Dış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündemPolitika

Halkların Kaderi Satranç Tahtasına Sığmaz – Kemal Büyükyüksel

Çoğunluğun rızasına karşı zorla ayakta kalmaya çalışan her rejim, kendi çatlaklarını kendi başına oluşturur. Suç da sadece dışarıda aranamaz. Bu gerçek, yalnızca Suriye’ye değil, halk desteğini yitirmiş her rejime ayna tutar. Tarih boyunca, halkına dayanmayan yönetimlerin zayıflıkları, dış müdahaleler için bir kapı aralamış, bu müdahaleler de o ülkelerin kaderini derinlemesine etkilemiştir.

Küresel siyaseti sadece koca bir satranç tahtası ve halkları birer piyon olarak görmeyi sevmedim hiçbir zaman. Bu tür bir bakış açısı, sadece insanların yaşamını araçsallaştırmakla kalmaz, aynı zamanda tarih boyunca halkların acılarını, umutlarını ve mücadelesini yok sayan kibirli bir zihniyeti temsil eder. Büyük soyut davalar uğrunda halklar sadece fillerin altında ezilen çimen gibi görülmeye başlanır.

Yakın tarihimizde Suriye’de yaşanan “iç” savaş belki de bunun en net örneği. Yabancı ülkelerin müdahalesi, emperyalizmin planları, Suriye üzerinde oynanan oyunlar… Bu anlatıları, ki doğruluk payı da çok, birçok defa duymuşuzdur. Ancak bu anlatıların ardında bazen çok daha basit gerçekleri unutabiliyor insanlar. Peki Suriye hakkındaki en basit gerçek neydi? Suriye halkının çoğunluğu Esad rejimini istemiyordu. Esad da seve seve gitmedi, sonunda böyle gitti. Öyle bir zayıf zeminde hiçbir jeopolitik dava da haklı olsun olmasın dikiş tutmaz zaten. Ancak onun gidişi, geride büyük bir yıkım ve karmaşa bıraktı.

Suriye’de yaşananlar, bir rejimin halkının iradesini yok saydığında nasıl çözüldüğünü ve bu çözülmenin sadece o rejimi değil, tüm bir toplumu nasıl felakete sürüklediğini açıkça gösteriyor. Esad’ın devrilmesi, onun halktan kopuk, baskıcı yönetiminin doğrudan sonucuydu. Ama burada asıl dikkat edilmesi gereken, bu kopuşun dış aktörlerin müdahalelerini neredeyse kaçınılmaz denebilecek kadar müsait hale getirdiğidir. Çünkü Suriye’deki çatışma, yalnızca iç dinamiklerin değil, dış müdahalelerin ve küresel güçlerin çıkarlarının birleşiminden oluşan bir tür satranç tahtasına dönüştü. Bu tahtada hareket eden figürler, halkın acılarına karşı kayıtsız bir şekilde, yalnızca kendi stratejik hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştı.

Rejimlerin Çöküşü ve Dış Müdahale

Suriye’ye yabancı ülkeler çokça müdahale etti mi? Etti. Batı ülkeleri, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, İsrail, Türkiye, Rusya, saymakla bitmez. Ancak müdahale etmesine alan açan en kritik faktör yine rejimin kendi iç zayıflığı ve çelişkileriydi. Bu basit gerçeği es geçmemek gerekir. Çoğunluğun rızasına karşı zorla ayakta kalmaya çalışan her rejim, kendi çatlaklarını kendi başına oluşturur. Suç da sadece dışarıda aranamaz. Bu gerçek, yalnızca Suriye’ye değil, halk desteğini yitirmiş her rejime ayna tutar. Tarih boyunca, halkına dayanmayan yönetimlerin zayıflıkları, dış müdahaleler için bir kapı aralamış, bu müdahaleler de o ülkelerin kaderini derinlemesine etkilemiştir.

Suriye’deki bu müdahale döngüsünde de dikkat çekici olan, Esad rejiminin kendi baskıcılığının dışarıdan müdahalelere adeta davetiye çıkarmış olmasıdır. Bir rejim halkını ezerek ne kadar otoriterleşirse, o kadar dış müdahaleye açık hale gelir. Bu, emperyalizmi haklı çıkarmaz ama emperyalizmin nereden beslendiğini anlamak açısından önemli. Esad’ın baskı politikaları, yalnızca kendi halkını değil, ülkenin bütün dokusunu zayıflatarak Suriye’yi bir satranç tahtasına çevirdi.

Vietnam ve Suriye: Meşruiyetin Gücü

Suriye’yi bir başka örnekle karşılaştıralım. Vietnam da yıllarca emperyalist ülkelerin saldırılarıyla işgaliyle yok edilmeye çalışıldı. Yaratılan yıkım müthişti. Kim kazandı? Bu karşılaştırma birçok şeyi anlatır bize. Vietnam halkının çoğunluğunun desteğini arkasına almış bir meşruiyetle hareket eden direniş muzaffer oldu. Oysa Suriye’de rejimin halk desteğinden tamamen yoksun olması, çatışmanın seyrini bambaşka bir noktaya taşıdı. Vietnam örneği, halk desteğinin yarattığı meşruiyetin ne kadar belirleyici bir güç olduğunu, dış müdahaleler karşısında dahi bir ulusun ayakta kalabilmesini sağlayan temel unsurun bu olduğunu gösteriyor.

Ancak Suriye’de Esad rejimi, bu tür bir meşruiyetten tamamen yoksundu. Halk desteğini kaybetmiş bir rejimin, sadece dış güçler tarafından manipüle edilmekle kalmadığını, aynı zamanda içeride halkını da bölerek toplumsal yapıyı çökerttiğini gördük. Vietnam halkının birleşik bir iradeyle emperyalizme karşı direnişi, onları zafer kazandıran temel unsur olmuştu. Oysa Suriye’de, rejimin yarattığı baskı ortamı, halkı kutuplaştırarak birleşik bir direnişin önüne geçti. Bu, sadece içerideki trajediyi derinleştirmekle kalmadı, dış müdahalelere de zemin hazırladı.

Baskıcı Rejimlerin Rolü ve Jeopolitik Manipülasyon

Suriye’deki rejim çok gaddar ve acımasızdı. Kendi halkına çöp muamelesi yapmaktan çekinmeyen ve halkı temsil etmekten acizdi. Onu yıkmak isteyen odakların da birçoğunun gaddar ve acımasız olabileceği gerçeği bunu pek değiştirmiyor. Grand jeopolitik anlatılar bu gerçeğin üstünü örtbas edemez. Çünkü bu büyük anlatılar, genellikle halkların yaşadığı insani trajedileri gölgede bırakır. Esad rejiminin baskıcı doğası, bölgesel ve küresel güçlerin müdahalesine olanak sağladı; ancak bu müdahaleler, Suriye halkının çektiği acıları azaltmak yerine daha da artırdı.

Burada bir başka trajedi de şu: Suriye’nin bu duruma gelmesinde emperyalizmi suçlamak elbette doğrudur, fakat halkına çöp muamelesi yapan rejimi bu denklemin dışında bırakmak da bir o kadar yanlış olur. Halkını ezen bir yönetim, dış güçlerin manipülasyonlarını kolaylaştırır. Esad rejimi, bu açıdan, emperyalizmin tam anlamıyla beslendiği bir yapı haline geldi. Bu da şu soruyu sormayı zorunlu kılıyor: Halkına böylesine kötü davranan ve meşruiyetini sağlayamayan bir rejim, emperyalizme karşı mücadele edebilir mi? Yoksa sadece emperyalist müdahaleyi kolaylaştıran bir unsura mı dönüşür?

Rejimin Baskıcılığı ve Müdahale Döngüsü

Şimdi sormak lazım. Halkına çöp muamelesi yapan ve halkını temsil etmekten aciz gaddar bir rejim, tam da bu karakterinden dolayı kurnaz ve kötü niyetli emperyalistlerin bölgeye müdahalesini kolaylaştırmakta büyük bir rol oynamamış mıdır? Emperyalizmle böyle ucuz mücadele mi olur?

Bu soru, sadece Suriye rejimiyle sınırlı kalmamalı. Tarihteki birçok baskıcı rejim, halkına yönelik şiddet ve baskılarıyla, emperyalizmin müdahalesi için ideal koşulları yarattı. Suriye örneğinde, Esad’ın baskıcı yönetimi, yalnızca emperyalist güçlere bir giriş kapısı sunmakla kalmadı, aynı zamanda bölgesel aktörlerin de çatışma dinamiklerine dahil olmasını kolaylaştırdı. Bu durum, bize bir kez daha halk desteği ve meşruiyetin, yalnızca içerideki birliği korumak için değil, dış müdahalelere direnmek için de kritik bir öneme sahip olduğunu gösteriyor.

Ancak burada mesele, yalnızca emperyalizmin müdahalesini eleştirmekle bitmiyor. Baskıcı rejimler, bu müdahaleleri hem meşrulaştıran hem de besleyen yapılar haline geliyor. Halkını ezen bir yönetim, yalnızca kendi meşruiyetini kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda uluslararası arenada kendi ülkesinin egemenliğini de zayıflatır. Esad rejimi, halkına yönelik şiddet politikalarıyla tam da bunu yaptı: Suriye’yi hem içeride bir baskı rejimiyle hem de dışarıda bir müdahale arenasıyla baş başa bıraktı.

Boşlukların Yarattığı Tehlikeler ve Riskler

Şimdi ve her zaman beni asıl kaygılandıran bu gelişmeler sonrası doğabilecek yeni riskler. Bir güç vakumunun oluşmasıyla parçalanma ve çatışma riski, dini radikalizmin kontrol edilemez hale gelme riski, kendine daha da alan açabilecek saldırgan bir İsrail. Teyakkuzda olmalıyız…

Güç boşlukları, tarih boyunca her zaman yeni çatışmaların ve karmaşaların doğduğu zeminler olmuştur. Suriye’de rejimin çöküşüyle oluşan boşluk, yalnızca ülke içinde değil, tüm bölgede bir dizi risk barındırıyor. Dini radikalizmin yükselişi, bu tür boşlukların en tehlikeli sonuçlarından biri olabilir. Suriye’nin geçmişinde, El Nusra ve IŞİD gibi grupların bu tür boşluklardan nasıl beslendiğini gördük. Bugün benzer bir durumun tekrar yaşanması, yalnızca Suriye için değil, tüm bölge için yıkıcı sonuçlar doğurabilir.

Ayrıca, İsrail’in bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma potansiyeli de ciddi bir tehlike. İsrail’in bölgede giderek daha saldırgan bir politika izlemesi, yalnızca İran’ın etkisinin azalmasından değil, aynı zamanda Suriye’deki güç boşluğundan da kaynaklanabilir. İsrail’in bu boşluklardan faydalanarak bölgedeki nüfuzunu artırması, yeni çatışmaları tetikleme riskini de beraberinde getirebilir. Bu nedenle, bölgesel aktörlerin bu tür riskleri minimize edecek şekilde koordineli bir politika izlemeleri çok kritik.

Fırsatlar ve Riskler: İleriye Bakış

Gidenin kötü olması geleceğin ne yönde seyredeceği hakkında pek bir şey demez. Fırsatlar ve riskler ortaya çıkar. Şu durumda ikisi de mevcut, ancak risklerin boyutu iyi hesaplanmalı çünkü işler hızlıca kötüye saparsa trajik boyutta sonuçlar doğabilir. Temkinli olunmalı, sarhoşluğa kapılmamalı.

Esad rejiminin düşüşü, kısa vadede Suriye halkında bir rahatlama hissi yaratabilir; ancak bu, risklerin ve fırsatların doğru hesaplanmadığı bir senaryoda hızla bir kabusa dönüşebilir. Bölgesel güçler ve uluslararası toplum, bu geçiş sürecinde temkinli hareket etmek zorunda. Özellikle Türkiye gibi sınır komşusu olan ülkelerin, uzun vadeli stratejilere dayanan bir politika geliştirmesi hayati önem taşıyor. Ancak bugün gelinen noktada, bu stratejik düşüncenin yerini kısa vadeli hesapların ve popülist hamlelerin aldığını görüyoruz.

Türkiye’nin, bu süreçte özellikle radikal unsurların güç kazanmasını engellemek için proaktif bir rol üstlenmesi gerekiyor. Ancak bu, sadece askeri bir stratejiyle değil, diplomasi ve bölgesel işbirliğini önceleyen bir yaklaşımla mümkün olabilir. Eğer bu süreç doğru yönetilemezse, Esad’ın devrilmesiyle doğan boşluk, yalnızca Suriye’nin değil, tüm bölgenin geleceğini tehdit eden yeni riskler yaratabilir.

Zafer Sarhoşluğu ve Felaket Senaryoları

Şu anda sürece temkinli ve eleştirel bakanlara da yüklenilmesi sağlıklı değil. Bugünün sarhoşluğu yarının risklerine karşı körleştirir insanları. Çünkü insanlar görmek istediğini görür işler iyi gittiğini düşünürken. Çok karanlık risklere karşı dikkat çeken felaket tellalılara dahi değer verilmeli şu anda. Çünkü ortada devlet yapısı kurgulanamamış kocaman bir ülke var. En kötü devlet, devletsizlikten daha iyidir düşüncesini haklı çıkaracak bir sürecin işlemeyeceğini umalım.

Geçmişte, Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesinden sonra yaşanan kaos, bu konuda ders alınması gereken bir örnek. Saddam rejimi de çok gaddardı, otoriterdi ve meşruiyetini çok sert bir baskı pratiğiyle ayakta tutabiliyordu. Bu açıdan varlığının yarattığı acılar yadsınamazdı. Ancak rejimin devrilmesi, kendi başına bir çözüm getirmediği gibi, daha büyük sorunların kapısını aralamıştı. Bugün Suriye’de de aynı riskle karşı karşıyayız.

Temkinli davrananlara felaket tellalı yaftası yapıştırmak, karar alıcıların en büyük hatalarından biri olur. Bu dönem, riskleri küçümseme lüksüne sahip değil. Bölgedeki parçalanma ihtimali, radikal grupların yeniden örgütlenmesi ve dış aktörlerin bu boşluğu kullanarak bölgesel nüfuzlarını artırma çabaları, ciddi ve somut tehditler. Bu nedenle, bu süreçte abartılı sevinç ve zafer gösterileri yapmak yerine risklere dikkat çekmeyi tercih edenlere değer vermek, potansiyel krizlerin önlenmesinde kritik bir rol oynuyor.

Türkiye’nin Güvenlik Riskleri ve Yanlış Hesaplar

Türkiye’nin karşılaşabileceği güvenlik riskleri iktidarımıza hasım olan Esad gibi birinin iktidardan gitmesiyle pek azaldı denilemez. Bugün Suriye’de rejimin düşüşü, Türkiye için yeni fırsatlar kadar ciddi tehditler de barındırıyor. Esad’ın gitmesi, kısa vadede bir zafer gibi görülebilir. Ancak rejimin yarattığı güç boşluğu, radikal unsurların bu boşluğu doldurmasına ve sınır güvenliğinin tehlikeye girmesine yol açabilir. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde, istikrarsızlığın kalıcı hale gelmesi, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını daha da derinleştirebilir. Bu boşluktan doğacak riskler yarın bumerang gibi geri dönebilir. Özellikle ılımlı bir yapı kurulamazsa sekter radikal terör riski patlayabilir. Bu terör riski Türkiye’nin içine de sıçrayabilir.

Ilımlı ve kapsayıcı bir yönetimin kurulması için uluslararası toplum ve bölgesel aktörlerin işbirliği yapması gerekiyor. Ancak Türkiye’nin dış politikasında sergilediği maceracı ve sekter tutum, bu süreci daha da karmaşık hale getiriyor. Ankara, iç siyasetteki kazanımlar ve iktidardaki grupların dar ekonomik ve kimliksel çıkarları uğruna dış politikada Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarını riske atabilecek bir yaklaşım benimsemiş görünüyor. Bu, sadece Suriye’de değil, Türkiye’nin genel ulusal güvenlik politikalarında da zayıflık yaratma riski taşıyor. Nitekim bu yaklaşımın Türkiye’ye 2010’lardan beri ödettiği bedelleri acı bir şekilde deneyimledik.

İsrail Faktörü ve Türkiye’nin İç Kırılganlıkları

Esad’ın yarattığı boşluk ve İran’ın kendi içine çekilişi, saldırgan bir İsrail’i de iyice cesaretlendirecektir ve bölgede genişlemek ve dizayna girişmek için Türkiye adına da risk teşkil edebilecek farklı aktörlerle işbirliğine girişebilir, Türkiye macera peşinde koşarken birden karşısında maceracı İsrail’i bulabilir.

İsrail’in, Suriye’de oluşan güç boşluğunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma potansiyeli, Türkiye’nin dikkate alması gereken önemli bir faktör. İran’ın bölgedeki etkisinin azalması, İsrail’in stratejik hedeflerini daha rahat gerçekleştirebilmesine olanak sağlayabilir. Bu durum, Türkiye için yalnızca bir güvenlik meselesi değil, aynı zamanda bölgesel dengeler açısından da büyük bir risk teşkil ediyor.

Türkiye’nin bu süreçte maceracı bir tutum takınması, riskleri doğru hesap edememesi ve kendi iç kutuplaşmasını giderememesi İsrail’in bu politikalardan doğrudan faydalanmasına neden olabilir. Bölgesel rekabetin artması, iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırabilir ve Türkiye’yi uluslararası arenada yalnızlaştırabilir. İsrail, Batı’nın desteğini arkasına Türkiye’den daha kolay alabilecek bir pozisyondayken Türkiye’nin buna karşılık artık Rusya gibi ülkelerle işbirliği yapması Suriye’deki yeni gelişmelerden dolayı pek mümkün gözükmüyor. Bu da Türkiye’yi dezavantajlı bir pozisyona sokuyor.

Bu süreçte, Türkiye’nin bölgedeki Kürtlere karşı el uzatmayı başaramaması durumunda İsrail’in bölgedeki bazı Kürt oluşumlarıyla işbirliği içine girmesi ve Türkiye içerisinde Türk-Kürt ayrışmasını kurnaz kışkırtmalarla derinleştirmesi de mümkün. Türkiye’deki iktidarın politikaları, maalesef ülke içindeki etnik ve dini ayrışmaları onarabilecek ve yeni çatlakları önleyebilecek yapıcı bir yaklaşımın izlerini halen taşımıyor. Bir yandan Kürt sorunu sürüyor ve etnik ayrışmalar radikal şoven grupların tutumlarıyla derinleşiyor, diğer yandan Suriye’deki mücadele ve zafer bir mezhep savaşı gibi sunuluyor ve Türkiye’deki dini ayrışmalar dinci şoven grupların kışkırtmalarıyla derinleşiyor.

Tüm bu çatlaklar, tam da yazının başında bahsettiğim gibi Türkiye’yi başka ülkelerin müdahalelerine ve “oyunlarına” daha açık hale getirme riskine sahip. Türkçü ve Kürtçü şovenizmin tırmanma riski Türkiye’nin hasımları tarafından manipülasyona çok açık bir alan yaratıyor. Aynı şekilde, hiç de ihtiyacımız olmayan bir Sünni-Alevi ayrımının derinleştirilmesi benzer bir risk yaratıyor. Suriye’deki parçalanmışlık, bu çatlakları daha da yüzeye çıkaran tartışmaları ülkemize taşıyor ve bu konuda çok dikkatli olmak zorundayız.

Radikal Gruplar ve Uluslararası Tuzağın Tehlikesi

Zafer sarhoşluğu içinde bir Türkiye, yarın birden dünyada kabul görmeyen radikal dinci grupların hamisi olarak resmedilip yalnızlaştırıldığı bir tuzağın içine çekilmiş şekilde de bulmamalı kendini. Maceracılıktan kaçınmak, emperyal hayaller yüzünden eldekini riske etmemek gerekiyor. Yoksa birden tüm sorumluluğun üstüne yıkıldığı ve derdini dünyaya anlatamadığı yeni bir yalnızlık içinde bulabilir kendini.

Bu uyarı, bugünkü Türkiye’nin dış politikası açısından hayati bir önem taşıyor. Türkiye, sınır ötesindeki çatışmalara müdahale ederken, zaman zaman radikal gruplarla kurduğu dolaylı ilişki ağı nedeniyle uluslararası alanda eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştiriler, ileride Türkiye’nin daha geniş kapsamlı bir uluslararası yalnızlıkla karşı karşıya kalmasına neden olabilir.

Türkiye’nin emperyal hayaller peşinde koşarak elindekileri riske atması, yalnızca ulusal güvenlik açısından değil, ekonomik ve diplomatik açıdan da büyük bir maliyet yaratabilir. Suriye’de, bölgesel bir aktör olarak kalmak istiyorsa, Türkiye’nin bu tür riskleri minimize edecek daha akılcı ve uzun vadeli bir strateji benimsemesi gerekiyor.

Sonuç: Halkların Acılarından Ders Çıkarmak

Suriye’deki rejimin düşüşü, bir dönemin sonunu işaret ederken, yeni bir dönemin belirsizliklerini de beraberinde getiriyor. Türkiye’nin bu süreçteki rolü, hem kendi güvenliği hem de bölgesel istikrar açısından kritik olacak. Ancak bu kritik dönemde, kısa vadeli dar grup çıkarları uğruna uzun vadeli ulusal stratejik hedeflerden sapmak, büyük bir hata olacaktır. Bu konuda Türkiye’nin hala güven verdiği pek söylenemez.

Suriye halkının çektiği acılar, yalnızca bir ders değil, aynı zamanda bir uyarı: Halkların iradesi yok sayıldığında, toplumlar baskılanıp ayrıştırıldığında, bunun bedelini herkes öder. İç huzurunu sağlayamayan, toplumunu ayrıştıran, baskı ve zorbalıkla iktidarını tesis eden rejimler kendilerini her zaman dış müdahalelere daha açık hale getirir. Bu açıdan da istedikleri kadar propagandaya başvursunlar, aslında kendi ülkelerinin bekasını riske sokarlar. Belki bu hikayeden bizim de öğrenebilecek derslerimiz vardır.

Ancak yaşanan tüm bu acılar, aynı zamanda geleceğe dair bir umudu da barındırıyor ve tamamen kötümserliğe gömülmemeliyiz. Her şeye rağmen meşru, kapsayıcı ve barışçıl bir düzenin inşası için umut etmeliyiz. Her ne kadar zor gözükse de bu fırsat doğru değerlendirilirse, hem kendi güvenliğimiz hem de bölgesel istikrar sağlamlaştırılabilir. Ama bu, sadece iktidarın geçmişte yaptığı kendi çıkarlarını değil, Türkiye’nin geniş vadeli ulusal güvenliğini ve bölgedeki halkların acılarını da gözeten bir politika ile mümkün.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu