Devlet Baba! Beni Neden Terk Ettin! – Kadir Demiryürek
Bu şok hali kalıcı olmayacak. Ya olgunlaşıp kendi güvenliğimizi hep birlikte sağlama cesaretini göstereceğiz, ya da avcılara yem olacağız. Ortası olmayan bir eşikte, varoluşsal bir mücadelenin özneleriyiz.
İlahi bir planın sonucu’ olan depremde, mahşerin seyircileri olan dışardakiler, yakınlarının kâğıttan kuleler gibi düşen beton yapıların altında kalışını dehşet içinde izlediler. Bundan sonra olması beklenen, Devlet Baba’nın olay yerine intikal edip çocuklarını enkaz altından çekip çıkarmasıydı. Ama olmadı… Baba, ortalarda yoktu. Sonra art arda, şaşkınlık ve isyan karışımı bakışların eşlik ettiği şu sözleri işitmeye başladık: Devlet nerede? Devlet yok!
Afetlerde, savaşlarda ve de gündelik yaşamda toplumun organizasyonu ve koordinasyonu, kendi içinde organize ve koordine bir yapı olan Devlet tarafından sağlanır. Amacın iyi ya da kötü olmasından, yapılan işin başarılı ya da başarısız olmasından azade, Devlet denilen yapının bir biçimde işlemesi gerekir. Devlet, olaylar ve olgular karşısında, kurumları ve memurları eliyle işler. Böyle bakınca, 6 Şubat’tan itibaren, kurumları ve memurlarıyla faaliyet gösterebilen, varlığını hissettirebilen bir Devlet’ten söz edebilmek mümkün olmuyor.
Bu yazıda, Devlet Baba’yı aramaya koyulmayacağım elbette. Zira çocuklarının en çok ihtiyaç duyduğu depremin ilk saatlerinde, hadi olmadı ilk günlerinde ortalarda görünmediğini pek çok kişinin ağzından işittik; pek çok video izledik, pek çok yazı okuduk. Hemen hepsi birden bize orada olması beklenen bir devletin ortalarda görünmediğini söylüyordu.
Peki, Devlet tam da bu muydu? Bir planı vardı da onu mu uyguluyordu? İyi ya da kötü emelleri için gerekeni yapıyor, orada (deprem bölgesinde) olmayarak bir biçimde orada mı bulunuyordu? Böyle olduğunu iddia etmenin histerik bir bakış açısının tezahürü olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsanız, ayan beyan orada Devlet yoktu. Çünkü Devlet zaten bir süredir yok. Sürenin başlangıcını kestirmek zor. AKP’nin, devlet denilen yapının kendisinden rahatsız olanlar toplamı olarak onu ele geçirip, ondan geriye bir şey bırakmadığını iddia etmek mümkün. Ancak pre-AKP dönemi içinde de Devlet’in yani Baba’nın, ortadan kaldırılmasına çoktan başlandığını iddia etmek de…
Kaldı ki devlet-çocuk (oğul) ilişkisi çoktan aşılması gereken, bugünün dünyasında hastalıklı sayılabilecek bir ilişki. Modern toplumlarda devlet bir baba değil, yurttaşların güvenliği ve refahı için kurulmuş bir organizasyon olmalıydı oysa. Ancak Türkiye’de hala devlet denilen yapı baba, halk da onun çocuğu ve de tebaası konumunda. Bir asırdır aşılamamış bir sorun bu. Sorunu aşma yönünde bugüne kadar bir irade ortaya konulmadı. Aksine bu sorun, – pre-AKP ve AKP dönemleriyle birlikte- iktidarların çıkarları doğrultusunda beslendi.
Haliyle devlet bir baba, bir tanrı, bizler de onun evlatları olarak kaldık. Ve 6 Şubat’ta, farkında olmasalar da uzunca bir süredir çarmıha gerili halde olan evlatların bir bölümü, enkaz altında ya da enkazın hemen yanında kalıverdi. Sonra haykırdılar: “Baba! Beni neden terk ettin!” Evlatların bir kısmı çığlıklar içinde, enkaz altında can verdi. Bir kısmı da bu olurken çaresizlik içinde sönmekte olan çığlıkları dinledi. Baba, evlatları can vermekteyken bir şey yapmamış, yapamamıştı.
Bugün artık bu baba-oğul ilişkisinin temel sütunları ağır hasar almış durumda. Baba, ailesine sahip çık(a)mıyor. Güvenlik, onu sağlamayı vadeden tarafından sağlan(a)mıyor. Bu yüzden kitlesel bir şokun içine düştük. Bu şok hali kalıcı olmayacak. Ya olgunlaşıp kendi güvenliğimizi hep birlikte sağlama cesaretini göstereceğiz, ya da avcılara yem olacağız. Ortası olmayan bir eşikte, varoluşsal bir mücadelenin özneleriyiz.
Köylerin ve kasabaların çamurlu yollarında, babasına lanet ede ede büyüyen; metropollerin varoşlarında hıncı daha da büyüyen, ‘kinini ve dinini bilen’ AKP, devleti ele geçirip de babalığa soyunduğunda, bir anti-devlet olarak, devlet yani baba olmaya yeltendi. Dolayısıyla bir baba olarak ‘baba olmayan’ı içinde taşıdı hep. Bu karşıtlık kaçınılmaz olarak babanın ortadan kalkmasıyla sonuçlandı. Devlet kurumları tahrip edilirken, ekranlardan sık sık şahit olduğumuz biçimde, tahrip edenlerin, anlam vermekte zorlandığımız mağduriyet gözyaşları süzüldü. Babadan hem nefret eden hem onu özleyen; ‘baba olmak’lığı ele geçirip, nefreti tatmin etmeyi, özlemi gidermeyi arzulayan, ancak bunun imkânsızlığını duyumsayan suretlerin gözyaşlarıydı bunlar. En azından yokluk içinde geçen çocukluğun intikamı alınmalıydı. Ki, gani gani alındı… Geriye baba olma vaadi boşa çıkmış ama hıncı halen dinmemiş, Baba’nın tahtında oturan toy bir oğul kaldı.
Halk (tebaa) bu devlet görünümlü devletsizlikten, ‘devlet olmak’lığı bekledi durdu. Oysa bu imkânsızdı. Çünkü devlet görünümlü anti-devlet, müşkül hallerde belki de babasını bekledi içten içe. Çıplak elleriyle boğduğu babasını sarsarak onun dirilmesini bekledi. Kardeşlerini kendi açlığıyla çürük yapılara mahkûm eden bir çocuk, o çürük yapıların altında can vermekte olan kardeşlerine nasıl babalık yapsın?
Şimdilerde iktidarda bir yetim var. Bu haliyle ondan devlet olmasını beklemek, ona haksızlık olur. Kızılay’ın, AKUT’un içini boşaltan, AFAD’ı kuran ve bunları kendiyle dolduran bir açlık, sadece tahrip etmeye güdülenmiş bir örgütsüzlük örgütü, zaten hiçbir zaman ve hiçbir koşulda örgütlü bir hareketi yürütemez. Onun örgütlülüğü yalnızca tahribata ve o tahribatın organizasyonuna odaklanmıştır; yapmanın, kurmanın organizasyonuna değil. İnşa edebildiği yegâne medarı iftiharı olan beton yapıları dahi, vaziyetin sergilediği gibi aynı tahribata, aynı yıkıma hizmet edebilir ancak. Ama Oz Büyücüsü misali, foyası ortaya çıkmasın diye, Devlet (Baba) olduğunu çocukça iddia etmeye devam edebilir. Hatta bu uğurda daha da saldırganlaşabilir. Baba olmadığı hakikatini inkâr etmekten başka elinde bir şey kalmamıştır çünkü. Sonuna kadar da bu pseudo iddiasını sürdürecektir.
Yıllarca AKP’nin bir “Parti Devleti” olduğu söylendi çokça. Yerli yerinde bir tespitti bu. Ancak görünen o ki, Parti Devlet’leşirken, Devlet’ten geriye bir şey kalmayana dek onu içerden kemirmiş. Artık yalnızca Parti var. Devlet’siz bir Parti… Deprem bize bu hakikati gösterdi.
Bu safhada bizlere düşen ilk iş kabaca, “kral çıplak!” diyebilmektir. Ortada, bizim iyiliğimizi ya da kötülüğümüzü düşünmesinden bağımsız, devlet denilen bir organizasyon bulunmamaktadır. Bu yokluk ise bizleri olası bir sonraki felaket, bir sonraki kriz anında kaosa sürükleyecektir. Çünkü Türkiye’de, insanlık tarihi diye bir şeyi var eden o birlikte hareket edebilmenin sistematik hali olan yapı ortadan kalkmış -ve kaldırılmış-, yerine herhangi bir şey konulmamıştır. Beton tarlaları içinde sahiden işe yarayabilecek olan orduyu, enkaz kaldırsın, yağma önlesin, yemek dağıtsın diye beklememiz, bu organizasyon ihtiyacının elzemliğini realitemizin haykırmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla olmayan bir şeye “yok” demekten imtina etmemek yaşamsal zorunluluğumuzdur.
“Devlet yok!” diyenler haklıdır. Nihayet bu hakikat apaçık ve dehşetengiz biçimde karşımızda durmaktadır. Şimdi olan, “olmaya devlet cihanda” diyen anarşistlerin ve Devlet’in mümkün olan en dar sınırlarına hapsolmasını isteyen liberallerin bile arzu ettiğinden fazlasıdır. Böylesi bir olmamaklık, kimi ideolojileri boşa düşürmekte, saf yıkımın derin karanlığıyla hepimizi baş başa bırakmaktadır.
Öyleyse bu krizden nasıl çıkacağız? Tabi ki öncelikle bir ‘Baba’ya aslında ihtiyacımız olmadığını kendimize ve birbirimize itiraf ederek. Bizler için büyümek ancak böyle mümkün olacak. Bu itiraf ise dilin sınırlarına hapsolamayacak kadar büyük. Var olabilmesi için dilin dışına taşmalı, örgütlülük içinde dile gelmeli. Yani depremin ardından yürüttüğümüz dayanışmayı ısrarla sürdürmeli ve onu daha da büyütmeliyiz. Kendi içinde organize olan bir Halk, depremin yaralarını sarmakla kalmaz, organizasyonunu olması gerektiği gibi tüm ülke sathına yaymaya girişir. Ancak bu yolla AKP öncesi Baba’sının ve de bugün o Baba’nın tahtında oturan AKP’nin temsil ettiği şeyi değil, bizim olan Devlet’i çağırabiliriz. Ekmek su kadar ihtiyacımız var Halk olarak örgütlenmeye, hem de hiç olmadığımız kadar.