Hayvanların Uyutulması Toplumdaki Şiddet Sarmalını Büyütüyor – Eda Bayraktar
Hukuki, vicdani ve toplumsal açıdan pek çok soruna gebe olan bu teklif, insan dışında bir türün yaşam hakkını insanın çıkarları gereği ihlal etmesi bakımından türcüdür. Bu teklif, hayvanların can güvenliğini öncelemediği gibi toplum sağlığını da öncelemiyor. Biliyoruz ki sorunun da çözümün de kaynağı kamu yönetiminin ta kendisidir.
Türkiye’de gitgide derinleşen ve toplum güvenliğini birinci dereceden tehdit eden şiddet eğiliminin mağdurları (bazen de hedefleri) arasında hayvanlar da yer alıyor. Başıboş hayvanlardan kaynaklı toplumsal kriz anlarında siyasi figürlerin ya da topluma mal olmuş kişilerin -özellikle sahipsiz- hayvanlar hakkında ortaya koyduğu düşünceler, vicdani yönden kusurlu olmakla birlikte, sayıları her geçen gün artan kitleler tarafından benimseniyor. Bu yazının muhatabı ne otorite sahipleri ne de diğer siyasi figürlerdir. Bu yazının muhatabı, o kitleleri bir an bile olsa haklı bulan, fakat toplumsal muhalefetin kendisi olan herkestir.
Türkiye’de tarihi on yıllara dayanan ve tatmin edici olmasa da 2004 yılında yürürlüğe giren “Hayvanları Koruma Kanunu” ile yasal kazanım elde eden hayvan hakları mücadelesi, 2021 yılında kanunda yapılan değişiklikle yine tartışmalı bir boyuta evrilmişti. Dijital kimliklendirme (çip) uygulamasıyla hayvanlarını terk edenlere yaptırım öngören kanun değişikliği, hayvan hakları savunucusu kimi çevreler tarafından ahlaki olmadığı gerekçesiyle eleştirilmişti. Bugünün tartışmaları ise, hayvanlara yönelen şiddet dilinin yasal hale bürünmesi bakımından tamamen ters yönde tehlikeli bir perspektif kazandı. AKP tarafından sunulacak kanun teklifine göre, başıboş hayvanların 30 gün içinde sahiplenilmemeleri durumunda uyutulması planlanıyor. Hiç şüphesiz, devlet ve kent idarelerinin yetersizliği sebebiyle çoğalan suçsuz canlıların hayata dönmeyecekleri biçimde “uyutulmaları” kitlesel hayvan katliamlarının kamuoyuna boyalı biçimde sunulmasından başka bir şey değildir. Hukuki, vicdani ve toplumsal açıdan pek çok soruna gebe olan bu teklif, insan dışında bir türün yaşam hakkını insanın çıkarları gereği ihlal etmesi bakımından türcüdür. Bu teklif, hayvanların can güvenliğini öncelemediği gibi toplum sağlığını da öncelemiyor. Biliyoruz ki sorunun da çözümün de kaynağı kamu yönetiminin ta kendisidir.
Şiddetin Genelleşmesi ve Meşrulaşması
Başıboş hayvanlar sorununa, “insanların can güvenliğinin tehdit altında olduğu kabulüyle” rasyonel çözüm önerileri sunmak mümkündür. Ancak çözüm önerilerine geçmeden önce, meşruiyet kazanmış şiddet eyleminin -kurbanı kim/ne olursa olsun- toplumu sürükleyeceği tabloya iyice odaklanalım. Bilindiği üzere, şiddet, örnek alınabilen, öğrenilebilen ve taklit edilen davranışlar bütünüdür. Kaynağını her zaman aile içi iletişimsizlik ve psikolojik faktörler gibi bireyin en yakınından almaz. Şiddet, güçlünün gövde gösterisi halini almış toplumlarda kültürel bir normdur. Toplumsal faktörler tarafından üretilir ve aşılanır. Psikolog Albert Bandura tarafından geliştiren sosyal öğrenme teorisi, bireylerin başkalarının davranışlarını gözlemleyerek öğrendiğini ve başkalarını taklit ettiğini vurguluyor. (Social Learning Theory, 1976) Üstelik davranışın model alınması için, onu eyleyenin her zaman yakın, gerçek ve yaşayan bir insan olması da gerekmiyor. Bireyler, ilgilerini çeken/maruz kaldıkları kurgusal karakterleri model alıp taklit edebiliyor. Televizyon programları, filmler, video oyunları, sosyal medya ve hatta sokakta maruz kalınan şiddet içerikleri, insan zihnine şiddetin sıradanlaştığını söylüyor. Bu konuda yapılmış pek çok araştırma, şiddet öykülerini bir medya içeriği olarak içselleştiren herkesin, öfke kontrolü konusunda güçlük çektiğini ve daha agresif davrandığını ortaya koyuyor. Bandura’nın profesör olarak görev yaptığı Stanford Üniversitesi’nde gerçekleşen Bobo Boll Deneyi, şiddetin özellikle çocuklar tarafından kolaylıkla taklit edildiğini göstermesi bakımından dikkate değer bir çalışmadır. Bu deneyde, agresyon sorunu olan/olmayan çocuklar, bir deney grubu olarak, yaklaşık 10 dakika boyunca yetişkinlerin Bobo Doll adındaki şişme bebeğe sözlü ve fiziksel olarak kötü muamele edildiğine şahitlik eder. Ardından aralarında Bobo Doll’un olduğu bir grup oyuncak verilen çocuklar, yetişkinlerden gördüğü şiddet eylemlerini taklit etmenin yanı sıra, görmedikleri şiddet eylemlerini de kendiliğinden üretir. Yani, saldırganlık dürtüsü dış etkiler yoluyla açığa çıkabilir, görünür hale gelebilir, hatta çeşitlenebilir. Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de şiddet, maruz kalmak istemesek bile her yanımızı saran, kimi zaman toplumsal kimi zaman da yasal olarak ödüllendirilen bir tehdit halini aldı. Sıradanlaşan ve güçlünün güçsüz üzerindeki tahakkümünü pekiştiren(!) bu davranış, AKP tarafından tartışmaya açılan söz konusu kanun teklifiyle birlikte, hayvanların yaşam hakkına karşı meşruiyet kazanmış olur. Zira bugün bile keyfi şiddetin kurbanı olan hayvanlar işkenceden korunamazken, yaratılan yasal zeminle birlikte tüm tehditlere açık hale gelecek. Ezcümle, devletin öldüremediği hayvanları yurttaşların öldürmesinin önünde bir engel kalmayacak, savunması da oldukça kolay olacaktır.
Yine insan psikolojisi üzerine yapılmış araştırmalar gösteriyor ki şiddetin sıradanlaştığı toplumlarda bireylerin suç işlemeye gösterdikleri eğilim artıyor. Tacize tepki göstermeyen bir canlıya ya da nesneye yönelen şiddet kolaylıkla başka canlılara da yönelebiliyor. Söz gelimi, bugün Bobo Doll’e uygulanan şiddetin muhatabı yarın bir kedi veya köpek olurken; yarından sonra bir kadın, bir taksici, bir doktor oluyor. Şiddet sarmalı büyüyor. Daha açık olalım: Şiddet sarmalı, yarattığı ekonomik krizin sonuçlarıyla yüzleşmek yerine, şiddeti nümayiş haline getiren otorite sahipleri tarafından büyütülüyor.
Hayvanların Yok Edilmesi Kalıcı Bir Çözüm Mü?
Değil. Planlı yuvalandırma ve kalıcı koruma yerine hayvan katliamı yapmak, aynı sorunun birkaç yılda bir yeniden baş göstermesine yeterli bir sebeptir. Sahipsiz hayvanların “uyutulması” önerisi, her şeyden evvel, Hayvanları Koruma Kanunu’nda görev ve yetkileri belirlenmiş olan il hayvanları koruma kurullarının işlevsel olmadığını gösteriyor. Kamu kurumları, yerel yönetimler ve akademik odaları da kapsayan sivil toplum örgütlerinden oluşan bu kurulların, yıllık, beş yıllık ve on yıllık hedefler doğrultusunda çalışması gerekiyor. Son yıllarda başıboş hayvan popülasyonundaki artışa bakılırsa, bu kurulların efektif bir planlama yapamadığını söylemek yerinde olur. Öyleyse başıboş hayvan sorununda atılması gereken ilk adım bu kurulların ivedilikle işlevsel ve görünür hale getirilmesidir. Yeniden düzenlenen kurulların yapması gereken, sahipsiz hayvan nüfusunu kontrol altında tutmak ve hayvanlarla birlikte halk sağlığını korumak olmalıdır. Başıboş hayvanların çoğalmasını önleyecek en insani yol, tüm sivil toplum örgütlerinin dahil olduğu yerel ve etkin kısırlaştırma kampanyalarıdır. Hayvanların düzenli beslenmesi ve topluma zararlı olmaması için, sürekli aşılama yapılması; barınakların hem niceliğinin hem niteliğinin artırılması; bu amaçla kalıcı istihdam sağlanması gerekir. Tüm bu süreçlere özel sektör kuruluşlarının da katılmasıyla, kimsenin canı acımadan sorun hallolur. Sahiplendirmeye teşvik etmek, elbette kıymeti yadsınamayacak bir adımdır. Ancak hayvanları, hayvan bakımı hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmayan bir apartman toplumuna emanet etmek şimdilik öncelikli değil gibi görünüyor. Bilinçlendirme, toplum sağlığının kazasız belasız inşa edilmesinin yanı sıra durmaksızın ilerlemesi gereken bir faaliyet alanıdır.
Bu yazıda bahsettiğim çözüm yolları -elbette- bana has, eşi görülmemiş ve denenmemiş uygulamalar değildir. Bunların hepsi; hepimizin bildiği, kimimizin yüksek sesle söylediği, birçoğumuzun rol almaya gönüllü olduğu uygulamalardır. Sorunun çözümüne odaklanırken, yegane bir bakış açısına sahip olmak gerekmiyor. Vicdani açıdan en aydınlık pencereye yaklaşmak, iktidar tarafından üretilen şiddetin maşası olmamak için yeterlidir. Katliamın sıradanlaştığı ve yasallaştığı bir ülkede hiç kimsenin can güvenliği yoktur.