcı sorunların çözümü için Türkiye’nin yeni bir paradigmaya ihtiyacı var. Gelinen son noktada bu paradigmanın ne sözüm ona yükselen milliyetçilikten ne de Neo-Liberal reçetelerden oluşamayacağı aşikâr. Geçmişe dair indirgemeci hesaplaşmalarla kendi yarattıkları şeytana şu anda taş atanların “piyasa” çıkışları da bu yirmi yılın faturasını ödemiş ve hala ödemekte olan yurttaşlara çözüm üretebilecek bir durumda değil. Türkiye’nin ihtiyacı olan toplumsal özgürlükleri, katılımı ve kamucu anlayışı öne çıkararak refah devletinin kilidini açabilecek paradigma tam anlamıyla bir sosyal demokrasiden geçiyor. Bu noktada Türkiye’deki muhalif siyasetçiler, emekçi sınıf ve yurttaşlar bu donanıma sahip olmakla birlikte kendi tarihine dönüp baktığında ilk tohumları bulmakta zorlanmayacaktır. Yeter ki iktidarın kendisine dikte ettiği tarih anlayışının dışına çıksınlar ve de yerelliğini evrensel kazanım ve mücadeleyle de birleştirsinler.

Evrensel bağlamda, Fransız İhtilali’nde temelleri atılan daha sonra işçi örgütlülüğünde önemli bir başlangıç noktasını işaret eden İngiltere’deki Chartism akımında sahiplenilen ve süregelen önemli üç kavram özgürlük, eşitlik/adalet ve dayanışma bugün sosyal demokrasinin temel kavramlarını teşkil ediyor. Bu kavramlar ilk bakıldığında olabildiğince soyut gözükse de hatta gittikçe de sağ popülist partilerin diline zaman zaman pelesenk olsa da somut politikalara dökülebilmeleri mümkün. Bugün Türkiye’de yurttaşlara sorulduğunda ideolojisinden de ayrı olarak her biri en azından bu kavramlardan birinin yokluğuna dair bir soruna işaret edecektir. Bundan dolayı mevcut durumumuzdaki sorunların belirlenmesinde ve de çözüme kavuşturulmasında bu kavramlarla ilişkilendirilmenin başarılması oldukça önemli. Sosyal demokratların seçim dönemi boyunca söylemini inşa edebileceği kuvvetli zemin burada duruyor. Sorunların da bu zeminin de birinci öncelikli harcı ekonomi olmak durumunda. İktidarın ülkeyi sürüklediği uçurumu hepimizin öngördüğü, her an ne kadar daha ve kimler uğruna yoksullaşacağımızın hesabını dahi yapamadığımız bu dönemde, kamuculuğun eşitlik ve adalet bağlamında ön plana çıkarılması gerekiyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, oldukça kısa süreli ekonomik rahatlamayı bir seçim stratejisi olarak belirlemiş durumda. Seçimlerde umdukları sonuç çıktığında gerisinin ne olacağı bu iktidar nezdinde büyük bir sorun değil. İktidarlar ideolojik birlikteliklerine bağlı olarak ekonomiden ve de devlet aygıtının gücünden kimin daha çok pay alması gerektiğine karar verirler. Her yerde görebileceğimiz istatistikler hem pandemi öncesi hem de pandemi sonrası sıradan yurttaşın cebindeki para erirken iktidara yakın sermayenin, siyasal elitlerin ve birkaç maaşlı bürokratların oluşan tüm durumdan olumlu yönde etkilendiği gösteriyor. Seçim dışında bu kadar vurdumduymazlığın, tüm siyasi ajandanızı hala “beka” meselesine yöneltmenizin başka ne sebebi olabilirdi? Bu basit bir sokaktan uzaklaşma durumu değildir, yaratılan ortamdan memnuniyet hissedildiğinin bir göstergesidir. Bu noktada muhalefetin ana kemiğini oluşturan sosyal demokratların kendi ideolojik birikimi ve siyasi ajandası çerçevesinde radikal reform önerileri sunması zorunludur. Hangi masaya oturuyorsa, hangi metne imza atıyorsa bunda sosyal demokrasinin temel ilkelerini yurttaşlar hissetmelidir.

Sadece seçimin gerekliliği olarak değil, sosyal demokratlar ortak değerleri hissettiği kesimlerle ittifak yapabilir. “Uzlaşma” kültürü ve “şiddet” ile arasına koyduğu mesafe sosyal demokratların temel değerlerindendir. Diğer sol akımlar, özellikle Marksizm’den de bu yönüyle ayrılır. Ama emekçi sınıflar ile uzlaşılan diğer toplumsal kesimler arasında bir hakemlik güdülecekse bu mümkün mertebe emekçi sınıfın lehine bir anlaşma olmak zorundadır. İsmail Cem sosyal demokrasinin temel prensiplerinden birini ortaya koyarken bunu şu şekilde ifade eder: “…uzlaşmada kendine düşen fedakârlık diye değil, işçi sınıfının ve genel olarak halkın yararı bu olduğu için yaptığı inancındadır.”[1] Sosyal demokrasinin erken kuramcılarından biri olan Eduard Bernstein’e de atıf yaparak bunu “benzeşen yanların güçbirliği” diye özetleyebiliriz. Sosyal demokratlar ilkelerini ve reformlarını sunmalı, karşı tarafın benzeşen fikirleriyle bunları ölçmelidir, paylaştırıcı bir devletin oluşması yönünde “radikal” görünebilecek reformların aciliyetine dikkat çekmek zorundadır. Hayati dertler ancak radikal önlemlerle çözülebilir.

Bu paylaştırıcı devlet mekanizması nasıl olacaktır? Türkiye’nin mevcut ekonomisine sunabileceği nedir? Mevcut iktidar devlet aygıtlarını avantaja dökerek kendi sermayedarlarını yaratmış, bu servet transferini de yurttaşların cebinden gerçekleştirmiştir. AKP iktidarı boyunca verilen ihalelerden yapılan vergi aflarına kadar bu durum oldukça somuttur. Sosyal demokratlar bu servet transferini yurttaşlar önünde teşhir etmelidir ve de kendi reformcu vergi sistemini koymak zorundadır. Eşit ve adil yaşayacaksak bu sermayedarlara verilen rantın tekrardan devlete, oradan da yurttaşa hizmet olarak dönmesi gerekmektedir. Ama bu yeterli bir çözüm değildir. Daha adil bir dağıtım için kademeli gelir vergisi uygulanmalı, servet sahipleri burada sorumlu tutulmalıdır. Sosyal demokrasi yine Marksizm’den ayrı olarak özel mülkiyet özgürlüğünü tanır ama liberal anlayıştan farklı olarak bu özel mülkiyet size bir sorumluluk yükler. Varlığı veya yokluğu derecesinde bunun kullanımı da toplumsal faydaya odaklı olmak zorundadır. Bu noktada Türkiye’de son dönemlerde giderek artan konut krizini ele aldığımızda, Batı sosyal demokrasilerinde uygulanan ve başarılı olan metotlar, bahsedilen ilke dahilinde konut sahipliliğe dair getirdiği yaklaşımlar vurgulanmalıdır.  

Türkiye’de hem bir konut krizi hem de üniversite öğrencileri için bir yurt krizi yaşanmakta.[2] Değişen ekonomik koşullar konut sahiplerinin de kolaylıkla spekülasyon yapmasına zemin hazırlamakta. Sosyal demokrat anlayış bunun karşısındadır. Kaç konuta sahip olduğunuz kamu yararına vergilendirmede etkili olmalıdır. Bu konutları boş tutmanız başka bir vergi sorumluluğu yüklemelidir. Buradan alınan vergiler iktidarın TOKİ üzerinden lüks konutlar inşa etmesinin aksine, yurttaşlar için sosyal konut ve de devlet yurtlarının yapımı için oluşturulan fona gitmelidir. Bunun uygulanması da denetlenmesi de sosyal demokratların en büyük sorumluluğudur. Servet sahiplerinin sorumluluğu ve de diğer partilerle ittifakın temel taşı, eğer bir uzlaşı inşa edilecekse, emek lehine dayanışmadan yana olmak zorundadır.

Belki bu noktada emekten kastımızı da vurgulamak gerekir. Bugün birçoğumuz “emek” sözcüğünü duyduğumuzda sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan ve de yükselen mavi-yakalı işçi direnişlerini ve kazanımlarını düşünüyoruz. Bugün geldiğimiz süreçte kapitalizm şiddetini arttırmış, hizmet sektörünün yayılmasıyla birlikte hem beyaz yakalılarda hem de memur sınıfında sömürü çarkı hızlanmış durumda. “Prekarya” sözcüğü ya da “gri yakalılık” gibi kullanımlar hem akademide hem de sokakta dilimize girmiş durumda. Yine sosyal demokrasinin kuramcılarından ve epey tartışmalı figürlerinden Karl Kautsky’e döndüğümüzde, onun “üretim araçlarına sahip olmayanlar” tanımı oldukça önemli. Kautsky’e göre üretim araçlarına sahip olmayan herkes işçi sınıfı içerisinde değerlendirilmeli ve klasik tanım genişlemelidir.[3] Özellikle pandemiyle birlikte değişik sektörlerde ortaya çıkan geniş ve esnek çalışma saatleri ve de güvencesizlik durumu bu bağlamda değerlendirilmeli. Sanayileşme ile ortaya çıkan çalışma yeri ile evin ayrımı; ya da “işe gidiyorum” kalıbı bugün bozulmuş durumda.[4] Artık bir beyaz yakalıysanız evinizde her daim patronunuzun talimatlarına hazır durumdasınız, işinizin bir başlangıç ve bitiş saati yok. Sosyal demokratlar sektör fark etmeksizin her çalışan için artan bu sömürüyü ve bu durumun can yakıcılığını da göz önünde bulundurmak zorunda.

Pandemiyle ortaya çıkan esnek çalışma saatleri düzenlemeye tabi tutulmalı, her yurttaşın temelde günlük hayatını kendi kontrolüne sevk edebileceği bir sistem getirilmelidir. Bu sistemin temel direği yurttaşın kendini güvenceli hissedebilmesidir. Düzenlemeler burayı hedef almak zorundadır. Marx’ın deyimiyle “reserve army[5] (işsizler ordusu) içerisinde bulunmayacağının, temel insani haklarının garanti altında olduğunun altı somut bir şekilde doldurulmalıdır. Bu bölümdeki emek sömürüsü iktidarın ilgi alanında değildir. Çünkü sermayedarı kızdırmak, hele de kendi yarattığı sermayedarı kızdırmak onun için olası bir durum değildir. Bu emek sömürüsünün karşılığında, yakaların rengi fark etmeksizin, yurttaşlar insani ücretler almıyorlar. Bugün Türkiye’nin yarısından çoğu asgari ücret alıyor, kalanların da çoğu bu sınırdan çok az daha yüksek ücretlere karşı emeğini zorunluluktan sunuyor. Sosyal demokratların çözümü zorunlu ve acil olan “beka” meselesi bu noktaları esas almalıdır. Vurgulanması gereken en önemli hedef, her yurttaşın refahta eşitlenmiş bir yaşamı ve güvenceyi hak ettiğidir.

Sosyal demokrasi için yukarıda sayılan üç kavram, eşitlik/adalet, özgürlük ve dayanışma, önem sırasına tabi değildir. Her kavram diğerleri kadar önemlidir. Bu konuda liberal düşünceden kesin sınırlarla ayrılır. Türkiye özelinde düşündüğümüzde, liberal çevrelerin işaret ettiği en büyük sorun ifade özgürlüğüdür. Bu sorun sosyal demokrasi temelinde de oldukça önemli bir sorundur. Yurttaşlar, sendikalar, gazeteciler ve de toplumun her kesimi söylemek istediğini söylebilmelidir. Bu iktidar süresince hem sosyal medya yeni yasalarla baskı altında kalmış hem de sanatçı, aydın ve gazeteciler ya söylemleri gereği tutuklanmış ya da devlet aygıtlarının kullanılmasıyla linçe uğramıştır. Liberal programlara sahip partilerin çözümü burada bellidir. İfade özgürlüğü garantiye alınacak ve her yurttaş aklından geçeni dile getirebilecektir. Genelde sağın iktidarında bunlar söz verilse de uygulanmaz, Demokrat Parti’nin ilk dönemi ve sonrasından Adalet ve Kalınma Partisi’nin ilk döneminden sonrasına kadar bu tarihsel olgu ortadadır. Ayrıca ifade özgürlüğünün garantiye alınması tek başına ve süslü gözükse de sosyal demokratlar açısından yeterli değildir. Mesele ifade özgürlüğünün etkin kılınması ve katılımcılığın sağlanmasıdır.

Etkin bir ifade özgürlüğü ve katılımcılık belli yönlerden açılabilir ve Türkiye’nin mevcut sorunlarına çözümler üretebilir. Öncelikle ifade özgürlüğünün etkin kılınması yurttaşın belli olanaklara sahip olmasıyla sağlanır. Bunun içerisindeki en önemlisi eğitimdir. Özel okul sahibinden Milli Eğitim Bakanı yapabilecek kadar sermayeye aşık bir iktidardansa, nitelikli ve ücretsiz eğitim yurttaşlara sağlanmalıdır. Tekelleşmiş özel okul baskınlığı giderilmeli hem alt kademelerde hem de yüksek öğrenimde ücretsiz ve nitelikli eğitim devlet tarafından sunulmalıdır. Müfredatlar yurttaşlık ve özgürlük bağlamında tekrardan kurgulanmalıdır. İşte o vakit ifade özgürlüğü daha büyük anlamlar kazanacaktır. Bülent Ecevit “ortanın solu”nu kurgularken bunu şöyle dile getirir: “Bir insanın düşüncesi baskılardan kurtulabilir ve kişiliği serbestçe gelişebilirse, eğitim ve yeteneğine göre eğitim görebilirse erişebileceği bir düzey vardır.[6] Bu hak edilen düzey yurttaşa sağlandığında hem özgürlüğü hem de ifadeleri etkin olacaktır.

Bu etkinlik katılımcılıkla birleşmelidir. Bugün biz bir saray içerisindeki “erbapların” yönetimi altındayız, önümüzdeki duvarlar çok büyük ve duvarın ardındakiler sağır. Demokrasiyi tam da güvencesi olmayan bir sandıktan ibaret gösteriyorlar. Sosyal demokratlar ise tam tersini sunmalı. Yurttaşların ifadelerini duyabileceği hem katılımcı hem de sosyal bir yurttaşlık öne çıkarılmalı. Reformlar sayesinde kendini halihazırda maddi güvencede hisseden yurttaş, devlete ulaşabileceği her aygıtla sesini duyurabilmeli. Sendikaların, derneklerin, sivil toplumun ya da yurttaşların bireysel olarak önemli meselelerdeki duyarlıklarını paylaşabileceği kanallar açılmalıdır. Böylelikle zaten sağlanmış olan ifade özgürlüğünün yanında yurttaş kendi için alınacak kararlarda söz söylemenin gereksinimini hissedecektir. 2007’deki SPD’nin Hamburg programı da bu vurguyu yapar: “Ancak kendisini yeterince sosyal güvenlik içinde hisseden bir insan özgürlüğünü kullanabilir.”[7]

Diğer önemli bir mesele iktidarın sürekli olarak bir toplumsal grubu, bir etnisiteyi, bir cinsel yönelimi ya da cinsiyeti şeytanlaştırmasıdır. Sosyal demokrasi temel kavramlarıyla bu şeytanlaştırmaya direnmeli ve somut geliştirmeleri sunabilmelidir. Bu kapsamda yer alabilecek “Kürt Meselesi” ve “mülteci/sığınmacı” konuları hayati önem arz etmekte ve başlı başına başka birkaç yazı üzerinden tartışılmalıdır. Şeytanlaştırdıklarının yanı sıra kutsallaştırdığı ve gayretle koruduğunu iddia ettiği “aile yapısı” ise bu bağlam açısından, burada değinilecek bir diğer noktadır. İktidar için aile kavramı yönetilebilir, sadece iki farklı cinsiyetin evliliğinden meydana gelebilecek, içerisinde kadının ve erkeğin rollerinin belirgin olduğu çekirdek bir yapıdır. Sosyal demokrasi bu tanımlamayı kabul edemez. Sol duruşun getirdiği nokta birinci olarak ailede kadının ücretsiz emek sömürüsü üzerinden ezilmesine karşı durmaktır. Özellikle pandemiyle birlikte iktidarın suskun kaldığı bu sömürünün dozu artmış, iş hayatında da bulunan kadınlar patronlarının beklediği emeğin yanında bir de daha çok artan ev içi emeğe zorunlu kılınmaya çalışılmıştır. Bu artık bir zihniyet mücadelesidir ve toplumsal reformları gerekli kılar. Kadının ekonomik ve de sosyal direnişini öne çıkaracak güvenceler sağlanmalıdır. Yoksullukla mücadelenin yanında sosyal anlamda da gereken her adım sosyal demokrat iktidar tarafından bu zihniyet değişimi için atılmalıdır.  Daha da önemlisi özellikle şiddet ve kadın cinayetleri konusunda da sivil toplumla iş birliğine gidilmeli ve elbette iktidarın son darbesi olan İstanbul Sözleşmesi’ne insan haklarının tartışılmayacağı bağlamında geri dönülmelidir.

Bir diğer mesele de mevcut iktidarın sözüm ona geleneksel aile yapısına uymayan LGBTİ+ bireylerin şeytanlaştırılmasıdır. Sosyal demokrasi LGBTİ+ haklarını da insan hakları bağlamında görür. Hiç şüphesiz tekrar vurgulanmalıdır ki insan hakları tartışılmaya açılamaz ya da oylanamaz. Gizliden gizliye destek vermek de sosyal demokratların uygulayabileceği bir yöntem asla olamaz. LGBTİ+’ların görünür olması, “kamuoyu hazır değil, kamuoyu alışmaz, kamuoyu endişelenir” fikirlerinden çıkılması kesinlikle gereklidir. İlkeli durmak oy kaybından önemlidir, diğer türlü savrulmanız sizi farklı bir eşiğe götürebilir. Derdiniz olabildiğince bu prensip ve ilkelere tutunmak, refahı ve eşitliği sunmak olmalıdır.

Tüm burada anlatılan ya da anlatmak için yer kalmayan meselelerdeki sosyal demokrat öneriler size seçim kazandırır mı? Yoksa oy oranınızı artıran şey ne kadar sağa savrulduğunuza mı bağlıdır? Geçmişteki seçimler ve bugünkü anketler ortadadır. Türkiye’deki mevcut duruma ve ortak dertlere yukarıda bahsi geçen temel ilkeler eşiğinde somut adımlar atmak mümkündür. Bitirmeden Bülent Ecevit’in bu bağlamda şu sözünü paylaşmak isterim:

Ders çalışacağı saatte veya çocuk için ders kadar gerekli oyun saatinde, omzunda boyundan büyük bir sandıkla ev ev dolaşan ayakkabı boyacısı çocuğun acısını; Anayasa herkes için ilk öğrenimi gerekli ve parasız kıldığı halde, yaşayabilmek ve evindekileri yaşatabilmek için o yaşta çalışmak zorunda kalan ve okula gidemeyen ve birçok yetişkinlerin bile taşıyamayacakları bir hayat yükünü ufacık omuzlarındaki küfede taşıyan; insan olarak erişebileceği düzeye ömrü boyunca erişememeye daha çocukluğunda mahkûm olan bir hamal çocuğun yoksunluklarını, o çocuktan daha çok duyabiliyorsanız ve onun bedenini yükten, kişiliğini zincirlerden kurtarma sorumluluğunu kendinizde görebiliyorsanız, ortanın solu tabiatında bir insansınız demektir.[8]

Yoksulluğa mahkûm edilmiş bu kadar yurttaşın, ortanın solu tabiatında olmadığını nereden biliyorsunuz? Galibiyeti getirecek olan şey emekle iletişimdir.


[1] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? (İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2010), s.24.

[2] İVME Hareketi’nin hazırlamış olduğu Barınma Krizi Bildirisi

[3] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Ya Da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? (İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2010), s.69.

[4] Andrea Komlosy, Work: The Last 1,000 Years (London: Verso, 2018), s. 9.

[5] Riccardo Bellofiore, “Forever Young? Marx’s Critique of Political Economy after 200 Years,” PSL Quarterly Review 71, no. 287 (December 2018): s.378.

[6] Bülent Ecevit, Ortanın Solu (İstanbul: KİM Yayınları, 1966), s. 7.

[7] Tobias Gombert, Sosyal Demokrasinin Temelleri, çeviri. Recai Hallaç (İstanbul: Friedrich Ebert Stiftung, 2016), s. 17.

[8] Bülent Ecevit, Ortanın Solu (İstanbul: KİM Yayınları, 1966), s. 8.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu