İVME BlogKültür ve Sanat

Stalker: Şahsi Bir Teoloji Sanatı – Kadir Demiryürek

İnsanlık olarak şimdilerde çok uzağında olduğumuz hayat ağacının köklerine doğru Stalker’ın rehberliğinde inmeye koyuluruz. Salt bilimkurgudan ayrılır bu yönleriyle Stalker.

Varoluşun teolojik sanatçısı Andrey Tarkovski’nin Stalker’ı, insanın modern çağda kaybettiği ruhuyla, maddeden giderek kopan, tanrıya doğru bir yol alış olarak anlaşılmıştır. “Bölge” denilen yer de maddi dünyanın yasalarının işlemediği, zaman ve mekândan arınık haliyle bu anlaşılmayı besler. Ancak görünenin ötesindeki hakikate ulaşmayı dert edinen bu başyapıta göründüğü haliyle bakarak ona ihanet etmiş oluruz.

Filmin sahneleri genelde tek bir plandan, ağır hareketlerin geniş ve dar açılarıyla görümüze sunulur. Kamera üç ana karakter olan Stalker, Yazar ve Bilimadamı’nın bazen arkasından usulca yaklaşır, bazen bu karakterlerin varmak istedikleri duraklardan onlara bakar, bazen de bu karakterler kameraya -belli belirsiz- bakarlar. Bakışım yoluyla izleyici yolculuğa dahil edilir. Böylece karakterler ve izleyiciler hep birlikte izlenilen konumuna yerleşirler. Bu durum akla Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’inin hareket noktası olan Las Meninas (Nedimeler) adlı tabloyu getirir.

Théophile Gautier, Velázquez’in Las Meninas’ını ilk kez gördüğünde, kendisini “Tablo nerede?” diye haykırmaktan alıkoyamamıştır. *


Fakat bu tablodan farklı olarak Stalker, izleyeni izlenilen yapmanın yanı sıra tüm izlenilenlerin izlendiği hissiyatını vermektedir. Las Meninas’ın aksine tablo (yani film) orta yerde durmaktadır. Film yeni bir alan açıp hepimizi oraya dahil etmez; kendi alanını hepimizi içine katacak şekilde genişletir. Kontrol dışı bir izlenmeye tabi tutuluruz. O halde izleyen nerededir? İşte teolojik sanat bu konumlanışlarla yaratılır. Bölge’ye girişle birlikte ruhsallıkla çevriliriz. Paranoyadan bağımsız, huzur verici ama aynı zamanda tedirgin edici bir izlenme hissiyatıyla Stalker’ın izindeyizdir artık.

Katı duyarsızlığı ve içine kapanıklığıyla Bilimadamı eleştirilere karşı bir kalkan gibi karşımızdadır. Lakin belli ki Tarkovski’nin de tehdit olarak sahneye yerleştirdiği karakter, Yazar’dır. Septik yanını filmin sonuna kadar sürdürür. Kendine ve başkalarına dair yaptığı eleştiriler içtendir. Sevimsiz olması sözlerinin yıkıcı ağırlığını eksiltmez. Stalker karakterinin düşünsel olarak karşı ucundadır.

Eleştirileri de bir “şeytan” değeri taşır. İnancı, tanrı inancını temelinden yadsır. Böyle bir kişiliğe karşı Stalker sabır ve sebatla yola devam eder ve ettirir peşindekileri. Stalker için Bölge dışındaki her yer koca bir hapishanedir. Yazar için de dünya son derece sıkıcıdır. İnsanlık tümden umudunu yitirmiştir. Kendisi de son umut kaynağına doğru savrulmayı seçer. Tüm tezatlığına rağmen, Bölge’ye doğru yola koyulur.

İnsanlığın uzuvları olan makineler, tıpkı Stalker’ın kızının koltuk değnekleri gibidirler. Amaçları bu olmasına rağmen bizi daha iyi etmezler. İyinin, hakikatin, mutluluğun ya da en azından bunlara dair biricik umudun tek taşıyıcısı, etrafı dikenli tellerle çevrili, kapıları kolluk güçleriyle insanlık tarafından tutulmuş Bölge’dir. Bilinmeyene dair korku bu somut tasavvuruyla filmde yerini alır. Bölge bir temsildir: içselliğin, ruhaniliğin, inancın temsili. Gerçeklikte varolup olmamasının bir ehemmiyeti yoktur. Tarkovski “böyle bir bölge yok” demekte haklıdır.

Stanley Kubrick’in “2001: A Space Odyssey” filmindeki monolit gibi, kaynağı bilinmeyen bir cisim (göktaşı) yeryüzüne inmiştir, ya da indiği düşünülür. Monolit Kubrick’in filminde karşımızda durmaktadır. Oysa Bölge’de göktaşından eser yoktur. Yine de bir “şey”in etkisi, kendisinin varlığına dair fikir verebilir. Bölge başlı başına o “şey”in etkisidir. Buraya gelip de ölen insanlar, hurdaya dönmüş tanklar ve her an değişen, insanın şartlanmalarına göre şekillenen bir alan… Bu manzaralar eşliğinde orada olduğuna inanmamızı talep eden görünmez bir cisim vardır. Artık tam manasıyla yaşamın alanındayızdır. İnsanlık olarak şimdilerde çok uzağında olduğumuz hayat ağacının köklerine doğru Stalker’ın rehberliğinde inmeye koyuluruz. Salt bilimkurgudan ayrılır bu yönleriyle Stalker.

Maddeden uzaklaşarak tanrıya yakınlaşma söz konusu değildir burada. Tam aksine maddeye (doğaya) giderek daha çok nüfuz ediş söz konusudur. Ortaçağın teolog filozoflarının madde=kötü ve tanrı=iyi anlayışına Stalker’da rastlanmaz. Daha ziyade “Deus sive Natura” (Tanrı yani Doğa) diyen Spinoza’nın bakışına uygun düşen bir kavrayış geçerlidir. İz Sürücü’müz ise bu kavrayışa uygun bir iman şövalyesidir. Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’sinde geçen, oğlu Ishak’ı bilinmeze doğru ölüme götüren Abraham (İbrahim) gibidir Stalker. Absürd ve gülünç olduğu besbelli olan eylemlerini imanla sürdürür. Fakat kendini ruhaniliğe adamış bu iman, tipik dinselliğe atfedilemez.

Üç ana karakter hiçbir yerde gökyüzüne bakıp tanrıya yakarmazlar. Doğadan, bedenin ağırlığından kurtulmak gibi çabaları yoktur. Maddeden yüzlerini çevirmeden, nemli toprağın, suyun bedenlerine nüfuz etmesine izin verirler. Stalker Bölge’ye vardıkları vakit ilkin Bilimadamı ve Yazar’dan ayrılarak yüzüstü toprağa uzanır ve huzur bulur. Evine gelmiştir artık. Yolculuk sırasındaki dinlenme vakitlerinde karakterlerin hepsi yere kapaklanır. Giderek daha çok maddi olanla bütünleşme yaşanır.

Tarkovski’nin eşine az rastlanır şahsilikte kurduğu puslu, nemli, dingin doğa betimlemeleriyle yeryüzünün zamandışı ve varolmayan Bölge’sinde, kendine has bir ruhsal yolculuk gerçekleşir. Öte yandan yerkürenin zamana ve mekana dayalı yasaları, açılan bu alanda aşılmıştır. Bu aşma, Hegel’in deyişiyle bir “kapsayarak aşma”dır. Dünya, Bölge’de resmedilir.

Filmin ikinci bölümündeki bir sahnede, kamera müzik eşliğinde suya paralel ilerler ve görürüz ki –mozaik, aşı, silah vs.- aslında insanlık tarihini kat etmekteyizdir. Bölge her şeydir, her şeyi kapsar. Tam da bu sebeple hiçbir şeydir de. Varolmayan yerdir (Stalker’ın kurmacasıdır). Burada Hollywood filmlerinin fantastik ve bilimkurgu öğeleriyle kurulu bir mekanına tanık olmayız. Nasılsa öyledir burası. Hiçbir sürprizle, mekânın uyumunu ve dengesini bozan hiçbir kesikle karşılaşmayız.

Dolu dolu vakit geçirmek adına boş boş filmler izlemeye mahkûm edilen bizler, böylece bize ait olduğunu sandığımız beklentilerle bu beklentilerin karşılanmadığı bir alanda boşlukta kalıveririz. Bu ise, çoktan izlenilen konumuna yerleştirilen izleyicide ve en başta üç karakterimizde bir çözülme yaratır. Zamansız mekân, İz Sürücü’müzün peşinden giden Yazar ve Bilimadamı’nın korkularını, acılarını ve en temel isteklerini açığa çıkarır.

Toprağın ve suyun unutulmuş ahengiyle temas kuruldukça, Bölge denilen coğrafyada kayboldukça, yani, doğanın içine çekildikçe aynı anda açılan ruhsal boyutun derinliklerine doğru da yol alınır. Haliyle bu arayış, klasik manada bir iman arayışı, bir tanrıyla bağ kurma değildir. Tarkovski’nin kendine özgü ruhsallık anlatımıdır bu. Yazık ki insanlık ihtiyaç duyduğu her şeyi hep yerde (toprakta ve suda) bulmuşken mucizeleri gökten ummuştur. Böylesi bir iman anlayışını Stalker’a yedirmeye çalışmak işe yaramayacaktır. Bu tür bir çabayı eser her sahnesinde kusar. Dışsallık, derine inildikçe içsellikte silinir.

İyinin, hakikatin, mutluluğun ya da en azından bunlara dair biricik umudun tek taşıyıcısı, etrafı dikenli tellerle çevrili, kapıları kolluk güçleriyle insanlık tarafından tutulmuş Bölge’dir. Bilinmeyene dair korku bu somut tasavvuruyla filmde yerini alır. Bölge bir temsildir: içselliğin, ruhaniliğin, inancın temsili. Gerçeklikte var olup olmamasının bir ehemmiyeti yoktur. Tarkovski “böyle bir bölge yok” demekte haklıdır.

Yaratılan ruhsal atmosferle temas kuran karakterler, kendilerini çevreleyen gücün içinde güçsüzleşirler. Stalker’ın da istediği budur. Peşindekilerin bir çocuk ya da bir fidan gibi eğilip bükülebilen canlılıkla dolmasını ummaktadır. Güç ve katılık ancak ölümü getirebilir. Yakarış, Stalker’ın yalnızca bu istemi değil, yürümenin kendisidir de. Hep birlikte karakterler Bölge’de yola koyularak bir yakarışı gerçekleştirirler. Dilek Odası’nın ya da Bölge’nin yokluğu arayışın, umudun ve inancın varlığını verir.

Tünel sahnesinden sonra suyla dolu geçidi en önde kat eden Yazar, hemen sonraki sahnede kendini su birikintisi üzerinde uzanmış halde bulur. -Suyla temas, Bölge’de tinselliğe geçişin anahtarıdır.- Doğrulduğunda ise, öyle bir alanda olduğunu görürüz ki, burası yere uzanmış insan siluetlerinden oluşan bir tür ruhlar bölgesine benzer. Yukarıdan güneş ışığı süzülmektedir. Karakterler bir rüyanın içindedirler. Bölge tamamen bir rüya alanıdır gerçi. Ama özellikle burası bu rüya âleminin kalbi gibidir. Az sonraki sahnede ise Bilimadamı, yol boyu karakterlere ölüm meleği gibi eşlik eden köpeğin imlemesiyle, tıpkı bu ruhlar bölgesindeki siluetlere benzer şekilde yere uzanmış ve birbirine sarılmış kadın ve erkekten arta kalan iskeletleri görecektir.

En derinlere inilmiştir belki de. Bir çeşit ölüler diyarına… Ve de insan yazgısının bir özetine… Bunları gördükten sonra, karakterlerin özsel olanın farkındalığına erişmiş olması gerekir. Lakin bu farkındalığın korkusu tam tersi bir yöne, yukarı, yani suyun yüzüne doğru dönüş etkisi yaratır. Çünkü birtakım isteklerle yönetilen insanlardan bu ikisi (Bilimadamı ve Yazar), sonunda kendi istekleri dışındaki bu istekler tarafından belirlenmiş, bu isteklerin birer parçası olmuşlardır. Yazar’ın film boyunca tekerrür ettiği “ben kimim”, “ben neredeyim” gibi sözleriyle duyduğu kişiliksizliğinin acısı aslında bir “ben”inin olmadığını fark etmesiyle doruğa çıkar.

Modern zaman, doymak bilmez isteklerin kölesi olan insanlara yalnızca doyumsuz mutsuzluğu vermiştir. Haliyle karakterlerimiz, bunca zaman kendilerine ait sandıkları ve bu uğurda varmayı arzuladıkları isteklerle Dilek Odası’na girmekten sakınırlar. Eylemlerini kendileri belirlememiştir bunca zaman; bundan sonra da böyle olmasına karşı koyacak cesareti ve inancı göstermeden, Oda’ya girmeden geri dönerler.

Stalker insanların birbirini yiyip bitirdiği, gücün meşruluğunda buzlarla kaplı bir cehenneme çevrilen bu insan mezarlığına ait değildir. Burada başarısızdır. Sakat bir kız çocuğu ve acılı bir karısı vardır. Onun yapabildiği tek şey, Bölge’ye kendi gibi başka zavallı insanları götürmektir. Bu inancın hiçbir garantisi yoktur. Hayatını adadığı İz Sürücü’lük bir yanılsamadan ibaret de olabilir. Ama Stalker bu inancını sonuna kadar sürdürmek adına, yeniden Bölge’ye dönecektir. Kendini ve sevdiklerini bu uğurda feda etmiştir.

Yeryüzünün kuralları gereği yapmaması gereken şeyi yapan kadın, bu İz Sürücü’ye âşık olmuş, onun peşinden gitmeyi seçmiştir. İz Sürücü’lerin çocuklarının sakat doğacağını bile bile, bu beceriksiz ve ahmak adamla evlenmiştir. Ekranın ötesinden gözlerimize bakarak gerekçesini “çünkü biz buyuz” diyerek açıklar. Kendi yazgısına tüm çileleriyle birlikte “evet” demiştir. Öyle ya, her şey karşıtıyla var olur. Mutluluk mutsuzlukla… Ve ana babası dahil kimsenin farketmediği kız çocuğu son sahnede, Bölge’nin bir fidanı olarak, umuda kapı aralar.

Tıpkı Abraham’ın yaptığı gibi Stalker da akıldışı bir seçimle kendini imana bırakarak eyler; acıdan başka hiçbir şey vermese de kendini ona teslim etmiştir. Ama ne yapacaktır başka? Diğerleri gibi olmak katlanılmazdır onun için. Karısına, “önceden belirlenmiş bir amaçları olduğuna eminler” der Yazar ve Bilimadamı gibi insanlar için. Oysa ki insan Sartre’ın dediği gibi kendi seçimleriyle var olur. Fakat bu insanlar kendi seçimleriyle değil, seçimlerin kendileriyle yaşarlar. İnanç burada her bir ferdi kendine benzeten bu yapıyı kırıp öze dönmek için gereken silahtır.

* Mehmet Ali Kılıçbay’ın İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıkan Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabı çevirisinin sunuş bölümünden alınmıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu