Donald Trump, Liberal Enternasyonalizmi Parçalıyor – Daniel Bessner ile bir Röportaj

Amerika’nın, her büyük coğrafi bölgede askerî olarak baskın kalabileceğine dair inancı sallantıda gibi görünüyor. Ancak bu inanca meydan okuyacak rakipler olmadan, Cumhuriyetçilerin liberal enternasyonalizme yönelik inançlarını yitirmesi, daha tehlikeli bir küresel otoriterliğe zemin hazırlayacak.
Daniel Bessner ile Jacobin dergisinde yapılan röportajın Türkçe çevirisidir.
Geçen hafta, Başkan Yardımcısı J. D. Vance, Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada liberal enternasyonalizme saldırdı ve Avrupa genelinde faaliyet gösteren bir dizi aşırı sağ partiyi savundu. Kıta genelinde ifade özgürlüğünün bastırılmasına dair — neredeyse sadece aşırı sağın maruz kaldığı iddia edilen baskılara odaklanıp Filistin yanlısı protestolara ve sol partilere yönelik saldırıları görmezden gelen — açıklamaları alaycı ve samimiyetsiz olsa da, Vance yine de bir yaraya dokunmayı başardı.
On yıllardır Avrupalı ve Amerikalı liderler, büyük ölçüde ABD dış politika kuruluşunun (establishment) çıkarlarına hizmet etmiş bir uluslararası güvenlik iş birliği vizyonuna bağlı kaldılar. Ancak Çin’in yükselişiyle karşı karşıya kalan Amerika Birleşik Devletleri, şimdi oyunun kurallarını değiştirme kararı alarak, onlarca yıl boyunca bağımlılık yarattıktan sonra Avrupa’ya sırtını dönmekle tehdit ediyor.
Jacobin’e verdiği bir röportajda, tarihçi Daniel Bessner, ABD-Avrupa ilişkilerinde içinde bulunduğumuz bu yeni dönemi nasıl kavramamız gerektiğini açıklıyor. Donald Trump’ı Amerikan imparatorluğunu dağıtmaya çalışan biri olarak mı görmeliyiz, yoksa onun liberal enternasyonalizmden uzaklaşması aslında daha otoriter bir küresel düzene yöneliş mi?
John-Baptiste Oduor
Başkan Yardımcısı J. D. Vance’in geçen hafta Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma ve Savunma Bakanı Pete Hegseth’in ABD’nin Avrupa’daki varlığını azaltma isteğini dile getirmesi, liberaller tarafından büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Bu tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz? İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadarki dönemde Amerikan güvenlik garantilerinin Avrupa dış politikasına nasıl bir etkisi oldu?
Daniel Bessner
Buna vereceğim cevap muhtemelen klasik bir tarihçi refleksi olacak: “Daha erken başladı ve daha karmaşıktı.” Böyle söylememin nedeni, ABD-Avrupa ilişkilerinin nasıl geliştiğini anlamak için biraz daha geriye gitmenin önemli olması.
1796’da George Washington bir veda konuşması yaptı — aslında bu, bir konuşma değil, basılı bir metindi. Orada, tarihçilerin “yabancı ilişkilere gereksizce karışma” olarak yorumladığı duruma karşı uyarıda bulunmuştu. Ama Washington’ın asıl endişesi, ABD’nin eski dünya ile — yani Avrupa’yla — siyasi ve askeri işlere bulaşmasıydı. Gerçi ABD erken döneminde Fransa’yla bir ittifak kurmuştu, ancak Avrupa’nın siyasi ve askeri işlerine karışmamak, I. Dünya Savaşı’na kadar norm olarak benimsendi. Hatırlarsanız, ABD I. Dünya Savaşı’na resmî bir müttefik değil, “ilişkili güç” (associated power) sıfatıyla katıldı. Elbette II. Dünya Savaşı’yla birlikte bu tutum tamamen değişti. ABD, çeşitli karmaşık nedenlerden dolayı, bugün “üstünlük” (primacy) ya da küresel askerî ve ekonomik hegemonya diye adlandırdığımız bir stratejiyi izleme kararı aldı. Avrupa da bu küresel Amerikan hegemonyası projesinde çok önemli bir yer tuttu.
John-Baptiste Oduor
Bu, Avrupa ve Amerikan güvenlik çevrelerinde ortak bir amaç duygusu mu yarattı?
Daniel Bessner
Evet, hatta Kuzey Atlantik dünyasını — ya da en azından kendini öyle hayal eden bir kesimini — kültürel mirasın paylaşıldığı tek bir “siyasi yapı” gibi düşünmek bile mümkün. Sonuçta bunlar büyük sömürgeci güçler. Tarih boyunca zaman zaman birbirleriyle savaştılar ama aynı zamanda yaklaşık beş asırdır Küresel Güney’e karşı da birlikte hareket ettiler.
ABD’li dış politika yapıcıları, II. Dünya Savaşı sonrasında, küresel çapta büyük sanayi altyapılarını (sadece ABD’nin kendi topraklarındakileri değil, aynı zamanda Orta ve Batı Avrupa ile Japonya’dakileri) kontrol etmesi ya da nüfuzu altına alması gerektiğini belirlediler. Çünkü ABD hegemonyasının temel jeostratejisi, bu sanayi üslerini kontrol ederek güvenliği sağlamaktı ve bu, ekonomik refahın da anahtarı sayılıyordu.
II. Dünya Savaşı, ABD’nin hegemon gibi davranmamasının sonuçlarını acı biçimde göstermiş oldu. Aslında ABD’nin 1920’lerden itibaren Avrupa’da belirli düzeylerde etkinliği vardı. Örneğin Dawes Planı, Young Planı ve Kellogg-Briand Paktı gibi, savaşın tekrar patlak vermesini önlemeye dönük çok taraflı girişimler mevcuttu. Ama hiçbiri, II. Dünya Savaşı’ndan sonrasındaki ABD’nin askerî ve siyasi katılım düzeyiyle kıyaslanabilecek nitelikte değildi.
Dolayısıyla savaş sonrası dönemde ABD dış politikasında gerçekten büyük bir dönüşüm yaşandı. ABD, Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’ya girmesini engellemek istiyordu. Sovyetler Birliği’nin çok daha fazla kara kuvveti vardı ve nükleer silah geliştirme çalışmaları sürüyordu. Aynı zamanda Britanya, Fransa ve Batı Almanya (Federal Almanya Cumhuriyeti) olarak yeniden inşa edilen Almanya’yı bir Batı ittifakının içine çekmek gerekiyordu.
Tabii ki Batı Avrupa’nın büyük ülkeleri, uzun ve güçlü askerî geleneklere sahip. Ama ABD, NATO adı altında Avrupa güvenliğini “garanti etmek” için devreye giren esas güç oldu. NATO’nun ilk genel sekreteri Lord Ismay, örgütün hedeflerini “Amerikalıları içeride, Almanları baskı altında, Sovyetleri dışarıda tutmak” şeklinde formüle etmişti ki Soğuk Savaş boyunca bu hedefler büyük ölçüde değişmeden devam etti.
Bu durum Batı Avrupa için belirli açılardan faydalı oldu. Örneğin daha önce Avrupa’da ekonomik faaliyetlerin büyük bölümü silahlanma yarışına (en çarpıcı örnek, 19. yüzyıl sonundan I. Dünya Savaşı’na kadarki Britanya-Almanya deniz rekabeti) gidiyordu. Oysa artık, özellikle Fransa ve Batı Almanya’da, kısmen de Britanya’da kaynaklar sosyal refah programlarına yönelebildi.
John-Baptiste Oduor
Ana akım tartışmalarda, Avrupa’nın kendi bağımsız güvenlik altyapısını geliştiremeyişiyle ilgili iki baskın yorum var. Birincisi, realist kanattaki Cumhuriyetçilerin dile getirdiği, Avrupa’nın savunma harcamalarını düşük tutarak refah devletini ABD’ye “ödettirdiği” iddiası. İkincisi de Atlantikçi çizgideki Avrupa devletlerinin, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın liberal kanadıyla birlikte çalışıp Avrupa’nın bağımsız savunma politikasını kasıtlı olarak baltaladığı ve kıtayı ABD’ye bağladığı yönündeki tez. Sizin yorumunuz nedir?
Daniel Bessner
Evet, bence her iki anlatı da bir ölçüde doğru. Temel olarak Amerikan ulusal güvenlik devleti, “liberal” bir projedir ve yürüttüğü hegemonya da bu terminolojiyle haklılaştırılır. Donald Trump’a kadar neredeyse bütün ABD başkanlarının savunduğu bu liberal hegemonyanın ana gerekçesi, II. Dünya Savaşı’nın ancak ABD’nin güvenlik sağlamasıyla — yani ABD’nin küresel askerî ve ekonomik üstünlüğü sayesinde — barışçıl, liberal kapitalist bir dünya düzenine geçilebileceğini kanıtladığı fikridir.
Eğer bir Batı Avrupa lideriyseniz ve ABD savunmanızı garanti altına alıyorsa, neden savunma yerine sosyal refah harcamalarına ağırlık vermeyesiniz ki? Aynı zamanda bunun Atlantikçi bir ideolojik boyutu da var. Bu yaklaşım, gerçekten de küresel güvenliğin ve istikrarlı, refah içindeki bir liberal dünya düzeninin, ABD’nin askerî ve ekonomik üstünlüğüne (primacy) bağlı olduğuna inanıyor. Ulusal güvenlik devleti, yani Amerikan imparatorluğu, “liberal” bir imparatorluktur. Trump’ın ona bu kadar şiddetle karşı çıkmasının nedeni de budur. Onun yaptığı, neredeyse 19. yüzyıl tarzı bir “büyük güç politikası” anlayışına geri dönmek. Gümrük vergileri ve toprak genişletme tehditleri gibi yöntemler, liberal enternasyonalizmin benimsediği kuralların dışında kaldığı için, İkinci Dünya Savaşı öncesini andıran “ham” bir jeopolitik söylem olarak kabul ediliyor. Bu da liberal çevreleri çok rahatsız ediyor.
John-Baptiste Oduor
Bu, Trump’ın neden çok taraflılığa (multilateralism) bu kadar mesafeli olduğunu ve AB ile müzakereler yerine Rusya ile doğrudan görüşmeyi tercih etmesini de açıklıyor sanırım.
Daniel Bessner
Evet, çok taraflılık, liberal rasyonalizmin bir ürünüdür. Bu fikir, 20. yüzyılın başında, savaşları sona erdirmenin yolunun devletleri aynı masaya oturtup rasyonel bir biçimde birbirleriyle konuşmalarını sağlamak olduğuna dair ilerlemeci (progressive) ideolojiye dayanır. 20. yüzyılın ilk yarısında bu yaklaşım, uluslararası “konsensüs” politikası olarak ortaya çıktı ve zamanla liberal Amerikan emperyalizmine dönüştü. Bu çizgi, Woodrow Wilson’la başladı, Franklin D. Roosevelt’le devam etti ve 1940’ların sonunda Harry Truman’la kurumsallaştı.
John-Baptiste Oduor
Sadece on yıl önce, Obama yönetiminin tutumu — 2014’te Donbas’ın işgali ve Kırım’ın ilhakına karşı uygulanan hafif yaptırımlar hariç — esasen Rusya’ya dair “realist” bir yaklaşımdı. O dönem sürekli tekrarlanan ifade “Rusya’nın Avrupa’da daima tırmanmayı göze alabilecek durumda olduğu” (escalation dominance) şeklindeydi. 2014 ile 2022 arasında tam olarak ne değişti de, Biden yönetimi Ukrayna’ya askerî yardım göndermekte bu kadar rahat davranabildi?
Daniel Bessner
Örneğin Savunma Bakanı Lloyd Austin veya Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın kamuoyuna yaptıkları açıklamalara bakarsanız, “Biz Kiev’in birkaç haftada düşeceğini düşünmüştük” dediklerini göreceksiniz. Kiev bu kadar kolay düşmeyip Ukraynalılar da direnmeyi başarınca, “Peki o zaman biz de onlara silah vererek Rusya’yı orada mümkün olduğunca oyalayabiliriz” fikrine kapıldılar. Yani bu, temelde Ukrayna’yı büyük güç rekabetinde bir “piyon” olarak kullanmaktan ibaret.
John-Baptiste Oduor
USAID’in (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) dağıtılmasını, Cumhuriyetçi sağın liberal enternasyonalizme saldırısı bağlamında nasıl değerlendirebiliriz?
Daniel Bessner
USAID, Kennedy döneminden kalma bir program. Bunu, 1940’ların sonundan 1960’ların başlarına kadar uzanan ve Amerikan ulusal güvenlik politikalarında kurumsallaşmanın yoğun şekilde yaşandığı dönemin bir parçası olarak görmek lazım. USAID, Barış Gönüllüleri (Peace Corps) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (International Development Association) ile birlikte, tam bir “Soğuk Savaş liberal” başkanı olan Kennedy tarafından hayata geçirildi. Buradaki amaç, NATO’nun güvenlik garantilerini “kalkınma” ve “modernleşme” vaadiyle desteklemekti. Tabii “kalkınma” ve “modernleşme” sloganları, ABD’nin Vietnam’daki varlığında da çok önemli bir rol oynadı.
USAID’i, Amerikan emperyal hâkimiyetinin “güleryüzlü” yüzü olarak niteleyebiliriz. Bu, USAID hiçbir zaman iyi bir iş yapmadı demek değil — elbette iyilikler de yaptı. Ama sonuçta USAID, o daha büyük emperyal sistemin bir parçasıdır ve bunu görmezden gelemeyiz.
John-Baptiste Oduor
Peki liberal enternasyonalizmin alternatifi ne? Sol içinde bile dış politikayı genelde “ABD, X ülkenin davranışı karşısında ne yapmalı?” sorusu üzerinden düşünüyoruz. Bu da bizi, ya ABD liderliğindeki dünya düzenini kabul etmeye ya da 20. yüzyıl başındaki nüfuz alanları (spheres of influence) doktrinine geri dönmeye mecbur bırakıyor gibi. Devletlerin birbirleriyle nasıl ilişki kurması gerektiğine dair farklı bir perspektif mümkün mü sizce?
Daniel Bessner
Bu konuda belirli bir felsefi duruşum var ve bu duruşa katılmayanlar benim savımı ikna edici bulmayabilir. Ama genel olarak şöyle düşünüyorum: Devletlerin ve bölgelerin, nasıl bir uluslararası düzen istediklerine kendilerinin karar vermesi durumunda, daha adil ve insancıl bir dünya görme ihtimalimiz artar. Bu, gücün önemsiz olduğu anlamına gelmiyor — örneğin Doğu Asya’da, Çin en güçlü aktör ve bölgeyi şekillendirmede önemli rol oynayacak. Ama ben yine de, ABD’nin binlerce kilometre uzaktan gelip kendi değerlerini empoze etmesinden ziyade, bölgedeki güçlerin kendi geleceklerini şekillendirmelerini, ahlaki olarak da pratik olarak da daha doğru buluyorum.
Coğrafyayı göz ardı edemezsiniz. ABD uzun vadede Doğu Asya’daki hegemonik pozisyonunu koruyamayacak. Umarım bu süreç savaşa yol açmadan, barışçıl şekilde gerçekleşir; ancak eğer bunu öngörüp planlamazsak, ABD ile Çin arasında gerçek bir savaş riski ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bana kalırsa — ve solda herkes aynı fikirde olmayabilir — her tür imparatorluğa karşı çıkmak ve ABD’yi kendini dizginlemeye zorlamak lazım.
Bu da, ABD’nin yurt dışındaki yüzlerce askerî üssünü kapatmasını, diğer para birimi rejimlerinin ortaya çıkmasına izin vermesini ve silah göndermeyi bırakmasını gerektirir. Temel duruşum şu: Bölgesel güçler kendi geleceklerine kendileri karar vermeli, ABD buna kadir değildir. Ayrıca, “imparatorluğun iyi yönlerini” “kötü yönlerinden” ayrı tutmak mümkün değil; bunlar hep iç içedir.
Bu iki sebepten dolayı, solun anti-emperyalist kanadı, zaman içinde ABD’nin küresel imparatorluğunu tasfiye etmesi talebini yükseltmeli. Tabii bu bir anda, hazırlıksız olmamalı; çünkü ABD’nin çeşitli taahhütleri var: Örneğin uzun süredir Batı Avrupa’nın savunmasını üstlendi. Doğu Asya’daki bazı ülkelere yönelik de aynı şey söylenebilir. Dolayısıyla yönetilmiş bir geçiş dönemine ihtiyaç var. Ama bizim bu geçiş anına hemen hiç odaklanmadığımızı görüyoruz. Oysa imparatorluk tahakkümünden çıkışı planlamak şart; aksi takdirde ABD hegemonik konumunu sürdürmeye çalışırken daha büyük çatışmalar yaşanabilir.
Daniel Bessner, Washington Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında doçent. Quincy Institute for Responsible Statecraft’ta (Sorumlu Devlet Yönetimi İçin Quincy Enstitüsü) görevsiz (non-resident) araştırma görevlisi ve aynı zamanda Jacobin dergisine katkıda bulunan bir editör.
Çeviri: Kemal Büyükyüksel